NATO Zirve Toplantısı’nın, Türkiye’de yapılıyor olmasının ve bizzat Türkiye’nin çok önemli olduğu konusunda geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de geniş bir görüş birliği sağlandı. Hem sağ hem sol, hem hükümet hem medya, “bütün dünyanın gözlerinin” NATO ve Türkiye üzerinde olduğunu tekrar tekrar vurguladı.
Hükümetin bunu anlatması doğal karşılanmalı. Türkiye’yi önemli ülkeler katına çıkarmış olması ne kadar başarılı bir hükümet olduğunu kanıtlayacağı gibi, yoksul insanların “Açım, işsizim, ama bütün dünyanın gözlerini üzerine çeken müthiş bir ülkenin gururlu vatandaşıyım” diye düşünmesini sağlamak dünyadaki tüm hükümetlerin arayıp da çok zaman bulamadıkları bir başarıdır. Dahası, kendi halkına günlerce hayatı zehir eden, binlerce vatandaşının dört gün boyunca işe gidememesine, dükkanlarını kapatmak zorunda kalmasına, gelirinden olmasına yol açan bir hükümet, maddi bir tazminat ödemeye niyeti olmadığına göre, elbet manevi bir kazanım olduğunu iddia etmek zorundadır. Türkiye’deki tüm olumsuzluklar, anti-demokratik uygulamalar, ulusal ve başka baskılar karşısında sadece “Hay Allah, Avrupa ne diyecek” diye kaygılananlar, bu kez çok mutlu oldular, Bush yemekleri beğendiği için sevindiler. “Türkiye çok iyi puan aldı” diye memnun oldular. Tanzimat döneminden beri Türkiye’nin sürekli bir Eurovision yarışması içinde olduğunu düşünen bu anlayış, gerçekten tatmin oldu.
“DÜNYANIN GÖZLERİ”
Hükümet ve medya, Türkiye’nin bütün dünyanın gözleri önünde iyi bir şarkı söylemesini sağlamaya çalışmanın yanı sıra, bu performansın ne kadar önemli olduğunu bizlere anlatabilmek için, NATO’nun ve Türkiye’nin ne kadar kilit öneme sahip olduklarını anlattı. Zaten bu kadar canalıcı bir Zirve’nin burada yapılıyor olması Türkiye’nin dünya siyasetinde ne kadar vazgeçilmez bir oyuncu olduğunun başlı başına kanıtı değil miydi?
Dedim ya, hükümetin bunu böyle anlatması doğal. Ama işin ilginç tarafı, Türkiye solunun geniş kesimlerinin de buna katılması ve hattâ bu inanca daha da ayrıntılı bir şekilde sahip olmasıydı: NATO Amerikan emperyalizminin saldırı örgütü olduğu için önemli, Amerika NATO’yu ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) uygulamanın aracı olarak kullanmaya çalışıyor, Türkiye BOP’un temel unsurlarından biri olacak ve zaten Zirve’nin İstanbul’da yapılması da Türkiye’nin BOP içindeki vazgeçilmez rolüne işaret ediyor.
Burada birkaç yanılgı var. Biri NATO’yla, biri BOP’la, biri de Türkiye’yle ilgili. Ve yanılgıların hepsi, Türkiye solunun çoğunluğunun dünyaya değil sadece Türkiye’ye bakmasından, dünyaya baktığı zaman Türkiye’yi merkeze koyan bir gözle bakmasından ve dolayısıyla, bir dünya sisteminin, küresel bir sistemin küçücük bir parçasına bakan ve bu parçacıkta olup bitenleri tayin edici zanneden herkes gibi, bütünü kavrayamamasından kaynaklanıyor.
NATO’NUN
ÖNLENEMEZLİĞİ
Önce NATO’ya bakalım. Bu örgüt, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra düşmanını ve dolayısıyla işlevini kaybetmiş bir örgüttür. Avrupa’nın, çok gerçekçi olmamakla birlikte hayalî de olmayan bir tehdit karşısında, en azından Sovyetler’i caydırıcı bir önlem olarak Amerikan askerî şemsiyesinin altına sığınma ihtiyacı 1991’de ortadan kalkmıştır. O gün bugündür, NATO’nun ne olacağı, neye dönüştürülebileceği, nasıl kullanılabileceği NATO üyelerince tartışılagelmiş, ama bu tartışma sonuçlandırılamamıştır. Sonuçlandırılamamasının temel nedeni, hem Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla, hem Amerika’nın Balkanlar’da, Afganistan’da ve Ortadoğu’da görüldüğü gibi daha saldırgan, daha tek taraflı bir politika izlemeye başlamasıyla birlikte, Avrupa ile Amerika arasındaki rekabetin, çelişkilerin daha ön plana çıkmış, keskinleşmiş olmasıdır. Dahası, Amerika’nın hegemonya mücadelesinin George W. Bush’un simgelediği ittifaksız, doğrudan askerî, ‘önceden misilleme’ci bu döneminde, Avrupa sermayesini Irak’tan dışlamayı amaçlayacak kadar azgınlaştığı bu dönemde, Avrupa ile Amerika’nın NATO için ortak hedef saptamaları zor olduğu gibi, Amerika’nın bu yönde fazla çaba harcamak gibi bir niyeti olmadığı, tek başına savaşmaya razı ve hazır olduğu da açık.
Bu nedenledir ki, bu NATO Zirve Toplantı’sından önemli bir karar çıkacağını, Amerika’nın amaçladığı kararları aldırtabileceğini dünyada kimse beklemiyordu, bunun önemli bir toplantı olduğunu kimse düşünmüyordu, dünyanın gözleri Türkiye’nin üzerinde değildi.
Nitekim, NATO Zirvesi’nden hiçbir önemli karar çıkmadı, hiçbir adım atılmadı. Türkiye’nin Afganistan’a daha fazla asker göndermesi kararlaştırılır gibi oldu; bu Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin ciddiye alması gereken bir konudur, ama yeni bir adım değildir, çünkü Türkiye’nin zaten Afganistan’da askeri vardır. Irak ordusunu NATO’nun eğitmesi kararlaştırıldı, ama bunun nerede ve nasıl yapılacağı muğlak bırakıldı, çünkü ayrıntıya girildiği taktirde anlaşmazlık çıkacağı açıktı. NATO, ellerinde hazır bulunan bir silah olduğu için, Amerika ve Avrupa bu silahı tümüyle kaybetmek istemiyor, ama bütün taraflar NATO’nun, en azından bu dönemde, pek de işlerine yaramayan bir silah olduğunun bilincinde.
Peki, Türkiye solu niye bunların farkında değildi? Çünkü dünyayı izlemeyince, kendi tarihimiz ve geleneklerimiz, gerçek dünyayla ilişkileri artık zayıflamış da olsa, en önemli şey haline gelir. Türkiye solunun geleneğinde NATO’ya karşı çıkmak büyük bir yer tutar: Altıncı Filo, Deniz Gezmiş’ler, Amerikan deniz piyadelerinin Dolmabahçe’de denize atılması. Haklı ve onurlu bir mücadeledir bu, çünkü o dönemde NATO emperyalizmin gerçekten de önemli bir kurumuydu, Soğuk Savaş’ın önde gelen bir simgesiydi. Ne var ki, o dönem başkaydı, bu dönem başka.
BOP VE TÜRKİYE
Gelelim BOP’a ve Türkiye’ye. Bütün dünya basınını izlediğimi iddia etmiyorum elbet, ama İngiltere basınını çok yakından, Amerika basınını daha uzaktan izlemeye çalışıyorum. ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ifadesine tek bir kez rastlamadım. Türkiye’nin vazgeçilmez rolünü tartışan yazılar da çarpmadı gözüme.
Çarpmadı, çünkü bugün dünya gündeminin birinci maddesi, tüm diğer gündem maddelerini etkileyen ve belirleyen madde, Irak. Bunun yanında ne BOP’un, ne de Türkiye’nin esamisi okunuyor.
Irak savaşı daha şimdiden İspanya’da hükümetin düşmesine yol açtı, İngiltere’de Tony Blair’i bir daha iyileşemeyecek şekilde yaraladı, Amerika’da Bush’un Kasım ayında büyük olasılıkla seçimleri kaybetmesine yol açacak. Bunlardan daha da önemlisi, Amerika egemen sınıfının saldırgan kanadının tüm planları Irak’ta batağa saplanmış durumda. Irak’ı (Afganistan gibi) hızla halledeceklerdi, ardından ‘şer ekseni’nin geri kalanını, İran’ı, Suriye’yi, Libya’yı ve daha bir dizi ülkeyi hizaya getireceklerdi. Amaç, bir yandan, özellikle Çin gibi yakın gelecekte Amerikan hegemonyasını tehdit edebilecek ülkeleri şimdiden markaja almak; Amerika’nın uzun zamandır gerilemekte olan ekonomik üstünlüğünü tehdit edecek duruma gelmelerini engellemek için, askeri rekabete girmek zorunda kalmalarını sağlamak, bu ülkeleri sermaye birikimini ekonomik değil askerî alanlara yönlendirmek zorunda bırakmak (çünkü Sovyetler Birliği’ni bu şekilde çökerttiklerini düşünüyor Amerika’nın siyasetçileri). Saldırganlığın diğer amacı, Amerika’nın müttefik rakiplerinin (Marx’ın deyimiyle ‘hırsız kardeşler’in), özellikle artık ekonomik olarak çok üstün olmadığı ama askeri açıdan fersah fersah ötesinde olduğu Avrupa’nın karşısında, üstün olduğu yönü öne çıkarmak.
Kısacası, proje, BOP değil, ‘Yeni Bir Amerikan Yüzyılı’ projesi. Yukarıdaki paragrafın tek bir cümlesi bana ait değil. Hepsi Amerika egemen sınıfının Bush tarafından temsil edilen kanadının ‘think tank’lerinin, danışmalarının, ‘yeni tutucular’ (neocon’lar) tabir edilen düşünürlerinin cümleleri (örneğin, bkz. www.newamericancentury.org).
Ne var ki, ‘Yeni Bir Amerikan Yüzyılı’ projesi, 100 küsur bin Amerikan askeriyle birlikte, Irak çöllerinde, Bağdat ve Felluce’nin ara sokaklarında takılıp kalmış durumda: Beklenmedik bir direniş, dünya (ve hattâ Amerika) kamuoyunda beklenmedik ölçüde olumsuz bir tepki, sokaktaki Avrupalı tarafından epey zamandır yapılmakta olan ama artık sokaktaki Amerikalının bile yapmaya başladığı Vietnam benzetmesi, Amerikan ekonomisinin kaldırıp kaldıramayacağı kuşkulu olan bir maliyet, ve başka bir yere saldırmak için gerekli, fakat Irak’tan çekilmesi olan mümkün olmayan askeri güçler.
Özetlersem, Amerikan hegemonyasının ve dolayısıyla dünyanın geleceği bugün Irak’ta tayin ediliyor. Sadece savaşla ilgili olarak değil, her açıdan. Amerika Irak’ta muzaffer olursa başka bir dünyada yaşayacağız, Irak direnişi kazanırsa başka bir dünyada. Amerikan emperyalizmi bugün ya Irak’ta zafer kazanacak, ya Irak’ta ölümcül bir darbe alacak.
“GELME BUSH” VE “NATO’YA HAYIR”
Dünya nüfusunun savaştan ve Irak’ın işgâlinden, piyasa kapitalizminden ve neoliberalizmden hoşnutsuz olan geniş kesimleri, yüzyılımızın gidişatının şu anda Irak’ta kararlaştırılmakta olduğunu sezgisel düzeyde hissedenlerden teorik olarak kavrayanlara kadar uzanan geniş bir yelpaze halinde, muhalefet ediyor. Irak’ta savaşın bitmesinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişken savaş karşıtı hareketin yok olmamış olması da bunun kanıtı. Örneğin, geçen Kasım ayında (savaştan yedi ay sonra) Bush Londra’yı ziyaret ettiğinde, bir Perşembe günü 400.000 kişinin gösteri yapması (İngiltere tarihinin en büyük hafta arası gösterisi) hem Stop the War Coalition’un süren gücünü kanıtladı, hem de çok geniş kitlelerin gözünde George W. Bush’un bir simge haline gelmiş olduğunu gösterdi.
Aynı olguyu NATO Zirvesi günlerinde İstanbul’da gördük. İşgâl altında bir şehre dönüştürülen, günlerce 35.000 polis, barikatlar ve zırhlı araçlarla terör estirilen, yolları kapatılmış, vapurları çalışmayan İstanbul’da, üstelik bir belediye otobüsünde patlatılan bomba sonucu üç kişi hayatını yitirmişken, nüfusun ciddi bir kısmı şehir dışına kaçmışken, Kadıköy’de 27 Haziran’da 50-60.000 kişinin Bush’a ve NATO’ya karşı gösteri yapması, muhalefetin ne kadar ciddi boyutlarda olduğunu gösteriyor. Koşullar bu kadar olumsuz olmasaydı, gösterinin gerçekten devasa olacağından hiç kuşkum yok.
Ne var ki, olumsuz koşullar sadece karşı tarafın aldığı ‘güvenlik’ önlemlerinden kaynaklanmıyordu. Bizden kaynaklanan olumsuzluklardan da söz etmek gerek.
Birincisi, muhalefeti ve Kadıköy gösterisini düzenleyen üç ana kampanyadan biri, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK), diğer kampanyaları bunun “NATO’ya Hayır” değil, “Gelme Bush” kampanyası olması gerektiğine ikna edemedi. “Gelme Bush” sloganına diğer kampanyaların ikna olmamalarının nedeni, bu sloganı yeterince “solcu” bulmamaları. Sorunun özü de bu: sol bir kampanya, tüm sosyalistleri bir araya getiren bir kampanya mı inşâ etmeli, savaşa karşı olan herkesi, Bush’u çok çeşitli olumsuzlukların simgesi olarak gören çok geniş kalabalıkları harekete geçiren kitlesel bir kampanya mı? Örneğin, diğer kampanyalardan birinin bir bildirisinde “NATO’yu emekçiler durduracak” başlığı vardı. Bu ifadenin doğru olup olmadığı bir yana, bizzat sloganın kendisi, bu kampanyanın işçi sınıfının merkezi rolüne inananlara, yani sosyalistlere, devrimcilere hitap etmeyi amaçladığını gösteriyor. Oysa, Türkiye’de, açık ki, işçi sınıfının merkezî rolü hakkında hiçbir düşünceye sahip olmayan, ama savaşa, Irak’ın işgâline, Amerika’nın saldırganlığına ve bunları temsil eden Bush’a karşı olan yüz binler, milyonlar var.
Türkiye solunun çoğu örgütü bu milyonlarla değil, sadece sosyalistlerle, yani minicik bir azınlık olduğunu hepimizin bildiği daracık bir çevreyle ilgileniyor. Dolayısıyla, daha geniş, sosyalistlerin sayısını kat kat aşan kitleleri seferber edebilecek sloganlarla, eylemlerle, gösterilerle ilgilenmiyor.
Hemen hemen tüm Türkiye solu, toplumu devrimcilerin (ve aslen kendi örgütlerinin) işçi sınıfının adına değiştireceğine inanıyor. Stalinizmin dünya soluna armağanı olan bu inanç (yani ikâmecilik), bu örgütlerin temel amacının, kitlelerden bağımsız olarak ve çok zaman kitlelerle ilişkisiz bir şekilde de olsa, kendi kendilerini inşâ etmek olmasını gerektiriyor. Bu nedenledir ki, her örgüt, gösterinin kitlesel olmasını (ve Bush’un Türkiye’ye gelmesini gerçekten engellemeyi) sağlamaktan ziyade, kendi flamasını en yüksek otobüs durağının üzerinde en görünür yere asabilmek mücadelesi veriyor. Örneğin, İstanbul’da Zirve’den önceki bir iki ay içinde yüzlerce irili ufaklı eylem gerçekleştirildi. Bunların büyük çoğunluğu tek tek örgütlerin kendi birkaç on üyesiyle gerçekleştirdiği küçücük, etkisiz eylemlerdi. Bir açıdan bakıldığında, bu kadar çok eylem olması şehirde Zirve karşıtı bir atmosfer yarattı, iyi oldu diye düşünülebilir. Ne var ki, bu eylemlere harcanan enerji, planlama, ve teçhizat 27 Haziran gösterisinin kitleselleştirilmesine harcansaydı, hem hükümetin, hem NATO’nun, hem Bush’un hesaba katmak, dikkate almak zorunda kalacağı boyutlarda bir gösteri düzenlemek mümkün olabilirdi. Küçük küçük eylemler ise insanları yordu, bazılarını bezdirdi, bazılarını korkuttu.
Bu küçük eylemler, Bush ve Erdoğan için hiçbir şey ifade etmiyordu, ama örgütler için önemliydi. Bir çeşit ‘öncü savaşı’ veriyorlardı çünkü; kitlelerden uzak ve habersiz, kendi örgütlerini inşâ ediyorlardı.
İşçi sınıfının devrimci partisinin önemine ben de inanıyorum. Toplumu işçi sınıfının kendi kitlesel eylemiyle değiştireceğine, ama bu süreç içinde devrimci partinin olmazsa olmaz bir işlevi olduğuna inanıyorum. Vurgulamaya çalıştığım sorun, parti inşâ etmeye çalışılıyor olması değil, bunun nasıl yapıldığı.
Dünyada bir zamandır devasa bir muhalefet hareketi yükseliyor. Bu hareket, dünyanın sorunlarının bugün Irak’ta kilitlendiğinin bilincinde olduğu için, kendisini savaş karşıtı hareket olarak ifade ediyor. Bu hareketi büyütmeye, genişletmeye, başarılar kazanmasını sağlamaya çalışmadan, bu hareketin dışında ve kenarında öncü savaşı vererek, hareketi sosyalist olmadığı için küçük görüp keskin sosyalistliğin nasıl bir şey olduğunu kanıtlamaya çalışarak ne parti inşâ edilebilir, ne de başka bir şey. Yapılması gereken, İstanbul’da polisin engelleyemeyeceği kitlesellikte bir “Gelme Bush” kampanyası ve gösterisi inşâ etmek, Bush’un güvenlik sağlanamayacağı korkusuyla gelmemesini sağlamak ve böylece hem Türkiye’de hem dünya çapında hareketin çarpıcı bir başarı kazanarak daha de büyümesine, moral kazanmasına, adım atmasına katkıda bulunmaktı. Çünkü bugün dünyadaki temel sorun, Amerika’nın Irak’ta yenilip yenilmeyeceği. Yenilmesini ise, Irak’taki direniş kadar, bu hareket sağlayacak. Kısacası, dünyayı ya bu hareket değiştirecek ya da dünya değişmeyecek.
RONİ MARGULİES