İNCELEMENİN ÖLÇÜTLERİ
AKP’nin dış politikasını değerlendirebilmek için burada kullanacağımız ölçüt, Türk dış politikasının yüzyılların filtresinden süzülerek gelmiş, denenmiş, “geleneksel” ve “temel” dış politika ilkeleridir. Tabiî, Türk dış politikasının “geleneksel temel ilkeleri” deyince, çok özet de olsa, sanırım bir hatırlatma yapmak gerek: Türkiye’nin bu ilkeleri Batıcılık, Statükoculuk, ve Meşrûiyetçilik’tir.[1]
Türkiye, hep Batı’ya ve özellikle de Batı Avrupa’ya yakın politika izleyegelmiş bir ülkedir. Gerek jeopolitik konumu, gerek Osmanlı’nın tarihi, gerekse Cumhuriyet’in ideolojik yapısı bunu gerektirmiştir.
Diğer yandan Türkiye, çok riskli bir jeostratejik ortamda kurulmuş bir ülkedir. Bu riskli ortam kendisine hem büyük bir önem taşır ve onu “stratejik” bir ülke haline sokar, hem de başına büyük belalar getirebilir. Böyle bir ortamda, “Stratejik Orta Boy Devlet (OBD)” olarak nitelenebilecek Türkiye, “Cihanda Sulh” deyip Statükoculuk ilkesine sarılmak zorundadır. Bu ilkenin iki anlamı ve boyutu vardır: 1) Mevcut sınırları korumak. Bu boyut, Türkiye’nin irredantizm yapmak için (irredantizm: bir ülkenin, kendi sınırlarına yakın yerlerde bulunan soydaşlarının yaşadığı toprakları kendi ülkesine katma politikası) uğraşmayacağı, bundan uzak duracağı anlamındadır; aksi halde anavatanını tehlikeye sokar. Nitekim, Hatay örneği dışında, Türkiye bu politikayı tarihte titizlikle uygulamıştır ve Hataylaşmak tehlikesi arz eden Kıbrıs’ı sonunda halletmiştir. 2) Dengeleri korumak: Türkiye, kendi bölgesinde hiçbir ülkenin tekel sahibi olacak biçimde hegemon olmasını istemez. Çünkü Stratejik bir OBD ancak denge ortamında nefes alır; aksi halde uydulaşır veya en azından “göreli dış özerkliği” çok azalır. Türkiye (ve Osmanlı, ve Bizans), tarih boyu daima denge aramıştır. Bu denge en iyi biçimde Batı ile Batı karşıtları (ör. İngiltere ile Rusya; ABD ile SSCB), o mümkün olmazsa Batı’nın kendi hizipleri arasında kurulmalıdır (İngiltere ile Fransa; İngiltere ile Almanya).
Üçüncü olarak, Türkiye Meşrûiyetçilik ilkesine dikkat edecektir. Çünkü orta boy bir ülke olduğu için hukuka ihtiyacı vardır; çünkü hukuk ancak hegemon devlet (yani bütün dünyaya ordusuyla, kültürüyle, ekonomisiyle tek başına söz geçiren devlet) tarafından (ve o da, ancak bir süre) gözardı edilebilir. Bu durumda Türkiye ya uluslararası hukuka (meşrûiyete) titizlikle uyacaktır, veya en azından uyduğu izlenimi verecek biçimde “kara kaplı kitaba uygun” hareket edecektir: çizgi dışına çıkacağı zaman bölgesel güçten veya hegemon ülkeden icazet alacaktır. Nitekim, bir irredantizm olduğu için Türk dış politikasının istisnasını oluşturan Hatay olayında bu icazet İngiltere’den alınmıştır.
AKP’NİN BAŞTAKİ DEZAVANTAJLARI
Artık konumuza girebiliriz. Fakat, önce bir hatırlatma yapmak istiyorum. Kasım 2001’de, yani AKP tek başına iktidara gelmeden bir yıl önce Mülkiye’de yayımladığımız Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular-Belgeler-Yorumlar’ın son dönem (1990-2001) “Bilanço”sunu şöyle bitirmişim (atlayarak alıntılıyorum):
“Birincisi, ABD bir ‘hegemon güç’tür ve bir ‘müdahale hukuku’ inşâ etmektedir. Türkiye ise temel politikasını (çok isabetli olarak) dengeci statükoculuk üzerine inşâ etmiş bir Orta Boy Devlet’tir... İkincisi, (...) bu ‘insani müdahaleler’ zinciri bir model halini alırsa, Türkiye istese bile bundan kopamaz ve gitgide dış politikasını ABD’ye endekslemiş olur (...) Üçüncüsü, ekonomisinin dışa bağımlılığı fevkalade yükselmiş bir ülke için bu tehlike daha da ciddidir. Şu anda dahi 1950-60 dönemini aratır biçimde dışa bağımlı hale gelen böyle bir Türkiye’nin, mevcut koşullarda, dış politikada ciddi bir tıkanma riskiyle karşı karşıya olduğu ve hiç yapmak istemeyeceği eylemlere zorlanabileceği rahatlıkla söylenebilir”.
Yani, AKP başa geldiğinde Türkiye’nin iç ve dış durumu çok sıkışıktı. 2001 sonu istatistiklerine göre, toplanan bütün vergiler borç faizlerini ödemeye yetmemiş, % 2.3 açık kalmıştı. Dış borç 150 milyar, iç borç 100 milyar dolardı. Üstelik, Şubat 1999’da ABD’nin Apo’yu getirip teslim etmesi olayı üzerine Türkiye bu ülkeye bir de manevi olarak borçlu kalmıştı. Bütün bunların yanı sıra, Türkiye bölgede ve uluslararası planda yalnızdı. Araplarla ve AB’yle hiçbir zaman iyi ilişkiler kuramamıştı ve gerek Ermeni Tasarıları gerek Kıbrıs gerekse K.Irak’ta Kürt devleti kurulması sorunları ABD’nin aşırı taleplerine hayır demeyi çok güçleştiriyordu.
Kasım 2002 sonunda iktidara gelen AKP, Bush yönetiminin Irak işgâli projesini ve buna ilişkin bitmez tükenmez ABD taleplerini kucağında buldu. Diğer yandan, Ecevit koalisyonlarının Ekim 2001’de başlattığı AB’ye uyum (yani, demokratikleşme) sürecinde reformlar Sevr Paranoyası’nın (“Aman, demokratikleşme gelirse ülkemiz parçalanır!”) çok ciddi direnişiyle karşılaşmaktaydı. Üstelik AKP, iktidara geldiğinde devlet tecrübesi yok denebilecek bir partiydi ve üstelik “meşrûiyet”i bile tartışılmaktaydı.
Aradan yalnızca 1.5 yıl geçmiş bulunuyor. Bu sürenin çok kısa oluşunun yanına bütün bu yukarıdaki durumlar da katıldığında, AKP’nin dış politikasını felsefe ve makro tutarlılık açısından değerlendirmek için aslında fazla erken olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, Türkiye’nin içte ve dışta kapsamlı bir kabuk değiştirme operasyonu yürüttüğü şu son yıllarda, AKP’nin dış politikasını ancak kimi örnekolayları ele alarak sınırlı olarak incelemek mümkün olduğu kanısındayım.
Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1) AB Uyum Paketleri; 2) Irak’ın işgâli; 3) Kıbrıs çözümü. Burada yapacağımız şey, bu üç olayda AKP’nin Türk dış politikasının geleneksel temel ilkelerine uygun hareket edip etmediğini araştırmaktır.
AB UYUM PAKETLERİ
Yukarıda da söylediğim gibi, bu süreci başlatan AKP değildi. Bu olay Ecevit (koalisyon) döneminde, insan haklarından sorumlu devlet bakanı Nejat Arseven zamanında başlamış, Ekim 2001’de 34 adet Anayasa değişikliği yapılmış, Şubat 2002’den itibaren üç tane AB Uyum Paketi çıkartılmıştı.
AKP Kasım 2003’te tek başına iktidara gelince, aynı göreve getirilen Ertuğrul Yalçınbayır daha büyük bir istek, irade ve ivmeyle, ve eskiden olduğunun aksine diğer koalisyon partileri tarafından kösteklenmeden çalışmak şansını arkasına alarak devam etti. Zaman içinde dört tane AB Uyum Paketi, bir de on maddelik Anayasa paketi çıkarıldı. Buna çeşitli genelgeler eklendi.[2] Denebilir ki, 1930 modeli ulus-devlet zihniyetinin bütün partileri avucuna aldığı Sevr paranoyası ortamında AKP’den başka bir parti bu paketleri bu denli istekle çıkartamazdı. Üstelik, önceki hükümete oranla kıyaslanmayacak kadar büyük bir bürokrasi direnciyle karşılaşıldığı bir ortamda.
AKP’NİN AB’Cİ OLMASININ NEDENLERİ
Bir “İslâmcı” partinin böyle bir şey yapması acayip gözükebilir. Oysa, çok mantıklıydı.
1) AKP’nin kendisi bir azınlıktı. Son olarak Mart 2004 yerel seçimlerinde % 34 oy alan partideki İslâmcı çekirdeğin oyu % 10 civarındaydı, gerisi protesto oyuydu. Onun için AKP başka azınlıkların neler çektiğini anlıyordu; insan ve azınlık hakları konusunda hızlı gidiyordu.
2) Bu % 24 protesto oyu partiyi hızla AB’den yani demokrasiden ve refah aramadan yana yöneltmekteydi.
3) AKP ile AB’nin karşıtları ortaktı: “ülke parçalanır” gerekçesiyle demokratikleşmeye karşı çıkanlar ve başta da bir kısım asker-sivil bürokrasi.
4) En önemlisi, AKP kendinden önceki hükümetlerin aksine, milliyetçilik ideolojisiyle malûl değildi; bu ideolojinin at gözlüğünü takmamıştı; olayları olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görüyordu. 1920’lerde çok ilerici bir ideoloji olan Kemalizm’in 2000’lerde düştüğü vahim hataya düşmüyordu; ülkedeki alt kimliklerin kendilerini ifade etmelerinin parçalanmaya değil, tam tersine, zorunlu vatandaştan gönüllü vatandaşa geçişi getireceği için, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne katkıda bulunacağını anlıyordu.
Bütün bu “üstyapı” ögelerine eğer şu çok önemli “altyapı” ögesini katmaz isek, konuştuklarımız havada kalır:
5) Anadolu’nun “İslâmcı” sermayesi kendisini 1980’lere kadar ulusal kapitalizm yanlısı ve uluslararası sermaye (Avrupa Topluluğu vs.) karşıtı olarak ilân etmişti. O dönem, bu sermaye, TÜSİAD tarafından temsil edilen büyük sermayeye tâbi idi. Fakat bir noktadan sonra, Özal’ın ekonomi politikaları ve küreselleşme tarafından mümkün kılınan “intermestic” (international-domestic; yerel kuruluşların uluslararası bağlantı kurması) ilişkiler sonucu bu sermaye uluslararası kapitalizme eklemlendi[3] ve ondan sonra da ona ekonomik açıdan itiraz yükseltmedi. Genel tutumunu da ona göre değiştirdi. Örneğin anti-semitizm daima İslâmcıların ana temalarından biri olduğu halde, İslâmcı sermayeyi temsil eden MÜSİAD’ın (Müstakil Sanayiciler ve İşadamları Derneği; buradaki M’yi çok kimse hâlâ “Müslüman” sanır ve bu harfin seçimi belki de böyle sanılsın diyedir) üyeleri İsrail devletinin 50. kuruluş yıldönümü onuruna Mayıs 1998’de İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu’nun verdiği kokteyle içki içmeksizin katıldılar. Çünkü bir süredir İsrail, Türkiye’nin çok önemli bir stratejik ve ekonomik partneri olmuştu. AKP’nin dış politikasının AB’ci olmasına bu altyapısal neden de büyük katkıda bulundu.
Gerçi AKP temel noktaların üzerine gitme cesaretini kendinde bulamadı. Örneğin, “azınlık yaratmak” gerekçesiyle durmadan parti kapatılmasına yol açan, Anayasa’nın 3/1 maddesindeki “milletin bölünmezliği” hükmünün (ve bunun çeşitli yasalara yansıma durumlarının) demokrasiyi ortadan kaldıracak biçimde anlaşılmasını önleyecek bir değişiklik getiremedi. Veya, Radyo ve Televizyon Kurumları Kuruluş ve Yayın Kanununda, yayınların kural olarak Türkçe yapılacağı biçimindeki hükme dokunamadı ve bu durumda bu yayınların yapılışı trajikomik durumlar gösterdi. Dil kurslarının engellenmesi için bina kapılarının 5 cm dar olduğu bile bahane edildi. Özel mülkiyetin ve Lozan’ın geçerli olduğu bir ülkede gayrimüslim vakıflarının ellerindeki mallara 2003’e varıncaya kadar bilabedel el konuldu ve bu tarihten sonra da bunları tapuya tescil etmemek için Vakıflar Genel Müdürlüğü “cansiperane” direnişler sergiledi.[4]
Bununla birlikte, bu kadarı bile büyük başarıydı. Sevr Paranoyasının kol gezdiği bir ülkede asker ve sivil bürokrasiden gelen direncin aşılması kolay değildi. Nitekim, AB yetkilileri de bunu anladılar ve yapılanları övmeye başladılar.
AB’NİN TÜRKİYE’YE İHTİYAÇ DUYDUĞU AN
Bu sırada AB iki çok önemli olayla burun buruna geldi: 1) Irak’ın ABD tarafından işgâlinden çok korktu, çünkü hiçbir askerî boyutunun olmamasının da getirdiği bir çaresizlik sonucu, üyeleri bu olayda ikiye bölünmüştü; 2) ABD’nin aksine tecrübeli Avrupa, “İslâmcı” terörün getirdiği korku havası içinde, bataklık bombalayarak sivrisinek öldürülemeyeceğini gördü. Bu iki çok önemli durum, aynen 1950’de Kore Savaşı’nın ABD’yi alarma geçirmesi gibi, AB’yi alarma geçirdi ve örgüt gözünde Türkiye’nin stratejik önemini doruğa çıkardı: Türkiye hem askerî boyuttan yoksun AB’ye kriz bölgelerine ulaşma olanağı tanıyacaktı, hem de demokrasi ile İslâm’ın bağdaşabildiğini kanıtlayarak AB’nin terör şerrinden kurtulmasına katkıda bulunacaktı.
İşte bu durumlar AKP’ye (ve tabiî, Türkiye’ye) büyük avantaj sağladı. Verheugen başta olmak üzere bütün önemli AB yetkilileri bu iki durumu dile getirmeye ve Türkiye’nin kendileri için çok büyük önem taşımaya başladığı söylemeye başladılar. Buna bir de sözünü ettiğimiz kararlı AB Uyum Paketleri eklenince, AB Türkiye’ye yanaştı. Aralık 2004’te Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için gerekli koşullar oluştu. Aslında, bu müzakere tarihinin verileceği, dikkatli bir gözlemci için 2003 Mayıs’ından itibaren belliydi.5 Sonuçta, AKP’nin AB politikasının kararlı ve başarılı olduğu kanısındayım.
IRAK’IN İŞGÂLİ
AKP’nin Irak’ın ABD tarafından işgâli üzerine uyguladığı politika, o zor ortamda ciddi iniş-çıkışlar ve tutarsızlıklar gösterdi.
6 Şubat 2003’te AKP, Türk liman ve havaalanlarının ABD asker ve teçhizatını alabilecek biçimde modernize edilmesine izin veren birinci tezkereyi 193’e 308 oyla TBMM’den geçirdi. Bunun hemen arkasından, bir yandan ABD askerlerinin Irak’a saldırı için Türkiye toprağına yığınak yapması, diğer yandan Türk askerinin K.Irak’a girmesini öngören ikinci bir tezkere için hazırlıklar yapılırken, ABD askerinin gelmesi konusunda Bush yönetimiyle müzakereler başladı. Ekonomik unsurlara (Türkiye’ye ABD yardımına) ağırlık verilen bu pazarlıklarda ABD diplomatlarına kök söktürüldü. Liman ve havaalanı modernizasyonu için gelecek 1600 kadar Amerikan teknik personelinin hangi hukuka tâbi olacağı görüşmeleri bile yaklaşık 15 gün sürdü.[6]
Bunun birbirine zıt iki tür etkisi oldu. Bir defa, bu uzun pazarlıklarla ABD muazzam zaman yitirdi ve bu arada uluslararası alanda ve Türkiye’de anti-Amerikan kamuoyu çok büyüdü. İkincisi, bu ekonomik yardım görüşmeleri dış dünyada “Bezirgân Türkiye” sloganıyla ifade edilebilecek bir atmosferin oluşmasına yol açtı; Türkiye başkasının toprağına tecavüze izin vermek için kendini mümkün olduğunca çok paraya satmaya çalışan bir görünüm verdi. Bu etkiler bir yana, AKP bu çekişmeli pazarlıklarda ister istemez şu imajı vermişti: “Pazarlık tatlıya bağlanınca ABD askeri gelebilir”. Bu mesajı böyle alan ABD, İskenderun limanı açıklarına donanma yığdı.
MART 2003 RET TEZKERESİ VE ÇELİŞKİLERİ
Bu sırada, 62.000 yabancı askerin gelmesine ve Türkiye’nin K.Irak’a asker göndermesine izin veren tezkere TBMM’ye sunularak 1 Mart’ta oylandı. AKP’nin kendi grubunu serbest bıraktığı (grup kararı almadığı) ve oylamanın gizli yapıldığı oturuma 533 milletvekili katıldı, AKP’nin 97 fire verdiği hesaplanan oylamada 264 kabûl, 250 ret, 19 çekimser oy kullanıldı ve tezkere, gerekli olan salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi.
Bu sonuç, kendilerinin aldatıldığı kanısına kapılan ABD yetkililerinin büyük öfkeye kapılmasına yol açtı. Diğer yandan da, AKP’nin ABD’ye bir anlamda kendini mecbur hissetmesine sebep oldu. AKP bu arada başka bir, hattâ iki baskı altında bulunuyordu: 1) Kimi büyük basının desteğini arkasına alan bir grup, Türkiye’nin ABD yanında Irak işgâline katılması gerektiğini, Türkiye’nin bundan çok kâr edeceğini çok yüksek sesle tekrarlamaktaydı (bkz. dipnot no.14). Kimileri ise bu “gerekliliği”, korku yaymak suretiyle ileri sürüyordu. Örneğin Cengiz Çandar, “Türkiye Irak’a girmezse parçalanır” diyordu.[7] 2) Türkiye’nin Musul petrollerinden alacağı olduğunu hatırlatan kimi gazeteciler, Irak’ın bu sıkışık durumunda bu konuda bastırmak gerektiğini ileri sürmekten çekinmemekteydiler.[8]
Bu çok önemli ret kararının çok önemli sonuçları oldu.
Bir defa, Türkiye’ye bir özgüven geldi. Kamuoyu araştırmalarına göre, saldırıya % 85.9 ilâ 94 oranında karşı olan halk, ilk defa parlamentosunu sevdi.[9] Dünya, Türkiye’nin bir “muz cumhuriyeti” olmadığını anladı. Ne kadar isteksiz de olsalar; uluslararası medya, kamuoyu ve çeşitli ülkeler daha önce Türkiye’ye yaptıkları “paralı asker” muamelesini bırakıp takdir belirttiler; “Türk Meclisi Rüşveti Reddetti” başlıklı yazılar çıkmaya başladı.[10] Daha önce, pazarlıklar sırasında Türkiye’yi Amerikan generalleri önünde göbek atan ve sutyenine dolar sokturan bir dansöz biçiminde çizen Amerikan karikatürleri, bu ret kararından sonra aynı karikatüre ikinci bir kare daha eklediler: aynı dansöz, bir kalça hareketiyle Amerikan generalini masasından aşağı yuvarlıyordu. Bir diğer karikatürün birinci karesinde Bush “Irak’ta demokrasi görmek istiyoruz” derken, ikinci karede “... ama Türkiye’de değil” demekteydi. 6 Mart 2003’te Çin’in de işgâle karşı çıkma açısından Fransa-Almanya-Rusya üçlüsüne katılmasının bu kararla ilgisi olup olmadığı ise tartışmaya açıktır.
Ret kararının bir diğer sonucu, AKP’nin bundan korkması oldu. Bu korku, K.Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhindeki gösterileriyle birlikte arttı. Bu sırada, İskenderun’daki Amerikan birlikleri sınıra doğru harekete geçti. Bu olay üzerine Genelkurmay’ın yaptığı açıklamadan ortaya çıktı ki, ilk tezkerenin kabulü üzerine Genelkurmay ABD’yle 8 Şubat tarihini taşıdığı anlaşılan gizli bir mutabakat imzalamış ve Mardin-Kızıltepe-Nusaybin-Oyalı arasındaki bölgede “merkez lojistik üs” kurma hakkını bu ülkeye vermiştir ve ABD askerî donanımlarının “harbin sonuna kadar” bölgede kalacağı da kararlaştırılmıştır.[11] Hükümet de, bir süre sonra, AB’nin talebi üzerine Iraklı 3 diplomatı “görevleriyle bağdaşmayan faaliyetler”de bulundukları gerekçesiyle sınır dışı edecek,[12] Irak’a asker gönderileceğine ilişkin demeçler verecektir.[13]
Bugün vakit henüz çok erken olduğu ve belgeler ortaya çıkmadığı için, hükümetin bu tutumunun nereden doğduğu belli değildir. ABD’den ürkmekten, Genelkurmay’ın gerek PKK’yı kontrol altına almak gerekse Musul’a girmek planından, veya her ikisinden birden doğmuş olabilir. Ama, böyle bir Genelkurmay baskısı var idiyse AKP’nin buna karşı çıkmadığı veya çıkamadığı ortadadır. En azından, K.Irak’ta bir Kürt devleti korkusu Türkiye’nin hareketlerini çok etkilemektedir ve AKP’nin çelişkili tavırlar takınmasına yol açmaktadır. Büyük gazetelerin, TOBB’un ve TÜSİAD’ın, yani Türkiye burjuvazisinin Irak’a girilirse işlerin açılacağı, yoksa zarara uğranılacağı kanısını durmadan belirttiğini de ekleyelim ve ordunun da asker göndermeyi desteklediğini ilave edelim.[14]
K.IRAK KÜRTLERİNİN TÜRKİYE’YE HEDİYESİ
Fakat, Irak’a sadece güneyden girmeye karar vermiş olan ABD, özellikle tek destekleyicisi olan K.Irak Kürtlerinin baskısıyla, artık tutum değiştirmiştir: “K.Irak’a girerseniz, askerleriniz ile Kürtler ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma çıkması riski vardır”[15] demektedir. Amerikan yetkililerinin söylediklerine göre ABD, savaşta dost güçleri belirlemek için uçaklarına özel kodlar yüklemiştir ve Türkiye eğer K.Irak’a tek yanlı (yani, ABD’nin izni olmadan) girerse yanlışlıkla vurulabilecektir.[16]
Bu sırada 20 Mart günü, TBMM’de üçüncü bir tezkere oylanır ve 202 ret oyuna karşılık 332 oyla kabul edilir. AKP’ye 40 fire verdirdiği hesaplanan tezkere Türk Silahlı Kuvvetlerinin K.Irak’a gönderilmesine ve yabancı hava kuvvetlerinin Türk hava sahasını kullanmasına altı ay süreyle izin vermektedir. Zaten, aynı gün, Irak’a ABD saldırısı da başlar. Bu olaydan sonra da AKP’nin iniş-çıkışları devam edecektir. Başbakan Gül bazen Irak’a girmek, bazen girmemek yönünde demeç verecektir. Bu ortamda, tüm televizyonlarda emekli paşalar ve ayrıca “sivil paşalar” ABD ordusunun nereden nasıl ve ne kadar güçlü biçimde vuracağını döne döne anlatmakla ve tahlil etmekle meşgûldürler. Bu ulusal histeri ortamında yine de Genelkurmay, savaşı en az isteyen pozisyonundadır.[17] Mamafih, bütün bu savaş çığlıkları ABD ve İngiltere’nin zorlanmaya başlamasıyla azalacak, Bağdat’ın düşmesinden sonra gelişen sivil direnişin işgâlcileri şaşkına çevirmesiyle birlikte de susacaktır. (Bununla birlikte, ABD’nin bu saldırıyı yalnızca yalanlara dayandırdığının ortaya çıktığı bugün bile [29 Haziran 2004] ve Bush yönetiminin Irak’daki sorumluluğu kendi atadığı Irak sivil yönetimine tam bir “ver-kurtul” biçiminde iki gün erkenden devrettiği bir sırada dahi, Türkiye’deki bu savaş çığırtkanlarından ve “Musul’dan paramızı isteriz”cilerin hiçbiri “Yanlış tahlil yaptık” demek cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebilmiş değildir).
Türkiye’nin Irak’a girmekten ve böylece ABD askerlerinin gittikçe artan biçimde altında ezildiği büyük belayı başına sardırmaktan, ancak diyalektik bir süreç sonucu, K.Irak Kürtlerinin Türk askerinin gelmesine çok ciddi biçimde karşı koyması sayesinde kurtulacaktır.
Bütün bu süreç sırasında Türkiye’nin elini-kolunu bağlayan ve davranışlarını en çok etkileyen olay, K.Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması olasılığıdır, çünkü Türkiye kendi Kürtlerinden emin değildir, onları mutlu edemediğini bilmektedir. AKP’ye gelince, bu korkudan kendini kurtaramamasının yanı sıra, ABD’den ürkmek ile Müslüman bir ülkeye yapılan gayrimeşrû saldırı arasında sıkışmıştır. Hükümet çok kararsız davranışlar göstermiştir.
Sonuç: Yine de, ister bilinçli ister ne yapacağını bilememekten olsun (ki, bu ikinci olasılık daha güçlü gözükmektedir), AKP’nin 1 Mart tezkeresinin reddine giden süreçte gösterdiği tutum ancak bir “Güzel Kararsızlık” olarak nitelendirilebilir. Bu sayededir ki Türkiye’nin “ABD’nin adamı” ve “AB’ye girmek isteyen Truva Atı” imajları silinecek ve AB’nin Aralık 2004’te Türkiye’ye vermesinin muhakkak olduğunu düşündüğüm müzakere tarihine büyük katkıda bulunacaktır. Eğer AKP maazallah “kararlı” olmuş olsaydı, o ortamda büyük olasılıkla asker gönderme yolunda karar verecek ve Türkiye’nin “Amerika’nın adamı” imajını daha da pekiştirecekti. “Kararsız” kalışı Türkiye’ye çok hayırlı olmuştur.
KIBRIS ÇÖZÜMÜ
Irak işgâlindeki inişli-çıkışlı ve kararsız tutumunun aksine, AKP’nin Kıbrıs’ta çözüm için sunulan Annan Planı hakkındaki politikası, aynen AB Uyum Paketlerinde olduğu gibi net, kararlı ve olumlu oldu.
AB Uyum Paketlerinde harekete geçen Sevr paranoyası aynen burada da söz konusuydu: “Kıbrıs’ta ver-kurtul yapılmak isteniyor, yapılamaz. Ayrıca, Kıbrıs, Anadolu’nun savunulması için yaşamsal önemdedir”.[18]
Bu yaklaşımın Türk dış politikasının geleneksel statükocu ve meşrûiyetçi tutumuyla ilgisi yoktu; ondan kesin bir sapma niteliğindeydi. Çünkü Kıbrıs’ta çözüm istememek ve “çözüm çözümsüzlüktür” demek, Kıbrıs’ı Türkiye’ye bir biçimde dahil etmek anlamını taşıyordu ve resmen yayılmacılıktı. Diğer yandan, Türkiye’nin adayı elinde tutması uluslararası hukuk açısından savunulamaz bir tutumdu ve Türk dış politikasının meşrûiyetçi politikasına büyük darbeydi. Türkiye Temmuz 1974 harekâtında hukuken haklı idi, çünkü 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine göre adada anayasal düzen tehlikeye girdiği zaman müdahale hakkı vardı ve Samson darbesi yasal devlet başkanı Makarios’u düşürünce bu hakkını kullanmıştı. Ama adadaki anayasal düzen iade edilince Türk Silahlı Kuvvetlerinin adada kalması için hukuksal bir dayanak kalmamıştı.
Diğer yandan, eğer ada Anadolu’nun savunulması için elzemse, 1974 harekatıyla Türk silahlı kuvvetleri adaya çıkmadan önce Anadolu’nun nasıl savunulabildiği sorusu ortaya çıkmaktaydı. Üstelik, Kıbrıs Anadolu’nun savunulması için gerekliyse, Kıbrıs’ın savunulması için Mısır da gerekliydi ve bu çizgi güney Afrika’ya doğru uzatılabilirdi.
AKP, bütün bu baskılara tutarlı ve kararlı biçimde direndi. Annan Planını destekledi. Sonucunu da aldı: Kıbrıs Rumlarına rağmen Kıbrıs Türkleri Plan’a “evet” dediklerinde Türkiye için Kıbrıs sorununun yıllardır getirdiği büyük izolasyon sona erdi. Tam tersine, Kıbrıslı Rumlara Batı baskısı başladı. Kıbrıs, 1974’ten beri ilk defa Türkiye için büyük başağrısı olmaktan çıktı ve hattâ Türkiye’nin barışçı tutumu için örnek gösterilmeye başlandığı için AB’yle ilişkilerin düzelmesinde en önemli ögelerden biri haline geldi.
Sonuç: AKP’nin Kıbrıs politikası tam anlamıyla başarılı olmuştur ve hattâ bu konuda korkunç bir tabuyu yıkarak Türkiye’ye büyük katkıda bulunmuştur, kanısındayım.
SONUÇ
Burada, makalenin başında söylediğime geri dönüyorum:
AKP’nin dış politikasını genel bir tahlile tâbi tutmak için henüz erkendir. Üstelik, AKP iktidara geçtiğinde ortam çok olumsuzdur ve parti bütün bu olumsuzlukları kucağında bulmuştur. Nihayet, 250 milyar doları aşkın borcu olan bir devletin dış politikada güçlü olması zordur.
Bununla birlikte, şimdilik şu kadarı söylenebilir ki, AKP’nin dış politikası şu ana kadar Türk dış politikasının Batıcılık, Statükoculuk, ve Meşrûiyetçilik biçimindeki temel (ve ideal) ilkelerine uygun yürümüştür. İncelemiş olduğumuz üç örnekolay da buna işaret etmektedir.
Batıcılık’a uygundur, çünkü AB eksenli bir politika ödünsüz ve güçlü biçimde izlenmiştir.
Statükoculuk’a ve Meşrûiyetçilik’e uygundur, çünkü Kıbrıs’ta bir tür ilhaka değil AB-ABD-BM ekseninde bir uluslararası çözüme gidilmiştir (“sınırların aynen korunması”, “irredantizm yapılmaması”). Ayrıca, Statükoculuk’un “dengelerin korunması” koluna da azami dikkat gösterilmiştir. Çünkü hem İran ve Suriye başta olmak üzere “doğulu” ülkelerle ilişki sürdürülmüş ve bunların ABD tarafından “terörist devlet” olarak nitelenmesine karşı çıkılmıştır,[19] hem de AB’ye yaklaşarak ABD dengelenmek istenmiştir. Ayrıca, 8.5 milyar dolarlık kredinin “Türkiye’nin tek başına Irak’a girmemesi” biçimindeki siyasal koşuldan arındırılmaması halinde kullanılmayacağı ilân edilerek[20] ABD’ye karşı bu ortamda mümkün olan siyasal özerklik dile getirilmeye çalışılmıştır.
Bütün bunlar, Türkiye gibi bir Stratejik OBD açısından yaşamsal önemdedir. Türkiye gibi her an ip üzerinde yürüyen bir ülkede özellikle bu denge arayışı, AKP iktidarının bir yandan içte ve özellikle de ekonomide göstereceği performansa, diğer yandan da AB’ye yaklaşmakta göstereceği başarıya bağlı gözükmektedir ki, birincisi epey ikincisi ise ciddi biçimde umut veriyor.
Sonuç’un sonucu: Bugüne kadar uygulandığı biçimiyle, AKP’nin dış politikasının tarihsel çizgiye uygun düştüğü ve olumlu olduğu kanısındayım.
[1] Bu çok kapsamlı ve önemli konuyu burada anlatabilmem mümkün olmadığı için bkz. B.Oran, “Türk Dış Politikasının Temel İlkeleri”, (ed.B.Oran), Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Günümüze Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, 9. baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s.46-53. Burada yapabileceğim, sadece, tavşanın suyunun suyu bir özettir.
[2] Bunların herhalde en önemlisi, polis ve jandarmanın gösterilere “keyfî, haksız, aşırı” müdahalede bulunmaması, gösterileri kameraya almaması, katılanları fişlememesi, silâhsız ve zararsız gösterilere 1 saat boyunca müdahale etmemesi, basın bildirisi okumaları engellememesi, vb. konularında İçişleri Bakanlığı’nın 18 Haziran 2004’te yayımladığı genelgedir. Bkz. Radikal, 19.6.2004.
[3] Örneğin, Çorum’daki yerel bir şirket Alman ordusu için pantolon üretmektedir. Bu tür gelişmeler, kamu fonlarının Anadolu’daki işadamlarına çok avantajlı bir biçimde dağıtılması sayesinde sağlanmıştır. Nitekim, 1990-96 döneminde kamu kaynaklarının % 54.5’i, Anadolu’da esas olarak pamuk ipliği üreten “küçük ve orta ölçekli işletmelere” tahsis edilmiş, 10 milyonluk İstanbul gibi nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı bölgeler ancak % 46.6 almıştır. (Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 2.09.1997. Bayramoğlu, TOBB’un çıkarmakta olduğu Forum dergisinin Temmuz 1997 sayısında Mustafa Sönmez’in yayımladığı yazıdan alıntı yapmıştır.
[4] Bkz. B.Oran, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar-Lozan-İç Mevzuat-İçtihat-Uygulama, İstanbul, TESEV Yay., Temmuz 2004, s.101-110. VGM’nin bu tutumu “sayesinde”, tescil edilebilen taşınmaz oranı, Mayıs 2004 sonu itibariyle yalnızca %18.66’dır.
[5] AB yetkililerinin bu sözleri ve yorumlanmaları için www.baskinoran.com sitesindeki 155 sayılı ve 30 Mayıs 2003 tarihli yazıma bakınız. Irak işgâlinin AB’yi nasıl etkilediği ve Türkiye’nin nasıl stratejik önem kazandığı konusunda geniş bir analiz için şu yazıya bakılmalıdır: B. Oran, “The Meeting Point: Thoughts on a Potential Geostrategic Interaction Between a ‘Challenger’ and a ‘Strategic Medium State’ ”, Turkey and the EU, From Accociation to Accession? Record of the High-Level Round Table Conference, Amsterdam, 2004, s.183-188.
[6] Mart 2003 sonuna kadarki ayrıntılar için bkz. B.Oran, “ABD’nin ve Türkiye’nin Irak ve Kürtleri Politikası”, Birikim, s. 168 (Nisan 2003), s.10-25.
[7] Neşe Düzel’in röportajı, Radikal, 13 Ekim 2003.
[8] Türkiye’nin bu alacağı konusunda bkz. İlhan Uzgel-Ömer Kürkçüoğlu, “Batı Avrupa’yla İlişkiler”, (ed.B.Oran, Türk Dış Politikası..., s.269-271’den Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, gözden geçirilmiş 2. basım, Ankara, Ayraç Y., 2003).
[9] SONAR’ın 18 ildeki araştırması, Cumhuriyet, 1 Mart 2003.
[10] Radikal, 6 Mart 2003’den El Kudüs gazetesi, 4 Mart 2003.
[11] Mustafa Balbay, Cumhuriyet, 10 Mart 2003.
[12] Milliyet, 6 Nisan 2004.
[13] Abdullah Gül: “Irak’a Asker Gönderebiliriz”, Radikal, 21 Nisan 2003.
[14] Örneğin bkz. Özilhan: “Tezkere Çıkmalı”, Cumhuriyet, 01 Mart 2003; Özkök: “Savaşanlara Yardımcı Olmalıyız”, Milliyet, 6 Mart 2003; Demirel: “Bugün Irak’ta ABD’nin yanında yer almamız şart”, Milliyet, 19 Mart 2003; D.Baykal: “Irak’a On Binlerce Asker Girmeliydi”, Milliyet, 23 Mart 2003; Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı Nuri Gürgür: “Türkiye K.Irak’ta Tarihinin En Büyük Şansını Kaybetti”, Zaman, 13 Nisan 2003; Sakıp Sabancı: “Tezkereden 100 Milyar Dolar Kaybımız Oldu”, Milliyet, 9 Mayıs 2003.
[15] Bush’un özel temsicisi Halilzad’ın demeci, Milliyet, 16 Mart 2003.
[16] Cumhuriyet, 20 Mart 2003.
[17] Bkz. Derya Sazak, “Özkök ve Sivil Paşalar”, Milliyet, 27 Mart 2003.
[18] Kıbrıs çözümü konusunda bunları anlatan yazılar için www.baskinoran.com adresine ve buradaki özellikle 191, 194, 199, ve 202 sayılı yazılara bkz.
[19] İsmet Berkan, “Suriye’ye Savunmak Bize mi Kaldı?”, Radikal, 12 Nisan 2003; “Gül Şam’la Köprü Kuruyor”, Radikal, 30 Nisan 2003.
[20] Radikal, 28 Haziran 2004.