25 Mayıs 2004’te Diyarbakır’da gerçekleştirilen açık oturumun katılımcıları şunlardır: Şeyhmus Diken, Yazar, STK aktivisti. Selim Ölçer, Tıp Doktoru, TİHV Kurucusu. Nebahat Akkoç, Ka-Mer Başkanı Necdet İpekyüz, Doktor, Diyarbakır Tabip Odası eski başkanı Muhsin Bilal, Avukat, Diyarbakır Barosu Üyesi.
DİKEN: Arkadaşlar konuşacaklarımız ve bizden istenen Kürt Sorununun bugün varılan noktadaki tezahürü. Gündelik hayata yansımaları. Gündelik hayatta Kürt sorununa dair karşılaşılan sıkıntılar. Belki çözüme dair çıkış noktaları yakalama anlamında ipuçları, perspektifler olabilir.
Hepimizin de malûmudur. Son 20 yıldır çok ciddi şiddet atmosferi yaşandı. Şiddetten dolayı hem bölge hem de Türkiye çok ciddi yaralar aldı. Gündelik rutin yaşam alabora oldu. Ama son 5-6 yıldır özellikle 1999 seçimlerinden bu yana göreceli şiddetsiz günler yaşıyoruz. Ama bu durum, bu şiddet atmosferi tümüyle ortadan kalkmış değil! Halen tehlike var gibi görünüyor. Tekrar şiddet yeniden gündeme gelebilir.
Belki bizim bugün konuşacaklarımız denize düşen damla kabilinden çözüme katkı sunabilir. Barış kültürünün kalıcılaştırılması, toplumda yerleşmesi için gündelik hayatta bu sorunun çözümsüzlüğünden kaynaklı sorunları değişik alanlardan gelen insanlar olarak konuşabiliriz. Mesela örnek olsun diye işte rehabilitasyon, işsizlik ve istihdam, göç, özellikle zorunlu göç ve köye geri dönüş, kentlerin varoşlarındaki yaşam ve bununla birlikte kentlere yükümlenen yakıcı sorunlar. Bir de Kürt sorununun genel manadaki bilinen talepleri gibi.
Şimdi ilk başlangıcı Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucularından ve Türkiye Tabipler Birliği eski başkanı Selim Ölçer yapabilir mi?
ÖLÇER: Gündelik hayata baktığımız zaman Diyarbakır’da çok hoş olmayan bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu tabloyu belki pratik olarak tam yerine oturtacak sosyolojik, ekonomik tahlilim olmayabilir. Ama gördüğüm bir şey var. Nüfusun çok önemli bir kısmı yoksullukla dişe diş mücadele içinde. En belirleyici parametre bu! İşsizlik had safhada. Sokaklara bakarken bunları görmek mümkün. Seyyar satıcılar tablalarındakini akşama kadar satıp evine bir şeyler götürme telaşında. Bunların büyük çoğunluğunun köy kökenli, göçle gelenler olduklarını da biliyoruz. Sokak çocukları, tinerciler ve buna benzer insanı rahatsız eden görüntülerle her an karşılaşmak mümkün.
Merkezî hükümetle yerel yönetimler arasındaki diyalogsuzluk ciddi bir sorun. Birçok hizmetlerin yürütülemeyişinin adeta sebebi bu kopukluk. Toplumla bireylerin arasında ciddi mesafeler, uzaklıklar var. Bu mesafeler, toplumun önemli bir kesimi ile merkezî hükümet görevlileri arasında da var. Belediyelerle toplum arasında da var. Aydınlarla toplum arasında mesafe var. Onu da gözlüyoruz. Aslında ikili hayat yaşanıyor Diyarbakır’da. Belli bir ekonomik gücü olan insanlar grubu ile kaderlerine terk edilmiş insanlar grubunu görüyoruz. Bunun tabiî birçok nedeni sayılabilir. Ama en çarpıcısı yaşanan savaş, yoksulluk ve göçtür.
Bir sonuç çıkıyor karşımıza, sonuçta ahlaki erozyonu gözlemliyoruz. Yoksulluğu görüyoruz, sahipsizliği ve işsizliği görüyoruz. Diyarbakır’da yüzde 60’ı tarımda, yüzde 30-35’i hizmetler sektöründe, kalan yüzde 1-2’si de sanayide çalışıyor insanların. Sanayi kenti değil Diyarbakır. Ama şimdi baktığımızda tarımdan nemalanan insanlarda da ciddi bir ekonomik zayıflama var. Bunun iki temel nedeni olabilir. Dünya piyasalarında uygulanan ekonomi politikalarda tarımın güç kaybetmesi ile birlikte diğer neden de bölgede yaşayan ve tarımla uğraşanların üretimden kopmasıydı. Köylerin boşaltılması, şiddet ortamı insanları üretimden kopardı.
DİKEN: Yani köyünde üreticiyken zorunlu göç nedeniyle can havliyle kentlere insanlar yığılınca günü kurtarmak için adeta tüketici konumuna düştüler.
ÖLÇER: Elbette öyle oldu. Tüketici konumunun yarattığı sorunları da gündelik hayatta yaşıyorsunuz. Devlete olan güvenin, devlet görevlilerinin bizzat kendisine olan güvenin kırıldığını, kalmadığını da görüyorsunuz. Yolsuzluklar, ahlaksızlıklar almış başını gidiyor. Sanki birileri buralar için böyle bir kaderi layık görmüş. Böyle bir kötü yaşama layıktırlar, bunların ağızlarına tükürelim demişler gibi! Bu toplumu bu hale soktular.
Olağanüstü hal yönetimi kalktı. İşte biraz önce sohbet ederken sen anlattın Gazi köşkünde valinin, emniyet müdürünün karşısında Kürtçe, Ermenice türküler söyleniyor. Yasalar değişiyor filan da! Bir taraftan da üretimden kopmuş ayakta durmayı beceremeyen geniş bir Kürt kesimi var.
Ve herkes de bu bedeli ödüyor. Şimdi tabiî böyle bir nüfus, insanlar grubu ne kadar hakkını, hukukunu istemekte bilinçli olabilir. Bence esas tartışılması gereken nokta budur. Mesela son seçimlerde Diyarbakır ölçeğinde katılımın yüzde 57’lerde olması çok düşündürücüdür. Siyasetten de bu insanlar umudunu keserse ne yapacaklar. Başlarına gelen her türlü bela siyasetten geldi belki. Sorunlarının çözümü de siyasetle olabilir ancak. Bir kez siyasetten umutlarını keserlerse bir daha zor dönerler.
Bunun dışında başka bir iki şeye bakacak olursak; birileri bu ülkede bazı insanların kimliklerinden rahatsızlar, sindirebilmiş değiller. Ben eminim Türkiye’nin batısına doğru gittiğimizde bu huzursuzluk örneklerini çoğaltmak mümkün. İşte o meşhur Şahmaran hikâyesi. Bendeki kuyruk acısı, sendeki evlat acısı oldukça zor barışırız mevzuu. Bu yangını söndürmek için hâlâ yeterli diyalog yok. Partiler, kurumlar, kişiler arasında hâlâ yeterli ilişki yok. Hâlâ kaygı var. Hâlâ bölgede, Diyarbakır’da dağ, taş “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” gibi Türk milliyetçiliği ideolojisini yansıtan sözlerle yazılarla doldurulmuş.
İşte Diyarbakır’ı sembolize eden kocaman bir karpuz ve karpuzun altında “Ne Mutlu Türküm Diyene”. Surlara ışıklarla yazılan aynı yazılar. Valilik sempozyum düzenliyor. “Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır” filan gibi. Görülen o ki, hâlâ bir önyargı var. Sadece kaygılarımı anlatıyorum. Yeniden bir şiddet ortamı geleceğine dair kaygılar duyuyorum. Gene dağları fetişleştiren kahramanlık sözleri duyuluyor gibi.
DİKEN: Ben tam bu noktada sözü kadın örgütlenmesinin içinde yer alan Nebahat Akkoç’a vermek istiyorum. Biz 1999 seçimlerinden sonra tek taraflı bir silâh bırakışmasına, tek taraflı ateşkes durumuyla gündelik hayata başladık. Hemen akabinde bölgede birçok yerleşim yerinde HADEP belediye başkanlıklarını kazandı. Ve bu bir anlamda şimdiye kadar muhalif olan, daraltılmış bir muhalefet içerisine hapsedilmiş olanların yerel iktidarlarla kendini ifade edebilme dönemini beraberinde getirdi. Ama itiraf etmek gerekir ki; hem kentleri yönetmek hem de kendini yönetmek anlamında bir işleyiş geliştirilirken bir taraftan da biraz önce Selim Ölçer’in ifade ettiği çerçevede hazımsızlığın göstergelerini de gördük, tanık olduk.
Yani bu yerel iktidar olmayı içine sindiremeyen karşı duran bir kesim de oluştu bu beş yıllık süreçte. Halen de var. Örnek vermek gerekirse 5 yıl içinde birçok kamu görevlisi, valisinden tutun emniyet ve askerî görevlilere varıncaya kadar Kürtler açısından simge konumunda olan Diyarbakır’ın Büyükşehir belediye başkanını ziyaret etmediler. Bir hayırlı olsun ziyaretini bile içlerine sindiremediler.
Oysa biliriz usûldendir. Bir sivil toplum örgütü yöneticisi bile seçildikten sonra ziyaret edilir. Mesela ben Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasında yöneticiyken, seçildiğimizin ilk haftasında OHAL bölge valisi Ünal Erkan ziyaretimize gelmişti. Bu hassasiyeti! gösteren devlet görevlileri! Nedense DEHAP’lı belediye başkanlarını ziyareti sindiremiyor. Onları adeta yok sayıyor. Aynı protokolsüzlük krizini bu dönemde de yaşıyoruz. 28 Mart 2004 seçimlerinden sonra bir kadın, Songül Erol Abdil Tunceli’den DEHAP’tan Demokratik Güç Birliğinin adayı olarak belediye başkanlığına seçildi. Bu başkanı AKP’li İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu telefonla kutladı ve ihtiyaçlarını kendisine iletmesini istedi. Tunceli valisi de seçimlerden üç gün sonra belediye başkanını ziyaret etti. Basından okuduk.
Ama aynı yetkililer halen de Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanını ziyaret etmemekte ısrar ediyorlar. Ve ne acıdır Başbakan yardımcısı Diyarbakır’a geliyor, protokol krizi yaşanıyor. Aslında belki de normalleşmeyi buralarda aramak gerek. Sorun çözülecekse eğer buralardan başlanmalı mı?
Şimdi bu noktada bir kadın gözüyle Ka-Mer başkanı Nebahat Akkoç’tan tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlüğü, kabûllenememe mantığını bize anlatmasını isteyebilir miyiz?
AKKOÇ: Yasalar filan değişir de hakikaten öylesine bir enkaz var ki! Ben hiçbir zaman sorunlardan bu kadar ürkmemiştim. Meseleleri neresinden tutacağız telaşına düşmemiştim. Artık neredeyse gücümüz yetmiyor. İsveç’e gitmiştim yakın zamanda. Oradaki Kürtlerle buradaki Kürtler arasındaki farka baktım. Oradakiler daha iyi durumda gibi geldi bana. Yani bence yerine yeni bir şey koymamışlar ama bıraktığımız noktada donmuş duruyorlar. Türkiye’deki gelişmeleri çok geriden takip ediyorlar bazen anlamakta zorlanıyorlar ama hiç değilse burada yaşanan dejenerasyondan etkilenmemiş durumdalar.Oysa burada öyle bir dejenerasyon yaşanmış ki! Bizim kültürümüzün çok hoş yanları vardır. Yardımseverlik gibi. Dürüst olmak için çaba göstermek, dayanışma filan gibi. Bütün bunları kaybediyoruz. Toz, duman içinde her şey. Sanki Kürt olmak her şeyi yarım yamalak yapmak için bir mazeretmiş gibi. Sokaklara tükürüyoruz, her yer çöp içinde.
Belki birazdan tartışacağız. Kürt sorunu nedir? Tek başına anadil sorunu, siyasal katılım sorunu mu? Bana göre biz Kürtlerin sorunu aynı zamanda kadın sorunudur. Aynı zamanda çevre sorunudur. Eğitim sorunudur. Topyekûn bir şiddet kültürüne sahibiz. Bu anlamda temelden bir şiddetsizlik kültürüne ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Tariflerin içinde bunların hiçbirini bulmak mümkün değil. Ben daha çok bize bakmak istiyorum.
Elbette ki, her şey bir anda değişmeyecek, düzelmeyecek. Halen bir mücadele içindeyiz. Elbetteki yerel yönetimler de o kadar rahat çalışamayacaklar. Bir geçiş dönemi yaşıyoruz.Biz de Ka-Mer olarak mesela 12 ilde çalışıyoruz. Ama Bingöl Valiliği yakın zamandaki açılışımıza gelmedi. Ama bir gün önce İstanbul’da bir namus cinayetinde öldürülen Güldünya’nın cenaze töreni devlet töreni gibi yapılmıştı. Ertesi gün kadın merkezinin açılışına gelmeyen valiliğe ben de konuşmamda dedim ki; “Cenazelerimize gelmek istemiyorsanız açılışlarımıza katılın.”
Bilinenlerin, ezberlenilenlerin değişmesi için zaman gerektiğine, zaman içinde birçok şeyin değişeceğine inanıyorum.
Yasalar ne derse desin, mantıkların değişmesi bir süreç işidir. Biz aynı insanlarla çok farklı yasalar içinde devam etmeye çalışıyoruz.
Peki bizim birbirimize tahammülümüz ne kadar diye sormak istiyorum. Mesela vali, belediye başkanını ziyaret etmedi. Ama biz de çok önemli işler yapan bir kadın kuruluşuyduk. Ben de geçmiş belediye başkanından randevu alamadığım gibi, kendisi de kurumumuza gelmedi. Yani bize yapılanı biz kime yapıyoruz gibi de bakmak lazım. İşin bir diğer zor yanı da bu!
Bence bizlerde bilime karşı bir duruş da var. Kimse öğrenmek için çaba sarf etmiyor. Orada da Kürtlük mazeret gibi kullanılıyor. Neden iki dil konuşamıyoruz. Oysa dahil olmak istediğimiz dünyada insanlar bazen birkaç dili anadilleri gibi konuşuyorlar. AB’den bahsediyorum. Kürt olmak başka bir dili öğrenmemek için mazeret olmamalı. Kafası çalışan, beynini kullanan bir toplum olmalıyız.
DİKEN: Sözün burasında isterseniz doktor Necdet İpekyüz’e dönelim. Yakın zamana kadar çok önemli bir sivil toplum örgütünün Diyarbakır Tabip Odası’nın başkanıydın. Biz bu yuvarlak masayı yaptığımızda Diyarbakır çok önemli tanıklıkları da yaşıyor. Beraber izliyor ve katılıyoruz da! İşte dün akşam 25 Mayıs tarihi itibariyle “Anadolu Aryaları” isimli bir dinletiyi Gazi (Sem’an) köşkünde izledik. Üç gün sonra da bu yıl Diyarbakır’da 4. Kültür ve Sanat Festivali yapılacak.
Ama burada ince bir ayırım var. 500 yıllık bir mekânda, eski adı Sem’an Köşkü olan 1937’de de Atatürk’e armağan edilen tarihî Gazi köşkünde İtalyanca ve Türkçe’nin yanında ilk defa Kürtçe ve Ermenice parçalar da seslendirildi. Valisinden emniyet müdürüne kadar muhterem zevata izlettirildi. Gayet nezih ortamda herkes mutlu olarak izledi programı. Kırklar Dağı’na, Ongözlü Köprüye ve şehre bakarak izlediler programı. Hiçbir çatlak ses de çıkmadı.
Ama bu zarafeti gösteren insanlar bir başka konuda kabalaşabiliyorlar amiyane tabiriyle. Mesela bu yıl Büyükşehir Belediyesi’nce dördüncüsü yapılacak olan kültür sanat festivalinde devlete ait ya da valiliğin inisyatifinde olan mekânlar kullandırılmıyor. Valilik izin vermiyor. Keçi Burcunu, Güzel Sanatlar Galerisini, Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze olan evini kullanamıyor festival.
Bunları, bu sıkıntıları bir STK bakış açısıyla değerlendirmek mümkün mü? Ayrıca Kürt sorununun gündelik hayata yansıması bu örnek olay boyutunda nasıl tezahür eder diye paylaşalım Necdet İpekyüz’le.
İPEKYÜZ: Devletin öteden beri yaklaşımı ne yaparsanız yapın benim kontrolüm altında olmak kaydıyla özgürsünüz anlayışıdır. Benim dışımda yapmaya kalkarsanız ben engel olurum mantığı var. Sonuç da ne olursa olsun Atatürk’ün Gazi Köşkü’nde böyle bir program yapılması anlamlıydı. Bizde öteden beri yaklaşım şu: Kürtsün doktor, avukat olmuşsun daha ne istiyorsun. Belli bir sistematik ve kontrol çerçevesinde durup düşündüğünde özgürsün. Ama sen kendi bireysel kontaklarınla halkın sorunlarını dile getirdiğinde, muhalif olma özelliklerini dile getirdiğinde engellenip potansiyel suçlu oluyorsun. Şu anda Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri de muhalefetin giderek yok olmasıdır.
Kürtlere geldiğimizde şöyle bir şey çıkıyor. Dezavantajlı kesimler kim. Kadınlar, çocuklar filan deyip etnik köken ayırdığımızda ortaya genel olarak Kürtler çıkıyor. Haklı olarak Selim Bey yoksulluk üzerine parmak basıyor. Kürtler bu nedenlerle dezavantajlı konumda. Diyarbakır merkezde yalnız değil, İstanbul, İzmit’teki Kürt için de bu böyle!
Bir hekim olarak sağlık açısından baktığımızda en fazla bebekleri, çocukları, anneleri ölen yine Kürtler. İstanbul’da da Diyarbakır’da da böyle. İstanbul’un varoşunda da bebekler ölüyorsa Güneydoğu’dan göç edenlerdendir.
Kültürel anlamda da sorunlar ortada eğitim açısından baktığımızda bölge kadınlarının yüzde 60’tan fazlasının okuma yazması yok. Türkçe bilmiyorlar. Cidden dezavantajlı konumdayız. Avrupa uyum yasaları çıktı, düzelecek diye bekliyoruz. Sorun yasalar olayı değil. Güven ortamı, iletişim problemi mevcut. Bunu başarmak gerek. Kendi kimliğimizle ilgili bir şeyleri dile getirdiğimizde yasayı düşünmemeliyiz. Demokrasi ortamında ihtiyacımız olduğu için bunu yapmalıyız.
Hep geçici çözümler düşünüyoruz. Kürtler şunu istedi, biz de şunları verdik, yaptık gibi. Radikal, kalıcı çözümler yok. Düşünülmeyince de zaman kaybı oluyor. Sonra da barış ortamı, Türkiye’nin geleceği zedeleniyor. Doğal olarak Türkiye’nin güneydoğusu, Kürtler denilince de basit bir mesele ortaya çıkmıyor. Adeta satranç masası gibi. İsrail-Filistin sorunu bizleri etkiliyor. Irak’taki gelişmeler bizleri etkiliyor.
Diyarbakır yürektir, beyindir bu işin merkezidir. STK yöneticileri halen kendilerinde bir eksiklik göremiyorlarsa bunu ve de kendilerini sorgulamaları lazım. Mesela AB uyum yasaları ile ilgili bir dolu şahsiyetle görüşüyoruz. Ama hiçbirimiz hükümet yetkilileri ile görüşemiyoruz. Ama hükümet yetkilileri bu konuyu Avrupalı diplomatlarla çok sıkı fıkı görüşüyorlar. Ama mesela kadın sorunlarıyla ilgili olarak Nebahat’la ya da bebek ölümleriyle ilgili olarak bizlerle halen görüşme gereğini duymuyorlar.
Ben onların buradaki bebek ölümlerine karşı duyarsız olacaklarına inanmak dahi istemiyorum. Ama maalesef böyle bir paylaşım da yok işte. Mesela hükümet uyum yasalarını tanımlarken hiç bölgedeki STK’ları dikkate alıp onlarla konuşmuyor. Ama neredeyse 15 günde bir bizlerle dışarıdan gelen bir heyet mutlaka görüşüyor. Gelişmeler nasıl diye soruyorlar. Bizlere karşı bir güvensizlik ortamı var.
DİKEN: Gerçekten de son birkaç ay içinde trafik bayağı yoğunlaştı. İşte AB büyükelçisi Diyarbakır’a gelip bizlerle yemekte yüz yüze görüşüp dinledi. ABD’liler neredeyse on yıldır yılda en az üç kez özellikle Adana konsoloslukları aracılığıyla nabzı yakından takip ediyorlar.
Aslında meselenin bir başka boyutu da kendi yöneticilerimiz bizlerle görüşmeyince yabancılara karşı sanki sınava tâbi tutulan öğrenci gibi sınav vermek psikolojisi de bizleri üzmüyor değil!
İPEKYÜZ: Evet o da var tabiî. Bu ülkenin geleceği Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla hepimizin geleceği. Coğrafi olarak Türkiye iyi bir ülke olsun istiyoruz. Az önce senin söylediğin noktaya gelmek istiyorum. STK’lar konusunda muhatap alınmama anlamında bir sıkıntı elbette var. Bunu dikkate almak lazım.
20-25 yıldır burada yaşanan felaketler, olaylar var. Bir anket yapsak her ailenin bir travma yaşadığına tanık oluruz. Gözaltılar, faili meçhuller, göçü yaşayanlar gibi. Tıpta komplikasyon dediğimiz bir şey var. Hastayı iyileştirirsin ama sekeli olur. Mesela 20 yıl boyunca hasta felçtir. Ama sen 21. yılda 20 yıl boyunca yatalak olan hastaya kalk yürü dersin. Yürüyebilir mi? Zaman ve uyum ister. Adaptasyon ve rehabilitasyon lazım. Her açıdan bu böyle.
Ne deniyor? İşte OHAL’i kaldırdık sorun bitti deniyor. Bitti mi acaba! Elbette değişen şeyler de var. Ama bu değişenler ya da değiştiği söylenenler bize güven vermiyor. Hükümet yetkilileri Diyarbakır’a gelse, Diyarbakır halkıyla, yerel yöneticileriyle, STK’larla toplantılar yapıp Avrupa ülkelerini ziyaret etse bu Türkiye’nin iç barışına da dünya barışına da çok büyük katkı sunar. Ben hükümet temsilcisi olsam yanıma Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’nı alıp bu işi Diyarbakır’da yaparım. Yapınca, önce bu işe Diyarbakır halkı inanır. Sonra da bütün Kürtler ve herkes inanır. Hükümet olarak sen benim yanımda duracaksın ki, senin atadığın ya da tercih ettiğin il temsilcilerin ya da yöneticilerin de bana yakın dursun. Yoksa elbette AKP’nin atadığı Bingöl Valisi kadın merkezinin açılışına gelmez. Belediye başkanına da onca güçlük çıkarır. Derinlerde olan ne ise bu zincir bir türlü kırılamıyor. Sadece yasalarla da bu işler düzelmiyor bir türlü.
Bir de bizler Kürt sorununu hep kendi aramızda tartışıyoruz. Veya uluslararası alanlarda tartışıyoruz. Mesela niye Afyon’la, Balıkesir’le bir buluşma gerçekleştirmiyoruz. Burada bir sıkıntımız var gibi. Umut yok oluyor. İnsanlar ilk göç ettiklerinde umutları vardı. Geri dönebiliriz diye umuyorlardı. İşte o umutlar kaybedildiğinde bir sürü şeyin de telafisi çok zorlaşıyor.
Yoksulluk olayında da insanlar para alsın filan dememek gerek. Üretkenlik kayboluyor elbette. Köyünde tavuk besliyordu, yumurtası vardı. Ağacı vardı, meyvesini topluyordu. Bostanı, bağı, hayvanı vardı. Üretmeyen insan mücadele de edemez. Muhalefet de edemez. Üretmeyen sağlığına da bakamaz. Üretmeyen insanın onuru da tükenir. Hayali ve sanal bir dünyaya girer. Bu insanları çeşitli projelerle üretken kılmak lazım.
Sonuç da Kürt sorunu dünyada bir sorunsa dünyada bu sorunun çözümü düşünülüyorsa Türkiye’den başlamak lazım. Buradaki insanları ikna etmek lazım. Bu işleri ihtiyaca dönüştürmek lazım.
DİKEN: Belki de sohbetimizin bu aşamasında bir hukukçu gözüne ihtiyaç var. Sevgili Muhsin Bilal sen Diyarbakır Barosu’nun aktivistlerindensin. Aynı zamanda da TİHV’de çalışıyorsun. Şimdiye dek sonuca ve çözüme katkı sunacak epeyce söz edildi. Bu 2004 yılı sonu itibariyle AB’yle ilgili müzakere süreci başlayacak beklentisi var. Bunun için yasalardaki hazırlıklarla uyum süreci gündem tutuyor.
En vahim olanı da şu ki; 1995’te bölgede şiddetin en çok tırmandığı günlerde Diyarbakır’da Demokrasi Kurultayı yapıldı. O kurultaya dönemin Diyarbakır Valisi Doğan Hatipoğlu da katılmıştı. 1995 yılında kentin valisinin katılımıyla o zarafet ve incelik Diyarbakır’da şiddet ortamına rağmen yaşanmıştı. Tabiî o valinin yöneticilik ömrü vefa etmedi, merkeze alındı, halen de merkez valisi. Doğan Hatipoğlu’nun kulakları çınlasın. Halen de ona ve onun gibilere tahammülsüzler. 10 yıl aradan geçmesine rağmen maalesef halen de diyalogtan söz ediyoruz. Diyalogu yakalayamıyoruz. Diyarbakır’da da bölgede de ana çerçeve bu.
Bu uyum süreciyle ilgili hukuki çerçeve bağlamında Kürt sorununun ilişkilendirilmesini nasıl konuşacağız. Belki pratik hayatla ilgili de!
BİLAL: Hukukçu kimliğimle ilgili çok konuşmasam daha iyi olur. Özellikle gündelik hayatımızla ilgili bizi zorlayan sürekli gerilim üreten sorunlar yakıcı biçimde devam ediyor. Ben geleceğe dönük olarak çok karamsar olmamak gerektiğini düşünüyorum. Bizim bir savunma mekanizmasına her halükârda ihtiyacımız var.
Türkiye’de tanzimattan bu yana bir batılılaşma macerası var. Bir ara Kopenhag Zirvesi sürecinde bir Avrupalı parlamenter Oslander gelmişti. Ne düşünüyorsunuz, nasıl bir mesaj çıkmalı diye sormuştu? Ben pragmatik baktığımı söylemiştim. Kopenhag’tan çıkacak kararın Türkiye’yi Avrupa Birliğine katacak bir mesaj olmasını isterim demiştim. Eğer Türkiye’nin birliğe heyecanını kıracak bir mesaj çıkarsa bu Türkiye’deki otoriter siyasî çevrelerin gündelik hayatta ıstırap verici davranışlarına sebebiyet verecek dedim.
Ben sizin ne demek istediğinizi anlıyorum ama ilkeler öyle emretmiyor demişti Oslander. Bu ülkede 1984-99 arasında 15 yıl süreyle kesintisiz süren bir silâhlı muhalefet süreci yaşandı. Yaşadığımız bu şiddetle içiçe geçen dönem bölgedeki insanî, ekonomik ve doğal kaynakların da tahrip olmasını beraberinde getirdi. Bu süreci geriye döndürüp bugüne baktığımızda Kürtler açısından pek de pozitif sonuçlar doğurmadığını görmek mümkün. Bunu söylemek kışkırtıcı olabilir ama sonuç böyle işte. Biraz da dramatik oldu. Muhalefetin gerisine gizlenen hayallerimiz, arzularımız canlılığını korumaya devam etti. Ama geleceğe dair tahayyüllerimizin gerçekleşmesine dair üslûp oluşamadı.
Kültürel hayatta dil kullanılması sağlanamadı. Bir televizyon kanalını bile halen rahatlıkla izlemek mümkün olamıyor. Kürtçe televizyon izleme hakkından büyük ölçüde mahrumuz. Kendi ana dilimizle eğitim görme hakkından mahrumuz. Kültürel kurumları yaratma, üretme ve faaliyete sokma konusunda çok ciddi zorluklar var. Bütün bunlar yeniden bir muhasebe sürecini zorunlu kılıyor.
Gündelik hayatımızın da çok sıkıntılı olduğunu kabûl ediyorum ama gündelik hayatın da restorasyonuyla ilgili ciddi başlangıç noktasında olduğumuzu düşünüyorum.
DİKEN: Bu noktada affına sığınarak araya girmek istiyorum. Burada biraz haksızlık yok mu? Birazcık da olsa bir takım hakları teslim etmek gerekmiyor mu? Sonuçta bir dayatma vardı. 70 yıllık cumhuriyet rejimi bir halkı topyekûn yok sayıyordu. Bu yok saymanın üzerine politikalar bina edilmişti. Kürt yoktur deniyordu. Olmayan bir halkın tarihi de olmaz deniyordu. Tarihi olmayan bir halkın dili, kimliği de olmaz deniyordu. Zaten dil dedikleri de 30-40 kelimeyi geçmeyen uyduruk ve Türkçe’den apartılmış bir dildir deniyordu. Bu dayatma, inkârdan yola çıkarak senin de ifade ettiğin gibi “silâhlı muhalefet” doğdu işte. Sonuçlarını hepimiz biliyoruz.
Şimdi benim söyleyeceklerim de yanlış anlaşılmasın. Varılan noktada artık dünya Kürt Sorununu konuşuyor. Dünya bu konuyu artık konuşarak çözmeye çalışıyor. Kürtlere yaklaşım artık demokrat olmanın mihenk taşı gibi. Binlerce insan öldü, yok oldu. Çok acı sonuçlar tabiî. Ama bugün gelinen noktada artık Kürtler, Kürt olarak tartışılıyor.
Belki bizler kendimiz olarak yeterince politika üretemedik, ona amenna. Bunda elbette bir sıkıntı var. Ama hakları da kabûllenmek lazım değil mi?
AKKOÇ: Evet yeterince fikir üretemedik. Barışı ete kemiğe büründüremedik. Barış bazen şiddetten yana olan insanların ağzında anlamını kaybediyor. Bu nedenle pek çoğumuz barış adına yapılan girişimlerin dışında kalmaktayız. Bence gerçek bir barış süreci öncelikle kişilerin kendi içlerinde barışık olmaları ile kendi yaşadıkları süreçler ile ilgili hesaplaşmalarını halletmeleri ile başlayacaktır.
Şiddetsizlik kültürü yaratmanın ilk adımı kadından geçiyor. Kadın hareketi iki nedenle hâlâ bizim istediğimiz noktada değil. Neden?
Birincisi kadın çalışması ciddiye alınmıyor. Oysa kadından başlamalı çalışmalar. Şiddetsizlik evde başlar.
İkincisi ise biz kadın hareketini toplumsallaştıramıyoruz. Toplumun içerisindeki dinamikleri tespit edip her birinin içindeki kadınlar ile ilgili kadınlardan yana politikalar üretmeliyiz. Ayrı, ayrı politika üretmek gerekiyor. Bizim eksiğimiz bu. Başka yolu yok.
Şiddetsizlik kültürü evin içinden başlamalı. Bugün sorulduğunda evet iyiyiz, güvenliğimiz yerinde deniyor. Eskisi gibi değil deniyor. Oysa kadınlar güvende değiller. Kadınlar evlerinde birlikte yaşadıkları erkeklerden korkuyorlar. Onlar tarafından öldürülüyorlar.
Güven ya da güvensizlik sadece evin dışında mı söz konusudur!
Ben aslında silâhlı mücadele konusunun haklı ya da haksızlığını tartışmak istemem. Toptan şiddete karşıyım şiddetsizlik kültürünün her alanda egemen olmasını isterim. Ben kendimi şiddetin içinde buldum, acısını yaşadım. Bedelini de kocamı kaybederek en ağır şekilde ödedim. Hiçbir şeyin bir insanın hayatından daha kıymetli olduğunu düşünmüyorum.
Şiddet içermeyen demokratik mücadele yöntemleri geliştirmek gerektiğini düşünüyorum.
En tehlikelisi farklılıkları olmayan, farklılıklara tahammülü olmayan bir toplum haline geldik. Yabancı bir misafirim “dünya’nın neresinde olursanız olun bir meseleyi aynı bakış açısıyla değerlendiriyor, aynı kelimeleri kullanarak anlatıyorsunuz” demişti. En kötüsü bu galiba. Bu demektir ki; yeniliklere ve farklılıklara tahammülümüz yok.
DİKEN: Benim konuşmam ve soruya müdahilliğim yarım kalmıştı. İsterseniz devam edeyim. İşte bu 15-20 yıllık geride bıraktığımız dönemin Kürtler adına artılarının da olduğuna inananlardanım. Biraz farklı düşünüyorum yani. En azından Kürt sorununun çözümüne dair gündeme oturması dahi önemlidir. Çözüme dair en temel ifade de AB’ye kabûl için adeta ön şartın sorunun çözümü olması ifadesi önemlidir.
ÖLÇER: Aslında toplumsal olayların oluşması bir günlük iş değildir. Tarih işidir. Sonuçta Osmanlı’dan sonra Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla ilgili bir sürü tartışma yaşandı. Türkiye Cumhuriyetinde her ne kadar da inkâr olayı temel politika olsa bile Kürtlerin varlığı bir biçimde insanlar tarafından biliniyordu.
Muhtelif zamanlarda patlayan adına isyan denen olaylarda da bunun somut göstergeleri yaşanmış. Daha yakına bizim yaşadığımız günlere gelirsek Türkiye İşçi Partisi kongrelerinde Kürtlerle ilgili sözler edildiği için parti kapatıldı. Yani 1980’lerdeki hareket birdenbire ortaya çıkmadı. Geçmişten yoksun değil. Bu bir süreçti. O süreç içinde pik yapan bir çıkış oldu.
Dünyadaki tüm toplumların nasıl muhtelif renkleri varsa Kürtlerin de birçok rengi vardır. İşte bu şiddet dönemi hemen hiç tartışma kültürüne şans tanımadı. Kürtler şiddete endekslenerek homojenleşti. Ve Kürtler bu süreçte çok ağır bedeller ödedi. Bir haksızlık dönemi bu döneme dair tartışılacaksa kazanımların yanında ödenen bedellerin de tartışılması gerekir.
Çözümü tartışacaksak çözüm şu olmalı. Biz bu ülkede yaşayan insanlar bir kere hoşgörü ve kabûllenmeyi tartışmalıyız. Sadece siyasal partilerde, sivil toplum kuruluşlarında değil, insanlar arasında da bir şeyler yapılmalı. Mesela Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Afyon, Çorum, Gümüşhane, Sakarya, İzmit belediyeleri ile ortak etkinlikler yapmalı. Biz Ortadoğu’dan Avrupa’dan konuklar getiriyoruz. Ortak etkinlikler düzenliyoruz. Bunları batıda yüreği yanan annelerle paylaşmak da gereklidir. Bu bağlantıyı kurmak ve bu barışı tesis etmek de lazım.
Bugün bir söz ediliyor. Türkiye çok önemli bir ülke deniyor. Ortadoğu coğrafyasında Kürtlerin içinde yaşadığı bir dolu ülke var. Suriye, Irak, İran, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’de Kürtler yaşıyorlar. Bu ülkelerin hepsinde yaşayan Kürtlerin birbirleriyle bağlantıları, akrabalıkları var. Ama Türkiye’yi diğerleriyle karşılaştırdığımızda kırık dökük de olsa demokrasisi daha önde bir ülke. Refah düzeyi filan da diğerlerine göre daha iyi. Model bir ülke olacaksa temel laboratuvar noktası burasıdır.
Mesela bir başka konu da şu. Kendi ailemiz içinde bir sorun var. Biz sorunumuzu kendi içimizde tartışıp çözemiyoruz. Dışarıdaki dostlarla tartışmaya çalışıyoruz. Bunu bu boyuttan sıyırıp kurtarmak gerek.
STK’larla ilgili ciddi problemler var. Mutlaka sivilleşmeleri gerekiyor. Diyarbakır’da sivilleşme açısından da ciddi problemler var. Yani bir taraftan özgür ve sivil olduğunu ifade eden kurumlar var. Ama öte taraftan da sivillik adına otoriter davranış örnekleri de var. Bu gidişatı değiştirecek bir tarza ihtiyacımız var. Türkiye’deki demokratik koşulları bizler yerine oturtursak o zaman komşularımız olan ülkelere de model olma şansını yakalarız. Bizim o zaman söz hakkımız daha çok artar. Ben ülkede o zaman kavga, dövüş telaşından kurtulmuş olurum.
Şu anda Irak’ta yaşananların bizlerin hayatını ne kadar sıkıntıya soktuğunu anlatmaya gerek var mı? Türkiye’de bir taraftan Kuzey Irak’taki Kürt oluşumlarına karşı tavır var. Oraya geçişte izinlerde ciddi problemler var. Bunların hepsi sıkıntı. Ciddi rahatsızlık bunlar. Kuzey Irak’taki Kürtleri aşağılıyorlar. Ağza alınmayacak sözlerle aşağılık kelimeler kullanılıyor. Bu rahatsızlığı ortadan kaldıracak ciddi bir çaba yok. Türkiye’deki hükümet yetkilileri bilmeli ki, nasıl Irak’ın kuzeyinde Türkmenler yaşıyorsa, bunların hak ve hukukları için Türkiye’nin hakkı ne kadar varsa; orada yaşayan Kürtler için de daha üslûplu daha derli toplu davranış gerekmiyor mu?
Tüm bunları yapabilmek ancak demokrasimizi yeniden tartışmak ve gözden geçirmekle mümkün. Demokrasinin en temel özelliği muhalefettir. İktidar her rejimde var. Kendi muhalefetini ancak içinde barındıran bir yapı gerçekten demokrat olabilir. Elbette bizim buralardaki yerel iktidarların da yerine göre kendisine muhalefet eden yapılara tahammül göstermesi lazım. Salt merkezî hükümet yetkilileri değil, kendileri gibi düşünmeyen herkesin birbirine karşı hoşgörülü olması da demokrat olmanın gereğidir. Bu çok önemli. Bunları da tartışmak lazım.
Gerçekten sivilleşmek, muhalefeti de içinde barındıran uzlaşma, tartışma ile olacaktır. Böyle bir yapı Diyarbakır’dan çıkarsa Diyarbakır bu açıdan Türkiye demokrasisine de örnek olabilecektir. Her şey o zaman daha çok rahatlar. Nasıl merkezde hâlâ Türk milliyetçiliğini bu topluma dayatanların yanlışlığını düşünüyorsak biz de buna benzer yanlışlara düşmemek durumundayız. Bunları beklemek ve talep etmek benim en doğal hakkımdır.
Halkına güvenen, halkıyla beraber iş yapan, onun sivil oluşumlarına saygı gösteren, onların önünü açan bir tarz bizim en önemli çıkışımız olacaktır. Bu nedenle şiddetsiz, sivilleşmiş ve çözüm üreten demokratik bir yapı Diyarbakır’ın da Türkiye’nin de geleceğinin kurtuluşudur.
İPEKYÜZ: Aslında belki de şu anda bizim bugünkü durum nedir diye biraz da bunları konuşmamız lazım. Yoksulluk, dezavantajlı gruplar, kültürel boyut gibi konuları da konuşmamız lazım. İnsanlar diyor ki, OHAL kalktı, mesela televizyonda Kürtçe yayın başlayacak ve bitti. Böyle bir argüman var. Biz ne yapıyoruz bunu anlatmamız lazım. Toplumla içiçe yaşıyor ve toplumla çalışan insanlar olarak bu toplumda rehabilitasyon için nelere ihtiyaç var onu tartışmamız gerekiyor.
BİLAL: Şimdi burada yeniden vurgu yapmak gerekirse; Kürt halkı kendi sorunlarına çözüm üretmek bakımından bir muhalefet tarzını tercih etti. Kendi mağduriyetimiz ve yaşadığımız haksızlıklara karşı itiraz ve muhalefet hakkını Kürt halkı silâhlı muhalefet şeklinde kullandı. Geldiğimiz nokta itibariyle şiddeti esas alan silâhlı muhalefetin bir itiraz etme biçimi olarak Kürt sorununu çözmeyeceğini inanıyorum. Bu aşamadan sonra Kürtler mağduriyetlerini aşmak, sorunlarını çözmek için itiraz ve muhalefet haklarını kullanırken artık şiddeti reddeden bir perspektifle yaklaşmak zorundadırlar.
Ben Türkiye’de Kürtler için etnik kimlik tabirinin kullanılmasını çok tercih etmiyorum. Çok sorunlu bir kelime. Kürtlerin kendi ulusal kimliklerinden feragat etmeksizin ulusal taleplerinden feragate zorlanmaksızın Türklerle birlikte Avrupa Birliği sürecine bir bütün olarak girmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunu sağlamaya dönük olarak da artık modern usûllerin insan haklarına hizmet eden usûllerin kullanılması gerektiğini gerekli görüyorum.
DİKEN: Şimdi kolaylaştırmak ya da sonuca gitmek açısından belki şunları eklemek gerek. Mesela Selim Ölçer dedi ya; Gümüşhacıköy’le Ergani Belediyesi neden ortak etkinlik yapmasın ya da yapmaz.
Örnek vereyim Dicle Üniversitesi’ne konuk olarak ODTÜ’lü öğrenciler geldi yakın zamanda. Diyarbakır’da Diyarbakır’ın ev sahipliğinde birkaç gün çok güzel birliktelikler yaşadılar. Bir ay sonra Dicle Üniversitesi’nden bir grup genç Ankara’ya ODTÜ’ye iade-i ziyarete yeltendi. ODTÜ girişinde sopalarla kalaslarla güvenlik görevlileri kafalarını gözlerini yardılar o gençlerin. Belki bunları konuşmak lazım. Kafalar gözler yarılmadan ortak hangi paydalarda buluşulup ortak işler yapılabilir. Onları dile getirmek gerek.
İPEKYÜZ: Tekrar dönersek gündelik hayatı konuşma mevzumuza. Mesela bir hasta ile konuşurken problem nedir? Veya bir kadın kocası ile kardeşi ile ne problemler yaşıyor. Tabiî bunların yanında ben derim ki, çok teorik tartışmalara da girmemek gerek. Pratik yaşamda neler oluyor onları konuşmak lazım. Sivil olan, işin içinde katkı sunmaya çalışanların bir şeyler sunması lazım.
Şimdi herkes Kürtçeyi tartışıyor. Anadille eğitim filan deniyor. Biz yani Diyarbakır Tabip Odası olarak bir başvuru yaptık. Çok olumlu tepkiler de aldık. Ne demiştik şimdi onu paylaşayım. Şimdi bu dil mevzuunu konuşurken hep harflere takılındı. W, X, Q harflerinin kullanımı gündemi işgâl etti. Biz dedik ki buralarda kadınlar, bebekler çok fazla ölüyor. Çocuklar sağlıklı değil. Verileri çıkardık. Dicle, Antep ve Hacettepe Üniversitelerinin verilerini çıkarttık. Şu kadar kadın Türkçe bilmiyor. Şu kadar kadın kırsal kesimde okuma-yazma bilmiyor. Şu kadar çocukların boyları kısa, gelişimlerini tamamlayamamışlar. Şu kadar çocuk aşısız. Buralarda kadınların en fazla 3 çocuk sahibi olmaları beklenirken 7 çocuk sahibi oluyorlar. Aile planlaması hizmetlerinden yararlanamıyorlar. Ve hâlâ kadınlar spiral taktırıldığında dinleme cihazı kaygısı taşıyorlar. Yani genel bir ilgisizlik ve güven bunalımı var.
Siz bu Kürtçe eğitimi tartışırken gördüğünüz gibi bölgelerarası eşitsizlik de var. Sağlık sorunu yalnız değil, tarım ve hayvancılıkta da sorunlar var. Mesela TRT ya da kim yayın yapıyorsa yapsın sağlıkla ilgili Kürtçe yayın yapılsın. Beslenme için, ishalle ilgili Kürtçe eğitici yayın yapılsın dedik. Resmî başvuru yaptık daha cevap gelmedi. İşin enteresan yanı bütün siyasî parti genel merkezlerine yazı yazdık destek için. Hiçbir siyasî partiden yanıt gelmedi, aramadılar da! Bu da talihsizlik. Bölge milletvekillerine, takipçi olacaklara yazdık, bakanlara da yazdık, hiç ilgilenen olmadı.
Aslında sorun yasa ya da yasak sorunu değil. Sorun ihtiyaç meselesidir. Mesela insanların hastalanmayacağı bir ortam için eğitim çok önemlidir. Bunu anlatmak için bir gereklilik var.
Bir diğer konu şu. AB’ye uyum yasalarıyla ilgili çıkartılan düzenlemeler bizimle paylaşılmıyor. Diyelim kadınlarla ilgili bir şey çıkarılacaksa ne yapabiliriz diye sorulsa fena mı olur? Mesela Ka-Mer bir çaba içine girer. Mesela yerel yönetimlerle idarenin yan yana gelmesi Türkiye’ye çok güzel pozitif enerji getirir. Böyle bir şey yok. Düşünün ki, Vali ile Belediye Başkanı biraraya gelemiyor. Bundan daha vahim bir durum var mı? Beraberce bir kahveye gidip vatandaşla sohbet edebilseler ne kadar güzel olur.
DİKEN: Aynı çerçevede bir örnek vereyim. 29 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında Diyarbakır’da 4. kültür ve sanat festivali olacak. Geçtiğimiz günlerde Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir bir basın açıklaması yaptı. Bütün çabalarımıza rağmen ortak festival önerimiz valilikçe kabûl görmedi, dedi. Oysa bir kentte valiliğin ayrı belediyenin ayrı festivali olur mu? Program önünüzde diyor belediye başkanı üzerinde istediğiniz gibi birlikte çalışalım, birliktelik öneriyorum diyor. Valilik hayır da ısrarcı.
İPEKYÜZ: Tekrar soruna döndük işte. Gerçekten teorik tartışmalara şu anda çok ihtiyacımız yok. Somut pratik işlere ihtiyacımız var. Sivil toplum örgütleriyle, yerel yöneticilerle başarırsak bütün mevzu hallolur. Bu da karşılıklı birbirimize güven sorunudur.
Mesela bazı şeyler azaldı deniyor. Bir şeylerin azalması filan meseleyi çözmüyor. Sorunların çözüme kavuşturularak sorun olmaktan kurtarılması ve projelerin üretilmesidir asıl iyi olan.
Şöyle bir şeye de ihtiyaç var. Bu işin muhasebesinin de yapılması lazım. Hâlâ faili meçhul cinayetlerle ilgili tık yok. Gazetelerde o dönemlerde yapılanlar, yapanlar tarafından anlatılıyor. Köşe yazarlarından tepki yok. Kötü bir durum. Köylerden göç edenler belki artık geri dönmek istemeyecek. Ne yapabilirizi dikkat ederseniz kimse paylaşmıyor. Kayıplar var ayrıca. Bir yığın da konu var.
Bunların birçoğunun da siyasî arka planı var. Parlamentodan müdahale lazım. Hükümetin tüm dünyanın kabûl ettiği bir şeyi, tüm dünyanın Kürtleri kabûl ettiği noktayı kendisinin de kabûl edip çalışmalar yürütmesi lazım. Halen de bir şeyler yok gibi görünüyor.
Sonuç olarak bu masa etrafında oturan insanlar olarak söyleyebilmeliyiz ki, şiddet bizim uzağımızda, şiddet yarar getirmez. Şiddet sorunlarımızı çözmez. Aksine bu tahribatı daha da arttırır.
Sadece Türkiye için değil tüm ülkeler için de tehlike boyutu taşır şiddet. Şiddetin karşısında durmamız gerekir. Şiddetsiz demokrasinin olduğu, farklılıkların kendini ifade ettiği bir ortam istemeli. Bu da kendi geleceğimizin garantisi olarak anlaşılmalı.
ÖLÇER: Ben de gündelik hayatla ilgili birkaç şey söyleyip bitireyim. Kaygılarımı anlatıp tamamlayayım. Ben uzun yıllardır Ankara’da yaşıyordum. Diyarbakır’a taşındım. Mesela Ankara’da sağlık sorunuyla ilgili Kürtçe laf ederken etrafımdakilere bakmak zorunda kalıyordum. Her an arkamda büyük biraderin gözleri, kulağı varmış gibiydi. Birileri seni gözetliyor gibi.
Ama Diyarbakır’da bugün 2004’ün Mayıs ayında oturup her türlü konunun tartışılmasının rahatlığı da var. En azından bugün her şeyi konuşabiliyoruz. Otoriteyi, faşizan hareketleri, milliyetçiliği, gündelik hayattaki sorunları konuşabiliyoruz. Bu önemli bir kazanım.
Tabiî OHAL’in kalkması, şiddetin durmasının payı da var bunda. Ama Diyarbakır’daki ortam ve hoşgörünün de çok büyük katkısı var. Bunu unutmamak lazım. Diyarbakır bence bu açıdan demokratik yapının ve demokratik geleneğin umudu bir şehir oldu.
Bir gerçeklik olarak bugün artık Türkiye’de Kürtlerin varlığı çok rahat olmasa da telaffuz ediliyor. Bunu geliştirmek lazım.
Herkese, örgütlü güçlere ve bireylere bunları tartışmak için görev düşüyor. Bütün bunları önce bu ülkede tartışmak gerek. Bunu başarmak komşulara da örnek olmaktır. Mesela bir önceki dönemde Diyarbakır’da kurulan Kent Meclisi çok önemli bir adımdır. Böyle bir adımı tek başına atmak bile medeni cesaret işidir. İşte asıl mesele o kurumun içini doldurmaktır.
Bunu dışında Batman’dan demokrasi platformunun şiddete karşı açıklamasını çok önemsiyorum. Gerçi Diyarbakır demokrasi platformu da açıkladı ama sesi çok gür çıkmadı. Aklı başında herkes yeniden şiddeti istememeli. Bunu başarmak birçok şeyi çözecek gibi.
İPEKYÜZ: Çok önemli bir nokta da şu. Türkiye’de artık milliyetçilik prim getirmiyor. Mesela Genç Parti, MHP puan kaybediyor. Bu da çok önemli. Şiddetin olmadığı yerde milliyetçilik de boy vermiyor.
DİKEN: Kürtler adına demokratik kazanımların meşrûiyetinin biraz da yasal zemine oturmasının kavgasıdır bu. Geri dönülmemecesine çabasıdır, kabûlüdür bu. Ben bu meşrûiyet kavramını kullanırken biraz da şunu düşündüm. Kürtler adına gündelik hayatta olumlu gördüğümüz noktaların arkasını kovalamalıyız. Israr etmek lazım. Yine Batman örneğinden yola çıkarsak bugün yine Batman Kürt dil kursunun sorumlusunun açıklamalarını gazetelerde okudum. Diyor ki 350 kişilik kapasitemiz var. Ama 74 başvuru var. Bu konuda sıkıntıları var. Ücret nedeniyle gelemeyenler epeyce çoğunlukta. İhtiyaç duymadıkları için gelmeyenler de var.
Şimdi dil kursları ile ilgili pratik bir muhakeme yürütürsek, mesela halk eğitim merkezleri ücretsiz İngilizce kursları açıyor. Ya da bir takım eğitsel, beceri kurslarını ücretsiz açıyorlar. Devlet bizlerden kestiği vergilerden kaynak ayırarak bu kursları sübvanse ediyor. Aslında devlet Kürtçe dil kursları için de bütçeden pay ayırmalı. Bizler de vatandaş olarak bunu talep etmeliyiz. Kamu görevlilerini, en azından bölgede çalışanları daha iyi hizmet ve kaynaşma için zorunlu olarak Kürtçe kurslara göndermeli ücretini de devlet vermeli. Mesela devlet demeli ki, yerel yönetimlere kardeşim sen bütçene dil kurslarını geliştirici kaynak ayıracaksın. Kürtçe dilinin, kültürünün gelişiminin önündeki engelleri kaldırıcı işler yapacaksın. Hattâ bununla yetinmeyip özel sektöre bu iş için kaynak ayırıp yatırım yaptığında sana vergi muafiyeti tanırım demeli devlet. Üniversiteler özellikle bölgedekiler Kürt Enstitüleri açmalı.
İşte STK’lar yerel yönetimler belki de KOBİ’ler bu tür önermelerle devletin kapısına dayanmalı.
ÖLÇER: Diyarbakır devlet hastanesinde 100 dolayında hekim var. Mübalağa etmiyorum. 5 hastadan 3’ü Türkçe bilmiyor. Şimdi o doktor arkadaşlar “Dêşe, naşe, kurê dêşe” (ağrıyor, ağrımıyor, neren ağrıyor) sözlerinden fazlasını bilmiyorlar. Şimdi bu İspartalı, Samsunlu, İzmirli hekim arkadaşlar Kürtçe öğrense iletişim açısından fena mı olur. Belki bu iş için de biraz zaman lazım. Tıbbi olarak birbiriyle anlaşabilecekleri bir kurs açılmalı. Bunun zeminini zorlamak lazım. Hastayı dinlemeden hastanın öyküsünü anlamadan tedavi edemezsin. Onun yolu da iletişimden geçer.
BİLAL: Ben de sonuç olarak şunları söyleyebilirim. Kürt sorununun bugün vardığı aşama açısından bakarsak tekrar şiddet ortamına dönüleceğini düşünmüyorum. Yani bu benim kişisel kanaatimin ötesinde bir şey. Diyarbakır’da ve bir sürü yerde gündelik hayatta bir dolu insan böyle bir dönemin bir daha yaşanmaması için kollektif algıları var.
Ayrıca şöyle bir ayrıntı da var. Mesela yarın Diyarbakır’da insanlar şunları düşünebiliyorlar. Yarın ne olacağım, ne yapacağım diye. Hangi kültürel aktivitelere katılacağım diye. İşim ne olacak? Gündelik hayatın temel ihtiyaçlarını düşünecekler. Memleketin hali, ya da benim halim ne olacak diye sorup sorgulayabilecekler.
Bugün itibariyle gündelik hayatın restorasyon süreci başlamıştır. Herkese bu anlamda çaba harcama görevi düşüyor. Mahalli idarelere çok fazla iş düşüyor. Yerel yönetimler bu kadar devasa problemleri çözmek durumunda değiller. Ciddi desteklere ihtiyaçları var.
Mesela köye dönüş çalışmaları, projeleri var. İzin verilmiyor, engel olunuyor filan deniyor. İnsanlara köye dönüş konusunda çok anlamlı imkânlar dahi sunulsa ben kentlere gelip yerleşenlerin köylere döneceklerini beklemiyorum. Bazıları dönebilir. Ama genel olarak dönmezler. Burada onlarda ikili hayat oluşmuş. Köyü de şehri de birlikte kullanma mantıkları var. Bir keşif nedeniyle boşaltılan, yakılan bir köye gitmiştik. Siz tekrar bu köye döner misiniz diye sordum? Gelebiliriz de dediler. Ama eşlerimiz bu konuda çok istekli olmazlar diye de eklediler. Çünkü şehrin olanakları kadınlara göre daha cazip diye de eklediler. Gündelik hayatın kadınların işlerini kolaylaştıran modern araçlarını eşlerimiz olanaklar ölçüsünde kullanıyorlar. Köyde olursa zorlanacaklar.
DİKEN: El insaf demek geçiyor içimden Muhsin yahu! Bu kentin Diyarbekir’in varoşlarına zorunlu göçle gelenlerin hangisinin modern teknik araçları var ki! Diyarbakır Ben Û Sen ya da Hasırlı mahallelerinde neden belediye çamaşır evi, tandır evi açtı ki. Hiç merak eden var mı günün her saatinde insanlar oralarda sırada. Gidip gören var mı?
Aslında hikâye şu. Bence burada niyet önemli. Bir adım atılmalı önce. Kardeşim ben senin köyüne dönmene her halükârda müsaade ediyorum. Hayvan istiyorsan al sana hayvan. Yem ise yem. Aşılı meyve ağacı istiyorsan al sana ağaç. Araziyi rahatlıkla ekip biçecek alet, araç ve ekipman. Evini de hep beraber yeniden yapalım. Çimentonu, harcını taşını da karşılayalım. Hadi sen köyüne bu desteklerle dönmek istiyorsan amenna. Kamyon da vereyim evini taşıyalım. Gitmek istemiyorsan o varoştaki kırık dökük hayata eyvallah diyorsan onda da sana olanaklar ölçüsünde yardımcı olayım. Ama bilesin ki, asıl isteğim köyüne dönmendir demeli devlet.
Bence niyet önemli. Bunu yaraları sarmak anlamında devlet açık yüreklilikle bu bağlamda çıkıp söylemeli. Yani olay budur. Yoksa güvenlik nedenleriyle işte yok bilmem gel şu kâğıdın altına imza atıver, “ben örgüte destek olmayacağım” filan diye böyle de dönüş olmaz. Sıkıntı burada asıl. Koyma şu şartı. De ki, yahu efendi işte köyün orada al sana izin, al sana olanak istiyorsan köyüne git diye. Felaket yaşandı işte. Ben sana köyünü yeniden abat edecek şartları oluşturuyorum hadi uğur ola de bakalım ne olacak!
BİLAL: Merkezî otorite bu taleplerde elbette ısrar etmeli. Biz kendi gündelik hayatlarımızı yeniden restore edecek gayretleri de desteklemek durumundayız. Diyelim ki bizim de yerine getirmemiz gereken görevlerimiz var.
ÖLÇER: Bence genel olarak hükümet edenlerin tarzından ve tavrından kaynaklanıyor bu işler! Hükümet edenler eğer gerçekten bu topluma kabûllenme, hoşgörü ve hizmet konusunda eşit davranırlarsa birçok sorun önemli ölçüde aşılır.
Ben Afyon’a yaptığım yatırımı buraya Diyarbakır’a da yapacağım. Oralara yaptığım kültürel etkinlikleri buralarda da destekleyeceğim denirse işler daha kolay çözülür. Eğer böyle bir niyet varsa da bunu kanıtlayacak davranış örnekleri yok. Sonuç da burada bir yerel idare var. Nasıl Balıkesir, Çorum, Samsun, Trabzon, İzmir, Muğla, Isparta’da birilerine oy verilip yerel yöneticileri seçiliyorsa, buradaki insanlar da birilerine oy verdiler, başkan seçtiler.
Oradakiler nasıl rahat bir tavırla çalışabiliyorsa aynı rahat çalışma şansını buralardakilere de tanımak gerek. Bu böyle olursa birçok sorun kendiliğinden çözülür. Bir başkasının gelip bize aracı olmasına ihtiyaç duyulmadan sorunlarımız çözüme kavuşmalı.
Türkiye’deki demokratların, solcuların, sosyalistlerin, liberallerin, sosyal demokratların, muhafazakârların işi olmalı bu sorunu çözmek. Türkiye siyaseti yeniden harmanlanmalı ve aşılmalı. Bu sorun halen Türkiye’nin en handikaplı en problemli sorunu olarak orta yerde duruyor. Demokrasisinde, ekonomisinde ve dış ilişkilerinde problemler var. Bu problemler çözülmeli.
Türk milliyetçiliği ile ilgili saplantılardan vazgeçecek yeni bir tarza ihtiyaç var. Bu anlamda bu kafadaki bürokratları değiştirmek gerek. Bu değişmediği sürece bizim daha çok işimiz var.
Tabiî bu problemleri aşarken Kürtlere düşen görevler de var. Döndüğümüz nokta şu olmalı: Barış ortamı her durumda korunmalı.
DİKEN: Dünyanın neresinde Kürt varsa benim milli misakımın sınırları orada başlar mantığından kurtulmak gerek özcesi. Barış konusunda ısrarcı olmak da elbette lazım. Ve barış için sesi de gerçekten yükseltmek lazım diyerek yuvarlak masamızı kapatalım.