Kuzey Irak'tan Irak Kürdistanı'na

Türkiye 1991’deki 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana Irak Kürdistanı’na yönelik politikasında değişikliğe gitmek zorunda hissediyor. Hissetmekten öte konjonktürün dayattığı reel politikayı belki de uzun yıllardır ilk kez hayata geçirmek için adım atmanın altyapısını oluşturuyor.

Çünkü, tarih boyunca -özellikle 1991’den sonra Kuzey Irak’ı, 36. paralelin yukarısını denetim altında tutan Çekiç Güç dönemindeki ilişki sürecinde- Irak Kürtlerini “aşiret” olarak gören, küçümseyen anlayış, Irak’ın işgalinin ardından meydana gelen değişiklikler sonucu resmî düzeyde ve kamuoyunun önünde Irak Kürtlerini kaale almak durumunda kalıyor.

Aslında birkaç yıldır el altından yürütülen ve kamuoyunun tepkisi nedeniyle -ki bu konuda kamuoyu daha çok Kürt meselesinde sertlik yanlısı tavrını yıllardır sürdüren asker-sivil bürokrat olarak okunabilir- dile getirilmeyen politika değişikliği “Türkiye’nin menfaatleri gereği” artık açıktan dile getiriliyor. O dönemlerde oradaki yapıyı, Kürtleri “Türkiye’nin menfaatleri gereği” küçümseyen anlayış, eski politikalarla herhangi bir sonuç alınamayacağının farkında. Resmî yetkililer bu değişikliği yine “menfaatler gereği” olarak açıklasa da, bu durum Türkiye’nin tek yanlı, yıllardır kendisine dönük sürdürdüğü, karşısındakini aşağılayan politikasının iflas ettiğinin göstergesi sayılabilir. Ancak, bu iflasa, Kürt meselesindeki uzlaşmaz asker-sivil bürokrasisinin zorunlu politika değişikliğine rağmen Iraklı Kürtlere bakışı çok değişmeyecektir. Artık Türkiye’nin karşısında, hukuki-meşru bir yapı, Irak toplumunun kurucu unsuru, dünyanın, uluslararası kamuoyunun gündeminde yer tutan ve hepsinden öte işgalin yarattığı cehennemi karmaşanın sonucunun görülemiyor olmasının etkisi olduğu söylenebilir. Yani Irak Kürdistanı’na komşu bir ülke olarak Türkiye, bir dönemler yaptığı gibi, Iraklı Kürtlere “ders vermek” için sınırları kapatamayacak, aşiret lideri olarak gördüğü Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye “çavuş”unu gönderemeyecektir. Türkiye, Irak Kürdistanı’nın sınır komşusu, dünyaya açılan kapıların biri olsa da alınacak kararlarda tek başına olmadığını bilmektedir. Her ne kadar içine sindiremese de artık Amerika’nın işgaldeki nefes borularından biri olan Türkiye-Irak sınırı konusundaki tasarrufları birkaç kez düşünmek zorundadır. Türkiye’nin karşısında artık Kuzey Irak değil, parlamentosu, başkanı uluslararası meşruiyeti ile Irak Kürdistanı vardır. Üstelik, Türkiye Irak’ın işgali öncesi ve sonrasında, üst perdeden verdiği “gözdağı”nın bir politika iflası, dışişleri hezimeti olduğunun farkındadır. İşte bu yüzden, en yüksek askerî yetkililerden MİT’e, AKP yetkililerinden, Dışişleri Bakanlığı’na ve de medyaya kadar bu kabullenişin izleri görülmektedir. Hâlâ, birçok ön yargının bulunduğu ve her fırsatta hakaret etmeye alışkın anaakım medyanın bu kez en azından, Mesut Barzani’nin “Irak Kürdistanı Başkanı” olarak Türkiye’ye gelmek istemesi, İstanbul-Erbil arasında doğrudan uçuşların başlaması haberlerine daha soğukkanlı yaklaşması söz konusu olmuştu.

Ancak, Türkiye’deki politika değişikliği bir yana Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeleri işgalden ve Amerika’nın Kürtlere verdiği destekten, kimilerine göre işbirliğinden soyutlamak mümkün değildir.

NEREDEN NEREYE

Irak’ın federal bir yapıda yönetilmesini kabul ettiren Kürtler bölgelerinde “bağımsız” olarak davranıyor; fiilen Irak’tan ayrı yaşıyorlar. 15 Aralık tarihinde yapılacak genel seçimlerde, bazı Sünni grupların seçimlere katılması nedeniyle Irak genelinde sandalye sayıları azalacak dahi olsa, kendi bölgelerindeki nitelik ve niceliksel egemenliklerinde herhangi bir değişiklik olmayacak. Üstelik Irak Devlet Başkanı bir Kürt, Kürt liderler ABD devlet başkanından, Papa’ya kadar birçok kişi tarafından kabul ediliyor. Irak Kürdistanı başkanı Mesut Barzani yerel kıyafetleri ile Oval Ofis’te Bush’la görüşüyor. O görüntü aracılığı ile Kürtlerin varlığı bir kez daha tescil ediliyor. İşte böyle bir süreçte Türkiye’deki yetkililer “artık koşulların farklı olduğunu ve Türkiye’nin Irak’ta Kürtlerle ilgili politikasını değiştiğinin” ipuçlarını veriyor.

Savaş öncesi ABD’ye kuzey cephesinin açılması anlamına gelen 1 Mart Tezkeresi’nin kamuoyu baskısı sonucu TBMM tarafından reddedilmesi ile başlayan ve Türkiye-ABD ilişkilerinin gerginleşmesi ile sonuçlanan sürecin tam anlamıyla normale döndüğü söylenemez. İlişkilerin gerginleşmesinde özellikle Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentindeki Türk askerlerine yönelik “çuval olayı” da önemli rol oynadı. Tezkerenin “rövanş”ı olarak değerlendirilen “çuval olayı” bir yandan Türk-Amerikan ilişkilerini etkilerken diğer yandan Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik politikasında ABD ile ayrı düştüğünün ilk işaretiydi. Türkiye bu soğukluğu ve devre dışı kalmayı 2003 yılının Ekim ayında, Türk askerinin Irak’ta görev almasının önünü açan 2. Tezkerenin TBMM’den geçmesi ile aşmayı amaçladı. Ancak Tezkere kabul edilmesine rağmen Kürt grupların muhalefetine takıldı. Irak işgalinde ABD’nin en önemli müttefiki Kürt gruplar ise “denize düşen yılana sarılır” özeleştirisi ile durumu normalleştirmeye çalıştı. Kürt gruplar yıllardır Saddam Hüseyin yönetiminin zulmünü ancak ABD öncülüğündeki işgalle aşabileceklerini, ABD’ye verilen destekle orantılı olarak Irak’ta söz sahibi olabileceklerini biliyorlardı. Ne kadar ahlaki olduğu tartışılan bu işbirliği Kürtler açısından reel politikaya ve yıllardır özlemi çekilen, mücadelesi verilen Bağımsız Kürdistan hayali için uygundu. Tabii ki Talabani’nin Ebu Gureyb’de olanları “her yerde olabilen normal olaylar” olarak karşılaması, Felluce ve Telafer saldırılarında peşmergelerin görev alması, Kürtlerin Saddam Hüseyin’e yönelik intikamını Sünniler’den almaya yönelikti. Ancak, Ortadoğu coğrafyasında bu tür intikam hareketlerinin ileriki yıllarda daha kanlı rövanşlarla karşılaştığı biliniyor. Bu yüzden bugün ekilen bu kanlı tohumların ileriki yıllarda intikam saldırılarına yol açma ihtimali yüksektir. İşgalle birlikte başlayan direniş karşısında kuzey dışında her bölgede kendi karargahının dışına çıkamayan ABD için ise Kürt bölgesi “Irak’ın Paris’i” olarak anılacaktı ki, hâlâ öyle. Amerikan askerleri Bağdat ve orta bölgelerde sürekli saldırıya uğrarken Erbil ve Süleymaniye gibi kentlerin sokaklarında rahatça hatta silahsız olarak dolaşabilmektedir.

İşgal sırasında ABD’ye verilen destek karşılığını her aşamada buldu. Özellikle Anayasa’nın hazırlanması sırasında Kürtler için en önemli unsur olan federalizmin kabul edilmesi bunlardan biriydi. Saddam Hüseyin döneminde sadece topraklarından sürülenlerin değil, orantısız bir nüfusun Kerkük’e dönmesine göz yumulması, desteklenmesi yine ABD’nin ödediği diyetlerden biriydi.

1991-2003 yıllarına geri dönecek olursak, 1. Körfez Savaşı sonrası 36. Paralelin yukarısını koruma altına alan Çekiç Güç’ün görevi sırasında Kürtler büyük güçlüklere rağmen görece özerk bir yapıya kavuşmuş, başta parlamento almak üzere siyasi ve sosyal kurumlaşmaya gitmişti. Üstelik bu kurumlaşmada Türkiye’nin de desteğini görmüştü. Örneğin 1996’de Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Kürdistan Demokratik Partisi’nin çatışması sonrası Türkiye’nin iki grubu uzlaştırmak ve çatışmaları engellemek için “barış gücü” adı altında askerî yapılanmaya gittiği biliniyor. Ayrıca bu süre içinde üniversitelerden, hastanelere kadar birçok altyapı kurumunun da temelleri o yıllarda atılmıştı. Son 2 yılda ise bölgede büyük bir imar faaliyeti göze çarpıyor. İşgalle birlikte daha meşruiyet kazanan Kürtler, peşmerge kuvvetlerini de düzenli orduya dönüştürdü. Eski Irak ordusunun ağır silahları dahil birçok mühimmatı kuzeye taşıyan her iki Kürt grup ileride kurulacak bir Kürt ordusunun temellerini de attı. Bugün, Irak Kürdistanı’ndaki Irak Ulusal Muhafızları adı altındaki birimler bağımsız çalışmaktadır. Ve Kürt gruplar, kendi güvenliklerinden Irak ordusunun değil, eski peşmergelerden oluşan bu birimlerin sorumlu olmasını istemektedir ve fiiliyatta da böyledir. Halen sınırları bu birlikler korumakta, Irak ordusu herhangi bir şekilde Kürt otoritelerden izin almadan bölgede operasyon yapamamaktadır. Amaç bütün federal bölgede güvenliği bağımsız bir şekilde yürütmektir. Yani Iraklı Kürtlerin kendine güveni gelmiş hepsinden öte Irak’ın kurucu unsuru olmuşlar ve bundan böyle Irak’la ilgili tüm tasarruflarda da söz sahibidirler.

SOLAN ÇİZGİLER

Türkiye işgalin başından beri Irak’ın bölüneceği ve Kürtlerin bağımsızlığını ilan edeceği kaygısı ile yaklaşmış, daha sonra teker teker terk edeceği “kırmızı çizgilerini” bu gelişmelerin önüne geçmek iddiası ile ilan etmişti. Ancak o günlerde bile “kırmızı çizgi” ilanı gerçekçi değildi. Çünkü, ABD’nin işgaldeki en büyük destekçisi olan Kürtlerin taleplerini destekleyeceği başından beri belliydi. Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin taleplerine karşı çıkmasının nedeni ise kendi Kürtleri ile ilgiliydi. Çünkü kendi içinde Kürtlerle henüz barışamayan Türkiye, Irak’ta Kürtlerle ilgili gelişmelere karşı çıkarken kendi Kürtlerinden duyduğu kaygıyı dile getiriyor, Irak’taki herhangi bir değişimin Türkiye’yi de etkileyeceğini düşünüyordu. Aslında kendi ülkesinde kendi vatandaşları ile demokratik ve eşit vatandaşlık hakları çerçevesinde barışamayan Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle dalaşması gerçekçi olmadığı gibi kendine güvensizliğini de gösteriyordu. Ancak, işgalden bu yana geçen sürede meydana gelen değişikler; Kürtlerin otonomiyi sağlamlaştırmaları, uluslararası desteği arkalarına almaları, muhtemel bir iç savaş karşısında Irak’tan ayrılabileceklerinin sinyalini vermeleri, Irak Kürdistan’ı ve Kürt liderlerin dünya arenasında görünür olmaları, kabul görmeleri ve bu yapının “aşiret”,“aşiret lideri” olarak “aşağıladığı” dönemlerin geride kaldığını göstermiştir. Tüm bu gelişmeler ışığında Türkiye işgalden önce ortaya koyduğu tüm kırmızı çizgilerden birer birer vazgeçmek zorunda kalacaktı.

Türkiye işgale kendi Kürtleri açısından baktığı için fotoğrafın bütününü görememektedir. Irak’taki varlığını uzun yıllar Türkmenler aracılığı ile sürdürmek isteyen, uluslararası platformlarda Türkmenlerin çıkarlarını koruma adına yapılan tüm girişim ve “ses yükseltmeler”in hedefi aslında Iraklı Kürtlerin girişimlerini engellemeye yönelikti. Ancak, Türkmen nüfusun iddia edildiği kadar olmaması; Ocak ayındaki seçimlerde Kerkük gibi bir bölgede 90 binin altında oy almaları Türkiye’nin Türkmenleri koruma iddiasını zayıflatmıştır.

Irak’taki işgal dinamikleri, Şiilerin de aynı fikri paylaşması ve ABD’nin de desteği ile farklı işlemiş, seçimler ve ülkenin federal bir devlet olduğu maddesinin Anayasa ile kabul edilmesi sonucu Türkiye bir kez daha geri adım atmış, bir kırmızı çizgi daha eksilmiştir. Türkiye artık Irak’ta federal bir Kürt bölgesini benimsemiş durumdadır ki, bu benimsenen değil konjonktürün Türkiye’nin önüne koyduğu bir zorunluluktur. Bunda her ne kadar Türkiyeli yetkililer güvenmese de Iraklı Kürt liderlerin defalarca “bağımsızlık” istemediklerini ilan etmelerinin de etkisi olmuştur. Iraklı Kürtlerin ideali olan, ama gerçekçi bulunmayan Bağımsız Kürdistan fikri bir başka konjonktüre bırakılmıştır. Türkiye’nin artık herhangi bir çizgisi yoktur. Genelkurmay başkanı Özkök’ün “karşımızda çavuşumuzu yollayacağımız bir yapı yok” demesi Türkiye açısından kabulü zor ama gerçekçi, geç bir tespittir. Yani: Çavuşların kapısını çaldığı liderler artık devlet başkanı olarak ağırlanmaktadır. Ve Türkiye Irak Kürtlerini kaale almadan Irak konusunda herhangi bir politika yürütemeyeceğini anlamıştır. Tabii ki bunun anlamı Iraklı Kürtlerle her konuda barışmak, anlaşmak anlamına gelmemektedir. Her an için zayıf noktalar beklenecek, köşeye sıkıştırılmak istenecektir. Çünkü yıllardır süren güvensizliğin ve tepeden bakışın değişmesi mümkün değildir. Üstelik, bölgenin yeniden şekillenme süreci henüz tamamlanmamıştır. Suriye ve İran’da meydana gelebilecek değişim ve gelişmeler doğrudan Türkiye’nin politikasını da etkileyebilecektir.

PKK FAKTÖRÜ

Iraklı Kürtlerle ilgili son ve en önemli nokta ise PKK konusundadır. Türkiye PKK konusunda ABD’nin herhangi bir girişimde bulunmayacağını ve kendisi ile birlikte çalışmayacağını anlamıştır. Çünkü, Irak’taki direnişle başı dertte olan ABD, tek güvenli bölge olan Irak Kürdistanı’nda başka bir çatışma yaşamaktan çekinmektedir. Ayrıca PKK’yı kendi elinde bir “kart” olarak saklamak niyetindedir. Osman Öcalan’ın Irak Kürdistanı’na inmesine göz yumması ileride PKK’nın silahsız olarak bölgeye yerleşmesi siyasi ve sivil hayata katılması ile tamamlanabilir.

KDP ve KYB ise PKK’nın varlığından her ne kadar hoşlanmasa bile Türkiye’ye karşı “hain” konumuna düşmemek için harekete geçmemektedir. Ayrıca iki grubun da PKK konusunda tutumları bellidir. “Kürt kardeşlerini” başka ülkeye teslim edenler olarak anılmak istememektedirler. Ayrıca, Irak Kürdistanı’nın kurulması ile birlikte hem uluslararası alanda hem de çekim merkezi olarak ağırlık noktası PKK’dan Talabani ve Barzani’ye kaymıştır. Iraklı Kürt liderler Böyle bir ortamda PKK ile çatışarak bu havayı zedelemek istememektedirler.

Özellikle Kürtlerin bağımsızlık istemedikleri yönündeki açıklamaları resmî yetkilileri rahatlatmış gibi gözükmektedir. Ancak bu açıklamalar olmasa da Türkiye’nin yapacak çok şeyi yoktur. Türkiye’nin yapması gereken yanı başındaki gelişmelere düşmanlık ve tehdit değil kardeşlik, barış üzerinden yaklaşması, Irak ve Irak Kürdistanı’nın başka bir bölge olduğunu ve o insanların kendi bölgesinde söz söyleme hakkı olduğunu bilmesidir.

Türkiye’nin bilmesi gereken bir diğer nokta, Irak Kürdistanı’nın Türkiyeli Kürtlere örnek oluşturacağının ifadesini bulduğu “parçalanma paranoyası” ve “menfaati gereği”yle değil, komşusu olan bir halkla aynı coğrafyada yan yana yaşayacağı, üstelik o halkın bu topraklarda akrabalarının da bulunduğudur. Bu yüzden kendi Kürtleriyle barışan bir Türkiye Irak Kürdistanı’na daha rahat yaklaşacaktır.

METE ÇUBUKÇU