1990’lardan bu yana Türkiye’de “sivil iktidar”ların ilginç bir “kader”i olageldi. Hükümeti kuran parti veya partiler, muhalefette iken ilân ettikleri görüş ve vaadlerin içinde en “alameti farika” olanının iktidardayken tam tersine olan uygulama ve politikaların altına imzalarını attılar.
Nitekim, 1991’de “Kürt Partisi” ile ortak seçime giren ve soruna “demokratik bir çözüm” programı hazırlayan SHP ile “şeffaf karakol” sloganlı, “Kürt realitesi”ni tanıma sözlü tantanalı bir demokratikleşme vaadi veren DYP’nin kurduğu koalisyon hükümeti döneminde Türkiye, Kürt sorunu’na “askerî çözüm”ün en kanlı ve karanlık, sonu Susurluk’lara varan faslını yaşadı. Ardından yükselen “dinî hareket”e karşı mücadelenin bayraktarlığına soyunan Bayan Çiller’in DYP’si ile RP’nin koalisyonu geldi. “28 Şubat Süreci”nin sonunda hükümetten düşerlerken, DYP’nin sicilinde, onu “seçkin”lerin ve “çağdaş yaşam” kampının defterinden silen bir “laikliğine güvenilmez” damgası, “İslâmi hareket”in partisi RP’ninkinde ise -on yıllardır aleyhine onca konuştuğu, neredeyse baş düşman saydığı- İsrail’le bu kapsamlı askerî anlaşmaların imzacısı ünvanı vardı. 1999’daki seçimde “Abdullah Öcalan’ı asma” sözü ve sloganı eşliğinde ve Kürt sorununa kısmi de olsa barışcıl, demokratik önlemler getirme teşebbüslerine ateş püskürerek ikinci parti konumuna yükselmiş milliyetçi MHP’nin payına da Öcalan’ın yasal prosedürler içinde yargılanması ve verilen idam cezasının infaz edilmesini önleyen Anayasal değişikliklerin yapılmasını sağlamak düştü.
Bütün bu olguları, Türkiye’deki gerçek iktidarın “devlet”te olduğunu, partiler eğer iktidarın nimetlerinden yararlanmak istiyorlarsa, “devlet”in o konjonktürde takip edilmesini kararlaştırdığı politikayla çelişen vaat ve görüşlerini -oy tabanları ve kimlikleri açısından ne denli önemli olursa olsun- unutmak hattâ çiğnemek zorunda olduklarını “bildikleri”ni öne sürerek, bunun “Türkiye’ye özgü bir devlet ve hükümet kuralı” olduğunu vurgulayarak açıklamak hayli yaygındır.
Türkiye’nin siyasal düzeninde kendilerini devletle özdeş sayan zümre ve kurumların -“demokrasi”ler için arızi “istisna” addedilmesi gereken- siyasal ağırlığı bir vaka olmakla birlikte; bu ağırlığın iktidardaki parti yönetimlerine, bunların “üst düzey kadroları”na partilerinin temel inanç ve görüşlerinin tam tersini bile yaptırtabilecek güçte olduğunu iddia etmek eğer safdillik değilse bilinçli bir abartmadır. Sadece Türkiye’de değil, bütün “demokrasi”lerde siyasal iktidarı kullanan kadrolar, bazen hattâ çoğu kez somut bir gücü, kurumu da işaret etmeyen bir devlet veya “raison d’état” -hikmet-i hükümet- kavramı ya da faktörünü öne sürerek bunu inanç veya vaadlerinin tam tersini yapmalarının kılıfı olarak kullanırlar. Yani söz konusu olan, Türkiye’ye özgü bir “realite”nin ötesinde, genel olarak demokrasiler için elzem, zorunlu addedilen bir “dolayım ögesi”dir. Türkiye’de buna örneğin ordunun şahsında maddi, somut bir karşılık bulabilmemiz, bu durumda ikincil derecede önem taşır ve o nedenle de Türkiye özelinde değindiğimiz iktidar pratiklerini ordunun siyasal ağırlığına bağlamak, aşırı bir abartma olmanın yanı sıra, asıl olarak demokrasilerin bu “esrarengiz” kurumunun mahiyetini örtmeye, sorgulamaktan caydırmaya hizmet eder.
Bu konuyu ele almadan önce hatırlatmamız gereken bir nokta var. Hikmet-i hükümet veya bunun “avamcası” olan “büyüklerimizin bir bildiği vardır” gerekçesi, egemenlerin geçerli ideolojiye ya da beklentilere aykırı karar ve uygulamalarını anlayamamanın mazereti, gerekçesi olarak ezelden beri kullanılagelmekteydi. Ancak modern çağlarda, cumhuriyet ve demokrasilerle birlikte egemenliğin halka ait olduğu, dolayısıyla hükümetlerin kararlarının argümanlarını ve mantığını halka açıklayabilmeleri, böylece onay almış olmaları prensibi ile uyuşmadığı için uzunca bir dönem pek sık kullanılmaz oldu; yalnızca otoriter rejimlerin, diktatörlüklerin söyleminde yer bulabilmekteydi. Fakat, geçtiğimiz yüzyılın son on yıllarından itibaren bu kavramın “derin devlet” ya da “devletin çekirdeği” gibi ifadeler altında yeniden boy göstermesine, siyasal analizlerin, açıklamaların düğüm noktalarında yer bulmasına tanık olmaktayız.
Şüphesiz bu “hikmet-i hükümet”e ya da “derin devlet”e atfedilen hükümet karar ve uygulamalarının tümü de geçerli ideoloji veya değerlere, hükümetlerin seçmenlerine sunduğu programa aykırı değildir. Bunların ortak özelliği, açıklanmaktan, tartışma konusu ve dolayısıyla “halkın onayı” koşulundan muaf olmalarıdır.
Burada, kasdedilenin “doğal olarak” gizli yürütülen, “devlet sırrı” kapsamına giren istihbarat veya özel askerî programlar olmadığını, yukarıda ’90’lı yılların hükümetleri tarafından verilen doğrudan doğruya siyasî kararlarda gündeme getirilen hikmet-i hükümet/“derin devlet” faktöründen söz ettiğimizi belirtelim. Sorun, o partilerin alamet-i farikaları olan görüş veya vaadlerinin tersini “devlet” (sorumluluğu) gerekçesiyle yaptıklarında, alt kadroların ve “seçmen taban”larının çok ender olarak buna isyan etmeleridir. Bu gibi durumlarda o sorumluluğun esbab-ı mucibesinin uzun uzadıya açıklanmasıda istenemez. Tartışılmaz. Yönetici -iktidardaki- kadrolar tersine davranılması düşünülemez bir veriye, mutlak öncelik ve öneme sahip bir bilgiye şimdi vakıf olmuş, ama bu veri ya da bilgiyi bir sır gibi saklamakla yükümlüymüşçesine konuşurlar. Konuya ilişkin görüş ve vaadlerinin tersini, bu asla uluorta bahsedilemez, “ayağa düşürülemez”, dahası anlatmakla da gerçek derinliği hemen kavranılamaz olan “hakikat” karşılarına gelince yapmak zorunda kalmışlardır. Bu gibi durumların pek çoğunda “üst düzey” rakipleri tarafından da eleştirilmezler. Daha da ilginci, çoğu durumda iktidardayken tersini yaptıkları görüş ve vaadlerini de buna göre değiştirmezler. İktidardayken hikmet-i hükümet/derin devlet gerekçesiyle törpülenen, uygulanmayan inatla tersi yapılan görüş ve programlar partilerin bildirgelerinde, diskurlarında yer almaya devam eder. Şüphesiz her defasında inandırıcılıklarından, önem verilme derecelerinden bir şeyler yitirmiş olarak. Sonuçta başka nedenlerle de geldiğimiz o mahut “ideolojilerin bitişi” kavramı, o ana gelinceye kadar ideolojilerin mahiyetleri hakkında farklı sözler söyledikleri, herbirinin başka türlü açıkladıkları konular hakkında gerçeğin “hakikat”in nihayet belli olduğu iddiası üzerine kuruludur. Bu, hayatımız, geleceğimiz ile ilgili pek çok şeyi içeren, birey ve toplum olarak ne olmamız neleri hedeflememiz ve bunları nelerle yapabileceğimizi belirleyen bu “gerçek”ler karşısında, bunları veri aldığımızda, seçim yapmamız gereken konular da azalmakta, detaylara ilişkin hale gelmektedir. Dolayısıyla siyasetin konuları da, siyasal partiler ve programları arasındaki farklılıklar da detaylara ilişkin olabilir ve olmalıdır da.
Modern öncesinin “Hikmet-i hükümet”i postmodernizmde “derin devlet” adıyla, işte bu ortam ve düşünüş tarzı içinde hortlamaktadır.
Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu, ideolojilerin tasallutundan kurtulmuş “gerçek”ler alanının kabaca iki bölmeli oluşudur. Birinci, alt bölmede “sıradan insanlar”ın hayatlarını, hedef ve önceliklerini, isteklerini araçlarını belirlerken bilmeleri gereken “gerçek”ler yer alır. Ötekinde, üst bölmede ise, alt tarafta tedavülde olan basit/temel “gerçeklerin” daha karmaşık, ek bilgilerle donanmış biçimleri, türevlerinin konuşulduğu bir “vitrin” ile onun gerisinde sadece “yönetenlerin, seçkinlerin nüfuz edebildiği, üzerinde konuştuğu, kararlar verdiği “derin gerçekler”in kapalı mekânı vardır. Daha doğrusu zihinlerimize yerleştirilen ve giderek de kabûllendiğimiz “gerçekler dünyası” şeması böyle bir şeydir.
Günümüzde tüm “demokrasi”lerde fiilen geçerli olan bu nitelikçe farklı iki bilgi kategorisine dayalı “rejim”, şüphesiz demokrasi kavramının temelleri ile çelişen bir durumun, gidişatın göstergesidir. Çünkü bu bağlamda ifade edilecek olursa; “temsilî demokrasi” -bile- yönetenleri, yönetilenlerin “temsilcisi” addederken bu iki işlev arasında niteliksel bir bilgi, “gerçeği vakıflık” farkı öngörmez, yönetenlere yalnızca bilginin uygulanmasında “teknik” bir maharet ekler. Yönetilenlerin siyasetin aslî konusu olan toplumun genel düzeni, geleceği, kurumlarının işleyiş kuralları... gibi en kapsamlı konular da dahil, her konuda gerekli bilgiye hem ihtiyaç duyacağı, önemseyeceği, ve bunun için çaba göstereceği hem de bu çabanın kanallarını genişletmeye dönük bir duyarlılığı koruyacağı önkabülünden hareket edildiği ve iktidarların uygulayacağı görüş ve fikirlerin bu zeminde teşekkül edeceği varsayıldığı için yönetenler, yasayapıcılar “temsilci” olabilirlerdi ancak. O nedenle de temsilî demokrasilerin yükseliş çağında siyasal tartışmalar hem çok kapsamlı ve canlı hem de yoğun, ilgiyle izlenen bir bilgi-fikir akışı üzerinden cereyan ediyordu. Özetle temsilî demokrasinin yönetenler ve yönetilenlerin aynı bilgi-fikir havuzunu kullanacakları, aralarında kullandıkları, vakıf oldukları bilgi/fikirler bakımından niteliksel bir ayrımın olmayacağına dair önkabûlü o dönemde, genel tahsil düzeyi bugüne kıyasla çok daha düşük olmasına rağmen, doğrulanıyor ve daha da doğrulanacak gibi gözükmekteydi.
Oysa daha o sıralarda bu sürecin tıkanacağını hattâ tersine dönebileceğini haber veren işaretler de yok değildi. Ama burada konumuz bunun nedenleri üzerinde uzun uzadıya durmak ve bu işaretlerin günümüze kadarki çoğalış sürecini anlatmak değil. Bu bakımdan yalnızca temel bir noktanın altını çizmekle yetineceğiz.
Temsilî demokrasi her ne kadar toplumun erişkin bireylerinin siyasal etkinliğin tüm işlev ve safhalarında eşit hakka sahip oldukları varsayımı üzerine kurulur gözükmekte ise de; bu varsayımın fiiliyatta insanlar arasındaki niteliksel eşitsizlik “gerçeği”nin belirleyiciliği altında, onun izin verebildiği, mümkün kılabildiği ölçüde ve biçimde işler olabileceği inancından türetilmiştir. Dolayısıyla demokrasinin, “halkın kendini yönetmesi” tarifinden yöneticiler düzeyinin, bu özel ve üstün bilgi, yetenek ve daha da önemlisi özel bir yaklaşım mantık gerektiren işlevin sönüp gideceği bir perspektif sonucunu çıkarmaz; aksine bu düzey ve işlevin, söz konusu “eşitsizlik” inanç ve gerçeğinin en itirazsız biçimde kabullenilebileceği bir duruma varılmasını ideal sayar. O nedenle de toplumun düzeni ve gidişatına dair sistematik görüşleri ve bunları benimseyen toplum kesimlerini “temsil eden partilerin, aynı zamanda o görüşler ve kesimler adına iktidarı kullanacak, yönetim işlevini yerine getirecek aygıtlar oluşu; bu yaklaşım açısından partilerin en üst kademesinin yönetici işleviyle, alt kademelerin ise “temsilci” sıfatıyla ele alınmasını mümkün kılar. Ve sistem, zamanla partilerin bu “yönetici” işlev (e aday) kadroları içinde ve arasında özel bir dil ve diyalogun oluşmasını sağlar. Siyasetin konusu olan insanî- toplumsal ihtiyaçların, etik-kültürel değerlerin, istatistiki her tür verinin birer “güç faktörü” olarak değerlendirildiği, özel vasıflarından sıyrılarak tek bir birimle ifade edilebilir, hesaplanabilir sayıldığı, kuvvet dengelerinin tespitinde veya bozma girişimlerinde sadece birer alet ve miktar olarak ele alındıkları özel bir dildir, Macchiavelli’nin doğuşunu epey önceden bildirdiği “siyaset bilimi”dir bu. İdeolojiler bu bilimin tezgahından geçtiklerinde, orada dokunduklarında yalnızca güce tahvil edilemez, yönetime tercüme edilemez boyutlarından “arındırılmakla” kalmaz; aynı zamanda birbirleriyle ölçülebilir, alış veriş yapabilir hale de gelirler. Böylece farklı ideolojileri temsil eden partiler, daha doğrusu bunların yönetimleri, durumları ideolojilerinin gereklerini yerine getirme imkânlarını bulmak için incelemek, değerlendirmek, bu doğrultuda uğraşmak yerine, belirli bir güç konusuna gelebilemek veya koruyabilmek için ortadaki güç faktörlerinden nasıl bir kombinezon oluşturabileceklerinin hesabını yapar hale gelirler. Olguları güce tahvil edilebilirlikleri açısından değerlendirme önceliği bu “siyaset mantığı” ideolojik hassasiyetleri kaçınılmaz olarak törpüler; dahası onları siyasal güç, konum hesaplarının denge, ittifak manevralarının soğuk mantığının ambalaj malzemesine, böyle “kullanıldıkça” incelen zarına indirger. En az bunun kadar dikkat çekici olan bu “siyaset bilimi” pratikleri içinde yetişen, pişen partilerin üst yönetici kadrolarının, açık kamusal alanda süren partiler arası mücadeleden “bağımsız” ve üst kadrolarla sınırlı bir platformda, “yönetenler kesimi”nin çıkarlarının, gelecek tasarımlarının ortak noktaları üzerinden uzlaşmalar yapmalarını mümkün kılan bir “üst siyaset düzeyi” oluşturmalarıdır. Yüksek kademeli bürokratların da bir bileşeni olduğu bu “çekirdek”, “derin devlet”in özü, “hikmet-i hükümet”in taşıyıcısıdır. Temsili demokrasi Jargonunda “devlet adamı” sıfatıyla anılırlar.
Bu “devlet” adamları”, kamusal alanda süren “gündelik siyaset”e kural olarak pek karışmazlar. Ve zaten zamanla bu “devlet adamları”nın siyaset konuları ile “gündelik siyaset”in konuları da ayrışır; daha doğrusu, “devlet adamları”nın siyaseti toplumun genel “güç” hesaplamalarından hareketle mümkün güç dengeleri, güç kombinezonlarının nasıl, ne biçimde, ne yöne ve hedefe doğru değiştirilebilirliği üzerine yoğunlaşırken, altta “toplum içinde” yapılan siyaset, bireylerin, kesim ve sınıfların basit - temel ihtiyaçlarının tatmin biçimleri “talep” haline getirilme yollarının -”çözüm”- tartışılmasına indirgenir giderek. Siyasal partileri birbirleriyle “siyaset pazarı”nda yönetim ihalesini kazanmak için rekabet eden birer yönetim şirketine, yurttaşları siyasal öznellikten -”talep” kâr, vaat ve çözüm müşterisine “dönüştürecek” sürece böylece girilmiş olur.
Toparlarsak; farklı insan, hayat ve toplum tasarımlarını ve bunlara eşlik eden inanç ve değerleri ifade eden ideolojilerin artık referans alınmadığı bir siyaset ve siyasal etkinlik türünün egemen olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Gerçi partiler, üzerlerinde hâlâ eprimiş ideoloji “parça”larını taşımaktadır, ama bunları güce tahvil edilebilirlikleri ölçüde ve birer alet gibi dikkate alabildikleri için hakiki kimlikleri, neo-liberalizm/piyasa ekonomisince empoze edilen “gerçek”leri tam veya ihtiraz kayıtlarıyla kabûl dereceleri ile teşekkül etmekte ve bu durumda da söz konusu gerçeklere göre yönetmek için rekabete girmiş birer yönetim şirketine dönüşmektedirler. Yönetim tekniği, programı, çözüm paketleri “pazarlayan” bu “firma”ların karşısında ise dünün “siyasal insan”ları, yurttaşları olan günümüz toplumu bireyleri, kesimleri, basit-temel ihtiyaçlarını ifade eden “talep”leri ile “seçen” müşteriler konumunda yer almaktadır. Toplum katında, kamusal alanda içeriği bundan ibaret olan bir siyaset aslında bitmiş, tükenmiş bir siyaset demektir. Bu durumda siyasetin kalabilmiş ve yönetime indirgenmiş içeriği bu işleve mahsus zümre ve organların alanına, “talep”lere ilişkin vitrin mekanizmalarının gerisindeki “derin devlet” denilen hikmet-i hükümet kalesiyle çevrili yönetenler-egemenler katına çekilmiş olur. “Talep” miktarlarının olsa olsa ikinci dereceden bir öneme sahip olabildiği, toplum kesimlerinin sayılarıyla değil ekonomik-toplumsal konum ve ağırlıkları ile, “güç” katsayıları ile işleme dahil edildikleri bir siyasal hesap makinasının işlediği, siyasal kararların bunun verilerince belirlendiği bu kata çıkan bir 1991 DYP’si ve CHP’sinin, bir Erbakan veya Devlet Bahçeli’nin kendilerini iktidara taşımış “talep” ve vaadlerin gereğini değil, o siyasî hesapların gereğini yapması şaşırtıcı değildir.
AKP, % 36 gibi on yıllardır görülmemiş bir oy oranı ile tek başına iktidara gelirken ve rakiplerinden daha dolgun bir vaat listesi sunmuş ve de diğerlerinden daha parlak bir çözüm programı ilan etmişti. Ama şüphesiz çekirdeğini oluşturan, içinden çıktığı muhafazakâr orta sınıfların, Sünni dindar seçmen kitlesinin türban yasağına İHL’nin durumuna ilişkin taleplerini sahiplendiği, sahipleneceği varsayılmaktaydı. İktidar döneminin ilk yılı sonunda, konumunu daha da güçlendirdiğinin işaretlerini aldığında bu talepler doğrultusunda harekete geçti. Ama bilindiği üzere sonuç alamadı İHL konusundaki atak durduruldu. Ardından da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin üniversitelerde türban yasağını onaylayan kararı çıktı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu süreci, gelişmeleri değerlendirdiği, yorumladığı konuşması, beklenmedik bir tondaydı ve gayet ilginç bir yaklaşım içermekteydi.
Her şeyden önce AKP lideri, bilhassa üzerinde durduğu İHL konusunda, talepleri yerine getiremediği için alttan alan, özür dileyen bir ton ve üslüpla değil, tam aksine talep sahiplerini “üzerlerine düşen”i yapmamakla, “bedel ödemekten” kaçınmakla eleştiriyordu. Gerçi Başbakan’a göre, o talepleri gerçekleştirmenin bir bedeli vardı ve kendileri parti ve hükümet olarak o bedeli ödemeye hazır olmadıkları gibi talep sahiplerinin de ödemeye yanaşmadıklarını söylüyor ve bir bakıma sorumluluğu paylaştırıyordu.
Burada, AKP ve hükümetin ödemeye hazır olmadığı bedelin ne tür bir şey olduğu, talep sahiplerinden ödemeleri beklenen bedel ile neyin kastedildiği mevzuuna girmeyelim.
Bu yazının bağlamı açısından önemli olan nokta, bu üslûbun “temsilci” bir parti/iktidarın üslubu olmadığıdır. Malûm olduğu üzere, temsilî demokrasilerde partiler taleplerini sahiplendikleri kesimlerin, o taleplerinin temsilcisidirler. Onlar adına, onların yerine bu taleplerin yerine getirilmesi için uğraş verirler. Taleplerinin bedellerini oylarını o partiye oy vererek ödemiş oldukları kabul edilir. Başkaca bir bedel ödemeleri istisnai, özel sayılır. Partiler ise o talepleri sahiplendikleri için aldıkları oylarla kendilerine bir “ön ödeme” yapıldığını varsayar; talepler için gösterdiği uğraş ile bunun karşılığını verme derecesi ölçülür ve bu ölçümde sonuç olumlu bulunduğu oranda partinin bir sonraki seçimde de aynı kesimlerden bir ön ödeme (oy) alabileceği düşünülür. Temsili sistemde mekanizma ve “rol-işlev” dağılımı kabaca böyledir.
Eğer AKP lideri, İHL konusu gündeme getirildiğinde tertiplenen protesto gösterilerinin karşısına talep sahiplerinin çok daha kalabalık kararlı gösterilerle çıkmasını ve bu yüksek gerilimli ortamda ufak çaplı çatışmaları bile göze almış görünmelerini, talebin yerine getirilmesini karşılayacak “bedel” sayıyor, bunu ima ediyor ise -ki konuşmasında geçen “toplum gereken cevabı vermemiştir” ifadesinin başka türlü yorumlanması zordur- o zaman Bay Recep Tayyip Erdoğan’ın “temsili demokrasi”nin bir diğer temel kuralı ile de çeliştiğini söyleyebiliriz. Çünkü, yine malumdur ki - AKP sözcüleri de ifade ettiler - Türkiye seçmeninin kabaca % 70’inin oyunu almış partiler -AKP’den DYP, MHP ve SP’ye kadar tüm sağ partiler- AKP’nin yapabileceği İHL ile ilgili bir düzenlemeye en azından hayırhah yaklaşım içindeydiler. Bu olgu söz konusu talebin doğrudan sahiplerinin ayrıca gösteri yapmalarını “gereksiz” kılacak bir veri sayılmalıdır.
Eğer bu % 70 oyu, karşılarında yer alan % 15-20 dolayındaki oy gücünün “bedeli” saymıyorsa AKP lideri; bu yazıda vurgulayarak değindiğimiz “derin devlet” zemini ve çevresinde işleyen siyasal -güç- hesap makinasının işleyiş kurallarının yürürlüğe - kendileriyle birlikte - girmiş olduğunu lisan-ı münasiple ilân ediyor olmasın?