Kurulduğu sırada asla tahmin edilemeyen biçimde ve kısa sürede iktidara gelmiş olmasına, kurucularının önlerine ikide bir sürülen sicillerine, hâlâ bulanık addedilen kimliklerine rağmen AKP, daha iktidar döneminin ikinci yılını bile doldurmamışken 28 Mart yerel seçimleri arefesinde dahi, “Türkiye doğal sivil iktidarını nihayet bulmuş” gibi bir görüntü vermeyi, “alternatifsiz” gibi bir izlenim uyandırmayı başarmış görünmekteydi.
28 Mart seçimlerinden en yakın rakibinin neredeyse üç misli bir oy oranı ile çıkmış, oylarını hepsinden daha fazla arttırmış olması bu görüntü ve izlenimi pekiştirmiş, AKP’nin karşısına onu biraz olsun zorlayacak bir alternatifin çıkmasının dahi zayıf ihtimal sayıldığı bir hava oluşmuştu.
Türkiye’nin, değil şu son çeyrek yüzyılında, “demokrasi’ye, “çok partili rejim”e geçişinden beri karşılaşmadığı, benzersiz bir durumdu bu. Nitekim, 1950 ve ‘60’larda iki büyük seçim zaferleriyle iktidara gelmiş DP ve AP, CHP’nin, 1970’lerde iki büyük parti CHP ve AP, birbirlerinin, 1980’lerde büyük tantanasına rağmen ANAP, SHP (CHP) ve DYP’nin nefesini ensesinde hissederek iktidar dönemini kullanmışlardı.
Bütün bu yıllar boyunca iktidar olmuş partilerin “tek alternatif” gibi bir görüntü, izlenim verememiş olmaları, sadece muhalefetle kendilerinden beş on puan geride bir oy gücüne sahip bir partinin olmasından dolayı değildir. Bu partiler -yıllar geçtikçe, dönemler değiştikçe aralarındaki farklar azalmış, önemsizleşmiş olsa da- programlarının içeriğiyle olduğu kadar iktidarın kullanım üslûbu ve mekanizmalarının görece farklı oluşu nedeniyle de birer alternatif oluşturmaktaydılar. Kaldı ki, özellikle 1960-1980 döneminde sayı-toplumsal destek azlıklarına rağmen dinamizmleri iddialı perspektifleriyle “aşırı akımlar” da birer alternatif olarak görülmeyi başarıyorlardı.
Oysa 2002 Kasım’ında AKP tek başına iktidara geldiğinde, rakipleri ile ne uygulayacağı program ne de iktidar mekanizmaların işleyişi, işletilmesi bahsinde tartışmalara girmiş, burada gösterdiği performans ve ikna gücüyle sivrilmiş bir partiydi. Tam aksine, tartışmadan bilhassa kaçınılan, dolayısıyla gerilimden de uzak bir seçim kampanyasının ardından iktidara gelmişti. Hemen hiçbir esaslı konuda bir politika değişikliği yapmadan ilk bir yılını geçirdi. O dönemde ülke gündeminin baş köşesini işgâl eden iki önemli konu/sorunun ilkinde, ekonomi bahsinde, bir önceki hükümet döneminde bağlanmış ve bir yılı aşkın süredir de uygulanmakta olan “IMF politikaları”nı sürdürdü, Irak’ın işgâli sorununda da muhalefetten gelen eleştirilere “siz iktidarda olsanız aynı şeyleri yapmayacak mıydınız” derken haklıydı da. Üstelik gerek IMF ile uyumlu iktisat politikalarını izlerken gerekse Irak sorununda ve gerekse de AB ile ilişkiler; Yunanistan-Kıbrıs sorunu gibi dönemin öne çıkan diğer sorunları üzerindeki “İslâmcı” etiketi nedeniyle hayli zorlanmalarına rağmen CHP ve DYP gibi “merkez”in köklü partilerinden daha fazla “merkez”ci “devlet sorumluluğunu müdrik” bir tutum izleyebildi.
Bu bakımdan, AKP’nin 2004 yazına girerken verdiği rakipsiz, alternatifi olmayan iktidar görüntüsü, ne diğer partilerin sunamayacağı bir politikalar toplamını temsil etmesi ile ne de diğerlerinin de uygulayabileceği politikalarda kıyaslanamaz üstünlükteki bir performans göstermesi ile açıklanabilir. AKP’nin ilk ANAP hükümetinden bu yana işbaşına gelmiş en enerjik hükümet olduğu, şu son yirmi yılda iktidar olan partilerin daha baştan itibaren bir yolsuzluk “hale”siyle çevrilivermelerine mukabil AKP’nin üzerine henüz böyle bir şaibe gölgesinin düşmediği elbette söylenebilir. Ancak AKP’nin aynı enerjiyi ve şaibeden uzak durma tutumunu topluma da aktarabildiği, daha doğrusu bir enerjikleşme ve şaibeden arınma haline giren toplumun bu rüzgârıyla iktidara yükseldiği ve bu yükseliş atmosferinin sarmalaması ile böyle “alternatifsiz” bir görüntü-izlenim verdiği de öne sürülemez. AKP parti olarak yükselirken de iktidara geldiğinde de ne bastırılmış bir enerjinin harekete geçtiğini duyumsatan bir canlılık, ne beslenmiş bir umudun kamçılanmasıyla oluşmuş bir coşku, ne de iliklere kadar sinmiş o yolsuzluğa açık olma halinden sıyrılmaya kararlı bir arınma havası ortalığı sarmıştı.
AKP’nin verdiği “alternatifsiz”lik görüntüsü, bir süredir formüle edilmeye, netleştirilmeye çalışılan “muhafazakâr demokrat” kimlikle, bu kimlik ideolojisinin Türkiye seçmenlerinin büyük çoğunluğu indinde muteber olan milliyetçilik ve İslâmcılık’ın “altın oranı”nı bulmuş olmasıyla ilişkilendirilebilir. Böylesi bir açıklama tatmin ediciliği ile değil ama “alternatifsiz”lik görüntüsünün ciddi bir “yapısal” özelliğine dolaylı olarak ışık tutucu olduğu için üzerinde durulmaya değer.
Muhafazakârlık, dinî akımların (burada İslâmcılık[lar]ın) ve milliyetçiliğin en meşru ve yetkin temsilcisi olma bahsinde yarıştıkları, rakipleştikleri değerler, kabûller (referans) alanını işaret ettiği ölçüde onların kesişme ve ortak beslenme zeminini de gösterir. Bu bakımdan “muhafazakâr” sıfatı her iki ideolojiyi de temsil iddiasını içerir. Türkiye’de İslâmcılık ve milliyetçilik haliyle çok daha eski tarihlerden beri varlığını sürdüren ideolojiler olmakla birlikte, 1990’lı yıllara gelinceye kadar hiçbir zaman dinamik ve hegemonik ideolojiler konumuna gelememiş, “merkez”in veya merkez sağın “ana akım” bulamacının bir unsuru, eklentisi veya şamar oğlanı konumundan öteye geçememişlerdi. Fakat 1990’larda ilkin İslâmcılık, ardından da milliyetçilik, ülkenin genel fikrî-siyasî atmosferine dinamizmleriyle egemen hale gelmemişlerse bile yükselişleri ile, popülerleşme hızlarıyla, yaygınlıkları ile dikkatleri üzerlerine toplamışlardı. Bu ardarda gelen iki “yükseliş” döneminde de Türkiye tarihinin yolsuzluk, vurgun ve şiddet dozu en dibe vurmuş “çürümüşlüğün” her düzeyde hissedildiği yıllarını yaşamıştı. Ne İslâmcılık ne de milliyetçilik bu gidişata karşı kökten ve cepheden bir tavır alışla yüklü bir “asabiyye”nin ürünü idiler. Ve dahası bu olumsuzlukların en doğrudan izafe edilebileceği çevre ve kuruluşlarla işbirliği, hattâ yaranma kapılarını açık tuttular. “İslâmcı” RP’nin ANAP ve DYP ile koalisyon girişimleri, Refahyol hükümetinin ünlü Susurluk skandalındaki tutumu hatırlardadır. Milliyetçi MHP’nin o mahût “ülkücü” sıfatının kendisi kadar “ülkücü mafyaları” da hatırlatmasının ne demek olduğunu şöyle bir düşünmek bile yeter.
2002 Kasım’ında AKP, 1999 seçimlerinde bu sicilleriyle % 17 oy almış bir RP/SP’nin neredeyse % 90 oyunu, aynı seçimde % 19 oy tutturmuş bir MHP’nin yarı oyunu, çürüyen ve çöken ANAP ve DYP’yi boşaltanların oylarıyla harmanlamış bir % 35’in oy gücüyle tek başına iktidar oldu. AKP’nin bu bileşiminin ekseni olduğunu iddia ettiği “muhafazakârlık”, temel birleşenleri olan milliyetçilik ve İslâmcılığın şu bahsedilen sicilleri ile bir hesaplaşmadan o kirlerden arınma isteğinden ziyade onların o halleriyle umulan güç düzeyine erişememiş veya erişemeyecek oluşundan hareketle referans olma derecelerindeki düşürülmeye, önemsizleştirmeye tekabül eden bir muhafazakârlıktır. AKP’nin kimlik tarifindeki “demokrat” sıfatı -eki- buradaki referans açığının neyle kapatılacağını gösterir. Bu ek demokrasinin değer ve kurumlarını kabûlle birlikte ama bundan biraz daha fazla olarak dönemin genel sağ siyaset dünyasının “gerçek”lerini, başat fikri karakterini dikkate alma tutumunu ifade eder. 1990’ların Türkiyesi’nde ANAP ve DYP, “İslâmcı” RP/SP’nin “milliyetçi” MHP’nin varlığında ve onların ardarda yükselişleri konjonktüründe bu tutumun iki versiyonunu temsil etmekteydiler. AKP’nin 2003 Kasım’ındaki % 35 (2004 Mart’ındaki % 42) oyunun en büyük bileşenini oluşturanlar, Türkiye sağının yolsuzluk ve vurguna batmışlık konusunda aralarında sadece derece farkı olan bu iki partiye 2000’lere kadar “taban” veya omurgalık yapmış kesimlerdir. AKP’nin üst yönetimi ve omurgasında henüz değilse bile tabanında çoğunluğu oluşturan bu kesim, AKP iktidarı “günümüz dünyasının gerçekleri”ne ve -neo-liberalizmden mülhem- başat fikri karaktere referans verdiği, kararlarını bu perspektifte oluşturduğu ölçüde şüphesiz ağırlığını ve etkinliğini de arttıracaktır. Asıl belirtilmesi gereken nokta, AKP’ye bu kanaldan gelenlerin de, tıpkı İslâmi ve milliyetçi mecralardan gelen -şimdiki çekirdek- gibi fikri-etik bir tutarlılık endişesinden ya da hesaplaşmadan değil pragmatik neden ve gerekçelerden hareket etmiş ve ediyor olmalarıdır. AKP’nin hem harcı, hem o bahsettiğimiz “alternatifsizlik” görüntüsünün mihengi hem de en zayıf noktası budur.
AKP’nin AB’ye üyelik konusuna bu denli yüklenmesinin, Aralık ayında üyelik müzakerelerine hemen başlanılması kararının “şartsız” olması konusundaki aşırı hassasiyetinin, devlet politikasıyla ve AKP’nin geleneksel iktidar odak(güç)’ları karşısında konumunu pekiştirme, “güvence”ye alma ihtiyacıyla ilgili nedenlerinin yanısıra böylesi bir iç nedeni de vardır ve en az diğerleri kadar önem taşımaktadır. AKP’de gerçekleşmiş “kimya”nın bozulmaması için hayatî önemdedir bu. Çünkü AB’ye üyelik konusunda umulanın, istemenin gerisinde, oyalayıcı diye algılanabilecek bir karar, AKP’nin “muhafazakâr demokrat” kimliğinin konjonktürel olarak ve pragmatik yaklaşım ve gerekçelerle birbirine eklemlenmiş unsurları arasındaki “dozaj” dengesini kaçınılmaz olarak bozacak; kendiliğinden oluşmuş ve şimdiye kadar AKP liderliğine -Irak ve ABD ile ilişkiler, YÖK ve İHL, türban gibi- kritik sınavlarda sorun çıkarmamış, inisyatif tanımış o denge, yeniden sağlanması hayli zor biçimde sarsılacaktır.
Sakarya’daki hızlı tren faciası, AKP liderliğinin işler ters gittiğinde, “kriz yönetiminde basiret ve liyâkat derecesinin hiç de parlak olmayacağının açık ve anlamlı bir göstergesi olarak iç ve dış tüm ilgili”ler tarafından not edilmiş olmalıdır. Hükümetin bu hızlı tren konusunda gerekli ön hazırlıkları, risk faktörlerinin hesabını yapmadan işe koyulmuş olması, hiç şüphesiz aynı hükümetin geçen Mart ayında başlattığı, ricatla biten YÖK-İHL atağını hatırlatmıştır. İsteyen buna AKP’nin işbaşına gelir gelmez yaptığı AB’ye üyelik atağını, ünlü tezkere olayını da ekleyebilir. Öte yandan bizzat AKP lideri Erdoğan’ın beklenmedik ve hoşa gitmeyen gelişmeler karşısında -eğer karşısındakileri daha “güçsüz” görüyorsa- itidalini koruyamaması, AKP’nin karşılaşabileceği ani, kritik sorunlarda, önceden düşünülmüş bir rotadan kolayca çıkabileceği ihtimalini de her vesilede güçlendirmektedir.
Özetle; AKP’nin hızlı tren faciasında verdiği yönetme sınavı ile üzeri hayli gölgelenmiş ise de; halen verebildiği “alternatifsizlik” görüntüsünün sürüp sürmeyeceği 2004 Aralık’ında -orta vadeyi kapsayacak ölçüde- belli olacaktır denilebilir. AKP’nin bu “sınav”da kendi koyduğu -ve aynı zamanda iç dengesinin en önemli unsuru denilebilecek- çıtanın altında kalması; o koşullar bağlamında -şimdi “mütareke” havasının sürdüğü- merkez sağda AKP ile rakipleri arasındaki mücadeleyi kaçınılmaz olarak kızıştıracaktır. Ancak olağanüstü bir gelişme olmadığı, yepyeni bir faktör devreye girmediği takdirde bu zayıf bir ihtimaldir ve AKP’nin AB’ye üyelik bahsinde “istediğimiz oldu” diyebileceği bir sonuç alınması çok daha güçlü bir ihtimaldir.
Burada alternatifsizlik konu/sorununu AKP üzerinden konuşmamız, bu partinin DYP ve CHP’ye göre çok daha otantik bir -Türk- orta sınıf iktidarını temsil/ifade ediyor olmasından dolayıdır. Yoksa, şimdilik zayıf ihtimal gibi gözükse de, mevcut halleriyle olmasa bile, “yenilenmiş” bir DYP veya CHP’nin de AKP’nin yerini alacağı bir durum pekâlâ doğabilir. Şu anda AKP hükümetinin en başarılı icraat kalemi sayılan ekonomide madalyonun öteki yüzünü oluşturduğu halde gündeme getirilmeyen yüksek işsizliğin kronikleşmesi, borç stokunun büyümesi, gelir dağılımının düzelmemesi gibi olgular, hâlâ ve yapısal olarak kırılgan Türkiye ekonomisinin karşılaşması muhtemel bir kriz anında AKP hükümetini yerinden edebilecek faktörler olarak iş görebilir. Sorun, alt sınıfları işsizlik tehdidini her an enselerinde duyan eğitimli, kalifiye emek sahibi kesimler dahil geniş işçi-emekçi kitlelerini ister istemez harekete geçirecek böyle bir durumda dahi, bu muhalefet ve “değişim” potansiyelinin mevcut düşünüş çerçevesinde gerçek bir sol alternatiften ziyade, yine bir “orta sınıf iktidarı” versiyonunun mecrasına yönelmesinin çok daha muhtemel olmasıdır. Bu mecra, geleneksel sol lafız ve hattâ ajitasyon argümanlarıyla bezenmiş bir Deniz Baykal CHP’si olabileceği gibi, son seçimde görüldüğü üzre Cem Uzan türü bir demagojinin peşinden bile sürüklenebilir. Şu son 15 yılda, Süleyman Demirel DYP’sinin 1991’de, “İslâmcı” RP’nin 1995 seçimlerinde sol temaları kullanarak, 1999’da “ulusal sol”cu DSP ile milliyetçi MHP’nin solun anti-emperyalizmini gasp ederek seçim zaferleri kazandığından yakınan, 2002 seçiminde Cem Uzan’ın da benzer bir yöntemle sol potansiyeli manipüle ettiğini düşünebilen geleneksel sol-sosyalist açıklamalar, bütün bunları geleneksel sol-sosyalist düşünüş ve söylemin dışındaki nedenlere bağlamakta ısrar ettikçe daha da marjinalleşmekten asla kurtulamayacaklardır. Çünkü bu sürekli zayıflamanın asıl nedeni bizzat o düşünüş ve söylemin kendisinde ve kaynağındadır.
Bu zaaf, söz konusu düşünüş ve söylemin temelinde yer alan ve özetle işçi-emekçi kesimlerin -tüm insanlığın “kurtuluşu”na şamil bir perspektifin- iktidar öznesi olabileceği tezini ifade eden varsayımın fiilen çökmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu çöküş, o kesimlerin insanı varlık, potansiyel olarak eksiklik ve yetersizlikleri sonucu değil, söz konusu varsayımın ekonomi-politik üzerinden, onun “veri” ve önceliklerine tâbi biçimde kurulmuş, kurgulanmış olmasından ötürüdür. Kurtuluş sorununu bir bölüşüm sorununa indirgemeye müsait olan ve bu eğik düzlemde “ilerledikçe”de toplumsal, moral etik... ve özellikle de yaratıcı değer ve boyutları sığlaşan bu varsayım, öznesi olan işçi-emekçi kesimler, ekonominin gelişmesi, üretim organizasyonu onları giderek daralan bir etkinlik alanına, insanî varoluş durumuna ittikçe bağlayıcılık/inanç kapasitesini de yitirmiştir. Kurucu, eyleyici bir özne olmayı hiç de gerektirmeyen, talep eden ve dolayısıyla “muktedir” olması değil aksine talebine cevap verecek muktedirlerini aramaya koşullanmış olan bu özneler, bu halleriyle artık “iktidar”ın dışındadırlar, bir iktidar alternatifi değildirler ve olamazlar. İktidar mücadelelerinin araçlarından biri veya müşterisi olabilirler.
İlk gündeme getirildiği ve mücadelesinin verildiği dönemde sol-sosyalist hareketlerin çok lehine işleyeceğinden korkulan ve bu yüzden şiddetle karşı çıkılan genel oy hakkının, daha sonra trendin durması ve giderek tersine dönüp, “merkez” sağ ve solun, popülist akımların hattâ düpedüz faşist hareketlerin dönem dönem beslendiği bir depo haline gelmesi bu yüzdendir. Ve alt sınıfların kendilerini dönüştürebilir olmak şöyle dursun dönüşebilir bir özne olmaktan uzaklaşmalarının, bu derin özgüven/inanç algısını yitirmelerinin safhalarını, konjonktürel tezahürlerini ifade eder.
Türkiye’de AKP iktidarı ile birlikte -bu parti hükümette kalsa da, yerini bir başkası alsa da- artık pekişme, kurumsal mekanizmalarını takviye ve sağlamlaştırma aşamasına geçmiş olan orta sınıf/burjuva iktidar düzeninin alternatifi, geleneksel sol/sosyalist, sosyal demokrat düşünüş ve diskurun ekonomi -politik modelleri içinden canlandırılabilir olmaktan çıkmıştır. Bu alternatif, insanî-toplumsal bir varoluş sorununun kökten bakışında ve bu bakışın gerektirdiği çok boyutlulukta tasarlanabilir ancak.
AKP’nin en otantik tarzını temsil ettiği orta sınıf iktidarını şekillendiren Türk devleti, 2004 Aralık’ında güçlü ihtimalle AB’ye üyelik müzakerelerinin başladığı bir sürece girdiğinde; bu aynı zamanda AB ve ABD’nin -Batı/Kuzey ittifakının- birlikte yürüteceği bir stratejinin önemli ve kritik bir ayağı olacağı anlaşılan o mahut “Büyük -genişletilmiş- Ortadoğu” projesinde üzerine düşen rolü benimsediği anlamına da gelecektir. AKP yönetiminde bir Türk devletini çok daha işlevsel kılacak AB ve ABD’nin “dış desteği” ile takviye edecek bu süreç Türkiye’yi kendi ulusal sınırları dışında çok daha aktif ve “ilgili” kılacağı, dolayısıyla sorun/çözüm algı ve tariflerimizi “millî” çerçevenin dışına taşıracağı için, alternatif tasarımlarının da bu boyutu içermesini, hattâ odağına yerleştirmesini zorunlu kılabilecektir. “Milli sınırlar”ı içine kapanması, kendi “özü”ne aykırı olan ve enternasyonal bir çerçevede düşünmek, davranmak için “zorlama”ya ihtiyacı olmaması gereken sol; Türkiye’yi insanî-toplumsal zilletlerin her türünün toz duman ve kan fırtınaları içinde yaşandığı bu uluslar, kültürler ve tarihlerin fay hattına sürükleyen süreci, çetin bir yeniden doğuş ve silkiniş sınavı heyecanı ve azmiyle karşıladığı ölçüde var ve umutlu olmayı hak edecektir.