Paris Vesilesiyle, Frantz Fanon ve Şiddet Sorunu

Paris ve sair Fransız şehirlerindeki banliyö isyanının akla düşürdüğü biri: Frantz Fanon. En azından medyanın aktüel kamerası ve aklıyla yetinmeyen biri, Tülin Bumin, 14 Kasım’da Milliyet’te Derya Sazak’ın kendisiyle yaptığı söyleşide Paris isyanını yorumlarken atıfta bulunuyordu Fanon’a. Bu yıl Fanon’un doğumunun 80. yılı; Birikim’in elinizdeki sayısının okuduğunuz yazının yayımlandığı günler de, ölümünün 44. yıldönümüne denk geliyor (6 Aralık 1961). Onu anmanın ve düşüncelerini hatırlamanın zamanıdır.

Sömürge-yurttaşı olduğu Fransa’da eğitim gören Antilli psikiyatr, Cezayir kurtuluş savaşının aktivisti ve ideologuydu. Genel olarak, sömürgecilik karşıtı mücadelelerin ve Üçüncü Dünya’nın uyanışının ideologu. Ölümünden birkaç gün sonra yayımlanan Yeryüzünün Lânetlileri için, 20. yüzyılın en etkili metinlerinden biri, diyebiliriz. 1960’larda, bütün dünyada anti-emperyalist hareketin rehberlerinden biriydi bu kitap. İkonu da diyebiliriz, zira okunmaktan çok meşhur alıntılarıyla zikredilmiş, atıfta bulunulmuştu. Kimi yorumculara göre, Batı ve Kuzey ülkelerinde Üçüncü Dünya’ya ilişkin hassasiyetin gelişmesine katkısı, bizzat Üçüncü Dünya’daki etkilerine kıyasla daha belirgindi. Nitekim, Batılı/Kuzeyli metropollerde silahlı mücadeleye yönelen radikal grupların başlıca referansları arasındaydı.

1970’lerin ortalarından itibaren unutuldu Fanon. 1980’lerden sonra, bir ‘öcü’ olarak hatırlandı. “Pol Pot’un ilham kaynağı” olmakla itham edildi; Latin-siyah-esmer Doğulu/Güneyli göçmenlerin, kısacası “karakafaların”, bir doz şiddetin de açığa çıktığı bütün isyanlarında, ‘olağan -manevî-fikrî- şüpheliler’ listesinde o ve eseri not ediliyordu.

SÖMÜRGECİLİK VE FANON

“Sömürgecilik-sonrası araştırmalar” çığırı açıldığında ise, 1990’larda, bu kez onun daha eski diğer kitabı: 1952’de yayımlanan Siyah Deri, Beyaz Maskeler revaç buldu. Homi Bhabha’nın onu “siyah Lacan” lâkabıyla andığı biliniyor. Siyah Deri, Beyaz Maskeler, sömürgeci ırkçılığın ideolojik mekanizmasının, bu mekanizmanın siyahları/sömürgeleştirilenleri nesneleştirerek öteki olarak inşa eden işleyişinin parlak bir analizidir; bu bakımdan öncü bir eserdir. Bu arada Fanon’un, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı mücadelesini desteklediği Négritude hareketinin, bir ‘siyah özcülüğüne’ meyletmesine karşı çıktığını kaydetmek gerekir. Her ne kadar, devrimci-İslâm söylemi içinde dahi kendisine bir öze-dönüşçü olarak hürmet edilmiş olsa da… Afrika kültürünün üstünlüklerini keşfetmeye dalan, böylece, kendini “uygar” siyahı ise “ilkel”le özdeşleştiren sömürgeci ırkçılığı tersine çevirmeye girişen bir siyahlık yüceltisi, aynı zihniyeti yeniden üretecektir ona göre. (Biyografik not: 2. Dünya Savaşı’nda, Nazi Almanyası’na karşı Fransa ordusuna gönüllü yazılmıştı. Nazilerin zaferinin Fransa’yı çökertmesinden yarar uman ve bunun belki bir özerkleşme fırsatı da yaratabileceği fikrini yoklayanlara şöyle karşılık veriyordu: “Nedir ki ‘zenci milleti’ne dair şu gevezelik? Ben Fransızım…”)

Sömürgecilik-sonrası araştırmalar literatürünün bugünden geriye bakarak ‘onurlandırdığı’ Fanon’un bu eserine, bugünden bakarak yöneltilen temel eleştiri, onun patriyarkal diline ilişkindir. Kadının örtünüp örtünmemesini, dahası tecavüzleri, sömürgeci ve sömürgeleştirilmiş (erkek) öznelerin mücadelesindeki kimlik çatışması ekseninde araçsallaştıran, genelde kadını nesneleştiren anlatımlar, Fanon’un metinlerinin sevimsiz bir cephesini oluşturur.

Sömürgecilik-karşıtı ulusal kurtuluş mücadelelerinin zafer çağında yaşayan Fanon’un, “ulusal kurtuluş” paradigmasına ruhunu tamamen teslim etmemiş olması, dikkate değer. “Halka gitmeyi” ve halkın ulusal-demokratik geleneklerini canlandırmayı önemser, buralarda cevherler aramaktan geri duramaz; fakat milleti/halkı bizatihî yüceltme eğilimleri karşısında arada sırada çimdik de atar kendine. Ulus-devlet kuruluşunu ve bu süreçteki milliyetçiliği, sömürgecilikten kurtularak Özne-olmanın kaçınılmaz merhalesi sayar. Hem ırkî, dinî, kabilevî, mahallî kimliklerin aşılmasında bir etaptır bu; hem de yeni bir toplumun ve yeni insanın inşasında. Ancak ulusal kurtuluş mücadelelerinin kendi millî kimliğine kapanmasına karşı uyarılarda bulunur. “Reel bir hümanizmin” temelini oluşturacak, “milliyetçilik olmayan millî bilinç” gibi paradoksal terimlerle güvence arar bu riske. (Yine bir biyografik not: Cezayir kurtuluş savaşı sırasında da onun “yabancılığı” konu edilmiş hatta Yahudi/İsrail ajanı olduğuna dair “şüpheler” ortaya atılmış; ölümünden üç yıl sonra, bağımsız Cezayir hükümetinin Araplaştırma siyaseti gütmeye başlamasıyla beraber, ismi bağımsızlık mücadelesinin hikâyesinden tamamen silinmiştir.)

Sömürgecilik-sonrasına ilişkin üzerinde durulan bir nokta daha önemli, Fanon’da. Sömürgelikten kurtuluşun, mâdun ülkelerin ve halkların emperyalist sömürgecilikle ödeşmesi anlamına gelmeyeceğini söyler. Almanya’nın Nazi iktidarı döneminde neredeyse bütün Avrupa’yı sömürgeleştirmiş olmasının ve Yahudi soykırımının tazminatını ödemek zorunda kalışını emsal alır. Kapitalist metropol ülkeleri de, sömürgeleştirdikleri ülkelere ve halklara sadece manevî rehabilitasyon değil, maddî tazminat da borçludurlar; zira onların servet ve gelişmelerinin temelinde, sömürgeleştirilmiş ülke ve halkların kaynakları yatıyordur: “Emperyalistlerin serveti bizim de servetimizdir.” Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sınır duvarlarını yükseltme ve göçmenleri ‘eleyerek’ alma politikaları bağlamında kendini hatırlatan bir Fanon fikri, bu da!

EFENDİ-KÖLE VE ŞİDDET

Frantz Fanon’un alâmet-i farikasına gelelim: Şiddet üzerine düşünceleri. Onun bütün eserini bir kenara bırakan ‘meşhur’ metni, Yeryüzünün Lânetlileri’nin “Şiddete Dair” başlıklı ilk bölümüdür. Tabii, Jean Paul Sartre’ın bu kitaba yazdığı Önsöz’deki, “Bir Avrupalıya vurmak, bir sineklikle iki sinek birden avlamaya benzer” gibi provokatif sözlerin kuvvetlendirici katkısıyla beraber… Fanon, bu metinden ötürü, “şiddeti meşrulaştıran ve öven ideolog” olarak nam kazanmıştır. Böylesi -olumlu veya olumsuz- namlara ve damgalara bakmadan, onun şiddetin rolüne dair çözümlemesinin bir özetini yapalım.

Fanon’un şiddet üzerine düşüncelerinin felsefî dayanağı, Hegel’in efendi-köle diyalektiğindedir. Hegel’e göre kişi, kendini çevresinden ayrıştırarak fark ve idrak edebilen bir bilinç taşır. Bu bilinç, kendini nesnelerden farklılaştırarak kavramasıyla, negatif bir varlığa sahiptir. Aynı zamanda, nesneleri değiştirmek, biçimlendirmek ya da yok etmek isteyişiyle, bir arzudur o. Kişinin arzu temelli negatif varoluşu içindeki bilincinin bir Benlik duygusuna, bir öz-bilince, yani kendisi-için bir bilince erişmesinin koşulu, onun başka bir öz-bilinç, başka bir arzu tarafından tanınmasıdır. Arzunun hedefi, zaten-var olan bir şey değil, başka bir arzu tarafından da arzulanandır. Karşılaşan iki özne bu tanınma talebini son noktasına vardırırlarsa, bu artık bir ölüm-kalım mücadelesi olur.

“İnsanın zorunlu olarak tanıyan ve zorunlu olarak tanınan” bir varlık olduğunu vurgulayan “Erken” Hegel’e göre, dışlanan kişinin/tarafın yıkıcı tepkisinin temelinde de, ötekinin dikkatini “tekrar kazanma”, yani tanınma talebi yatıyordur. (Şiârlaştırırsak; bu bağlamda, şiddet, tanınma talebidir.) Burada artık onun meselesi “kendisini [kimliğini] kurmak/inşa etmek değil, kendinin bilgisini kurmak/inşa etmek, yani tanınmak”tır. Hegel’in çözümlemesinde; dışlanan veya bu anlamda saldırıya uğrayan özne, uğradığı fizikî zararın karşılığını almak/vermek üzere değil, bu dışlama/saldırının teşkil ettiği hakaretten ötürü tepki gösterecek; ve karşısındaki tarafından tanınmanın, kendi fizikî varlığından daha önemli oluşunun ifadesi olarak da bu tepki bir ölüm-kalım mücadelesi niteliğinde olacaktır.

Bu karşılaşmada, ölüm korkusunun ağır basmasıyla öznelerden biri geri çekilir ve diğer özneyi tanırsa, efendi-köle ilişkisi doğar. Köle efendiyi tanır. Buradaki paradoks, efendinin köleyi özerk bir özbilinç olarak görememesinden dolayı onun tarafından tanınmanın tatminini de duyamamasıdır. Tanınma talebi ve efendilik arzusu gemlenmiş olan köle ise, kendini çalışmasına/emeğine verir. Emek süreci, efendi öz-bilinci ile doğa [hali] arasındaki dolayımı sağlıyordur; köle, bu dolayımla, emek sürecinin efendisi olur. ‘Kendini gerçekleştirme’ diye uyarlayabileceğimiz tanınma-özbilinç kazanma mücadelesinde yeni bir gelişme basamağıdır bu. (Bu diyalektik, kapitalist rasyonaliteyi ve Protestan etiği temellendirir.)

İşte, Fanon, Hegelci efendi-köle diyalektiğini sömürgecilik bağlamında yeniden yorumlar ve kitle psikolojisi temelinde genişletir. Fanon’a göre, Hegel’de efendi-köle ilişkisinin karşılıklılığına mukabil, sömürgeci efendinin köle tarafından tanınma gibi bir derdi yoktur; orada insan-insan arasında değil insanla insan-olmayan arasında bir mücadele sözkonusudur.

Sömürgeleştirilmiş ezilenler, içinde bulundukları nesneleştirilme durumunun ve aczin çaresizliği içinde, şiddet üretiyorlardır zaten. Fakat açık baskının doğurduğu bu şiddet, -sömürgeciden duyulan korkunun da etkisiyle- kriminaliteye ve kendi aralarındaki ‘töresel’ çekişmelere akmaktadır. “Yaban” halkların medeniyetten uzaklığına dair sömürgeci klişeleri de besleyen bir şiddettir bu. Fanon, bağımsızlık mücadelesinin başlamasından sonra kriminal şiddetin büyük çapta gerilediğine dikkat çeker. Ona göre sömürgeciliğe ve sömürgecilere karşı şiddet, sömürgeleştirilmiş olanların sahiden ‘özne’ olabilmesini, mâduniyetten/tabilikten çıkıp özbilinç ve özgüven kazanabilmesini sağlayacaktır. Sembolik anlamıyla beraber şiddet, örgütlenmenin, direnişin bir rüknüdür. Şiddetin katarsis sağlayıcı niteliği de Fanon’un kabulüdür. Esas olarak Fanon’da sömürgecilik karşıtı şiddet, Hegelci efendi-köle diyalektiğinde kölenin çalışmaya/emeğe yönelmesine tekabül eder; tanınma talebini ifade eden ve bizzat anlam üretici bir emek sürecidir: “Çalışmak demek, sömürgeci efendiyi öldürmeye çalışmak demektir.” Hegel’de insanî-tarihsel gelişmeyi ‘sırayla’ belirleyen şiddet ve emek unsurları, örtüşürler böylece. Fanon’un, şiddete ‘demokratikleştirici’ bir işlev yüklediğini de ekleyelim: Şiddete dayalı mücadelede özgüven ve inisyatif kazanan kitleler, önderlik konumundakilerle eşitlenecek, kimsenin kendini “kurtarıcı” olarak takdim etmesine izin vermeyecektir. Öyle olacağını umar.

FANON ELEŞTİRİLERİ

Fanon’un bazı Marksist eleştiricileri -ortodoks olmayanları da-, onun kapitalizmi ihmal ettiğini söylerler; sömürgeciliğin ve sömürgeleştirilmekten kurtuluşun imkânlarının tarihsel ve iktisadî-toplumsal bağlamına ilişkin çözümlemesinin, ‘kimlik meselesi’yle kısıtlandığını ileri sürerler.

Ama biz yine asıl şiddet meselesiyle ilgili tartışmaya bakalım. Hannah Arendt, 1970’de yayımlanan Şiddet Üzerine’de, Fanon’u şiddet yüceltisiyle itham etmişti. Onun şiddeti katartik bir hal olarak tasvir edişine, tecavüze uğrayanın/mazlumun hiddet dolu intikam düşleri (dahası, bir anlığına da olsa onun yerine geçme düşleri) üzerine bir fikir, bir politika inşa etmenin imkânsızlığına ve onun “kötü belâgat aşırılıkları”ndaki “sorumsuzluğuna” çatar. Son olarak “sorumsuzluk” ithamını anmamın nedeni şu: Başka bazı eleştiricileri gibi Arendt de, belki Fanon’dan çok, onun alımlanma biçimine, uyandırdığı etkiye kızarlar. Arendt, Fanon’un kendisinin “şiddet konusunda, hayranlarından daha kuşkulu” olduğunu not eder. Yine Arendt’in naklettiği bir başka yorumcu, Barbara Deming, Fanon’un metninde şiddet sözcüğünün rahatlıkla “radikal ve ödünsüz eylem” gibi bir terimle karşılanabileceği, bunun, onun söylediğinin esasını değiştirmeyeceği fikrindedir.

Arendt, Sorel’inkinden bile daha soyut ve gerçeklikten uzak bulur Fanon’un şiddete yüklediği kurtarıcı rolü. Faşizmin “kitle ruhu” stratejisinin ilham kaynakları arasında addedilen Sorel, organik-güdüsel ve “vitalist” bir şiddet kavramına sahipti. Fanon’da ise böyle olduğunu söylemek zor. Pekâlâ şiddet güzellemesi olarak okunacak anlatımlara yer verdiğini inkâr edemeyiz. Ancak bu şiddetin özgül bir tarihsel bağlama oturduğu, belirli toplumsal ve siyasal koşullarla çerçevelendiği de göz ardı edilemez. Sömürgeciliğin yalın baskı ve şiddete dayalı egemenlik koşullarıyla ilişkilidir; buna yönelik bir karşı-şiddettir. Tekrarlarsak, insan-olmayanın (çünkü insan olarak tanınmayanın) tanınma mücadelesinin ifadesi olan bir karşı-şiddettir. Fanon, sömürgeciliğin, “doğa durumu koşullarında bir şiddet” ortamını meydana getirdiği fikrindedir. Sömürgeci efendinin, sömürgeleştirdiği ‘aşağı’ halkların sadece şiddetten anladığı yönündeki zihniyeti, ironik bir biçimde tersine dönmüştür: Şimdi de sömürgeleştirilen, sömürgecinin sadece şiddetten anlayacağını söylüyordur! Fanon, gelişkin kapitalist toplumlarda (metropollerde) yerleşik düzene gösterilen rıza ve saygının “gûya estetik” biçimler bulduğundan, sömürülenlerin iktidar algısındaki yanılsamalardan söz ederek ‘barışçıl’ muhalefete bir taş atar; fakat biçimsel de olsa bir demokrasinin geçerli olduğu koşulların farklılığını ‘tanır’.

Bir PKK parantezi açalım. Fanon’un düşüncelerinin, PKK’nın ilham kaynakları arasında olduğunu biliyoruz. Özellikle meselenin sömürgecilik sorunsalı içinde düşünülmesinde ve şiddetin, eziklikten/bastırılmışlıktan çıkışın, böylelikle bir “yeni insan” yaratmanın aracı olarak güzellenmesinin köklerinde, Fanon ilhamını bulabiliriz.* Nitekim İsmail Beşikçi de, Martin van Bruinessen -onun yanı sıra mesela Yaşar Kaya- tarafından, “Kürtlerin Fanon’u” olarak anılır. Velhâsıl bu ‘yerli’ deneyim de, Fanon’un kavramsal çerçevesi içinde, şiddetin ‘tanınma talebini’ ifade eden veçhesi ile, -bir anlığına da olsa- kendini zalimin/muktedirin yerini alma düşlerine kaptıran veçhesi arasındaki tehlikeli gerilime işaret eder.

Tekrarlayarak toparlayalım. Fanon, iki ayrı istikamette irkiltir bizi. Birincisi; şiddeti tarihsel-toplumsal olarak tefrik etmeksizin karalamanın bizzat bir şiddet edimi olabileceğini fark ettirerek irkiltir. Şiddetin bir tanınma talebinin, insandan sayılma ‘çağrısının’ ifadesi olabileceğini hatırlatarak irkiltir. İkincisi; ‘doğru’ şiddeti güzeller, “kan ve hiddetle kurulmuş bağlar”ı cezbeyle tasvir ederken, irkiltir. Meşruluğunu tanımak ile rasyonelleştirmek ve güzellemek arasındaki fark, görmezden gelinecek gibi değildir. Fanon’a ‘haksızlık’ eden Arendt’e kulak vermek gereken noktadır bu; tekrarlarsak, tecavüze uğrayanın/mazlumun hiddet dolu intikam düşleri (dahası, bir anlığına da olsa onun yerine geçme düşleri) üzerine bir fikir, bir politika inşa etmek, nereye götürür? Yine Arendt’in dikkat çektiği gibi, re-aksiyon’un aksiyon yerini tutması politikayı felcetmez mi? Efendi-köle diyalektiğinin, şiddetle emek sürecini örtüştüren yorumu, doğal itkiyle politikayı özdeşleştirmeyi getirmiyor mudur beraberinde?

PARİS

Cezayir kurtuluş savaşı döneminde Fanon’un “asistanlığını” yapan Alice Cherki, -2000 yılında Paris’te onun Portrait’sini de yayımlamıştı-, 2001’de yayımlanan bir makalesinde, şunları söylüyordu:

“Şiddet sömürgelerden metropollerin büyük şehirlerine, daha doğrusu büyük şehirlerin banliyölerine taşındı. Buralarda, Fanon’un saptadığı mekanizmanın aynısını yaratıyor: Birbirinden kopuk iki dünya, [ortak] hakikat yok, ikisi arasındaki tek aracı ise güvenlik güçleri. Şiddet bugün nerede? Şiddet mahkûm ediliyor - şiddeti az çok daha ‘yumuşak’ biçimde uygulayan, uyguladığını da o ölçüde inkâr eden bir toplumda, daha da fazla inkâr ediliyor. Başka bir yerlerde vahşiler olabilir, fakat bizim içimizde, barışçı toplumumuzun ortasında, hukuk devleti dediğimiz bu yerde, bu imkânsızdır. Böylece, şiddet üzerine düşünmekten kaçınılıyor. Hele, şiddeti, yaşamın ölümün önünden kaçmaya itiraz ettiği bir yer olarak tasavvur etmekten… Onu, kendi şiddetini açıkça göstererek değil de ötekinin tarihinin, zamanının, kaderinin öznesi olmasını önlemekle ortaya koyan bir düzenin reddi olarak görmekten…”

Paris isyanına kâhinlik eden ve Fanon’un aktüalitesini hatırlatan sözler... Yine tefrikimizi yapalım. Paris’teki şiddet, Tülin Bumin’in yazının başında andığımız söyleşideki sözleriyle “sözden dışlanmış çocukların” görünür olma, saygı görme, kısaca tanınma talebini yansıtıyor. İki haftadan fazla süren bu ‘şiddet’in, sadece üç cana mal olduğunun -ki iki ölüm vakasında asıl polisin sorumluluğu var- farkında mısınız? Şiddetin, kapitalizmin simgesel yükü en ağır fetiş-metalarından olan otomobillere yönelmesi, bir şey anlatmıyor -ve yürek soğutmuyor- mu? Beri yandan, Birikim’de Ömer Laçiner’in çeşitli vesilelerle yazdığı üzere, globalleşme/postmoderlik çağının -bir kısmı hiç yoksa ufûnet alıcı!- isyanlarındaki umutsuzluğu, çıkışsızlığı, reaksiyonerliği de görmüyor muyuz? Nilgün Toker’in bu yazıya düştüğü notla bitirebiliriz: “Ne zaman politika yok, Fanon var!”

Hannah Arendt: Şiddet Üzerine. Çev. Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.

Thomas Atzert - Jost Müler: “Verdammter Fanon”, Jungle World, 1.8.2001.

Alice Cherki: “Ein Denken in Bewegeung”, Jungle World, 1.8.2001.

Philipp Dorrestal: “Apostel der Gewalt oder revolutionärer Humanist?”, Analyse + Kritik, no. 496 (Haziran 2005).

Frantz Fanon: Die Verdammten dieser Erde. Fransızcadan Almancaya çev. Traugott König. Suhrkamp Verlag, Frankfurt/M., 1966. [Türkçesi: Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, Avesta Yayınları, 2001]

Frantz Fanon: Siyah Deri Beyaz Maskeler - Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma. Çev. Mustafa Haksöz, Sosyalist Yayınlar, 1996.

Frantz Fanon: Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi. Çev. Kâmil Çileçöp. Pınar Yayınları, İstanbul 1983.

Robert Foltin: “Frantz Fanon wiederlesen?”, Grundrisse/Zeitschrift für linke Theorie&Debatte, No. 1, 2001.

Axel Honneth: Kampf um Anerkennung [Tanınma Mücadelesi]. Suhrkamp Verlag, Frankfurt/M., 1994.

Jost Müller: “Die Masken des Frantz Fanon”, Jungle World/Subtropen, Ekim 2002.

Karl Theodor Schuon: “Fanons Lehre von der befreienden Gewalt”, Das Argument, No. 45, Aralık 1967.

Ali Şeriati: Öze Dönüş.Çev. Kerim Güney. Şafak Yayınları, 1985.

Udo Wolter: “Zivilisatorische Mission”, Jungle World, 12.1.2000.

Udo Wolter: Das obskure Subjekt der Begierde: Frantz Fanon und die Fallstricke des Subjekts der Befreiung [Öznenin Karanlık Arzusu: Frantz Fanon ve Kurtuluşçu Öznenin Tuzaklar], Unrast, 2001.

Udo Wolter: “Die Arbeit des Global Theorist”, Jungle World, 12.12.2001.

www.roteswinterhunde.de: “Zur Aktualität von Frantz Fanon in der Antiglobalisierungsdebatte.”

(*) Bu yazıyı tasarlarken bazı noktalara dikkatimi çeken Cengiz Türüdü’ye teşekkür ederim.

(*) Bu noktaya, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce kitap dizisinin “Sol Düşünce” konulu 8. Cildinde yer alacak olan “Kürd Solu” makalesinde Hamit Bozarslan da dikkat çekiyor.