Paris-Şemdinli

Kasım ayında dünya, özellikle de Batı/Kuzey ülkeleri kamuoyu dikkatini Paris’te ve diğer Fransa kentlerinde patlak verip bir ara Avrupa’nın öteki ülke ve kentlerine de yayılacakmış gibi görünen varoş isyanlarına yöneltmişken; Türkiye gündeminin başköşesinde de Şemdinli vak’ası ve İsviçre-Türkiye futbol maçında olup bitenler vardı.

Her iki olayla ilgili değerlendirmelerimize geçmeden önce kamuoylarının olayları ele alış ve tartışma tarzlarında son derece anlamlı olan bir farklılığa dikkat çekmek istiyoruz önce.

Fransa’daki varoş ayaklanmasını Avrupa basın ve televizyonlarından izleyenler, bu olayla patlak veren sorunun nedenleri ve çözümü konusunda çok farklı, zıt görüş sahiplerinin tartışma ve değerlendirme yaparken olayın görüntü ve bilgi olarak verileri, yani gerçekliği üzerinden konuştuklarını, bunu yaparken elbette kendi yaklaşımlarını destekleyen unsurları öne çıkarıp, diğer görüş sahiplerinin vurguladığı olguları inkar etmeksizin tali göstermeye çalıştıklarını fark etmişlerdir; ya da bunun zaten oralardaki tartışmaların normal karakteri olduğunu bilmektedirler.

Türkiye’mizde ise; İsviçre-Türkiye maçlarının oynandığı günleri içeren bir haftalık süre içinde, Şemdinli vak’asında ise olayın üzerinden bir hafta geçtikten sonra bile gerçeklik üzerinden konuşuyor, tartışıyor değildik. İsviçre maçında millet olarak yenen taraf olma arzumuz o denli belirleyici idi ki; ilk maçta takımımıza ve milletimize yapıldığı iddia edilen saygısızlığın somut olarak ne olduğunu, çapını, derecesini, yani gerçekliğini tam olarak bilmeye gerek duymadığımız gibi; İsviçre takımının toprağımıza ayak basışından gidişine kadar maruz kaldığı muamelenin -o da bir kısmı- yayımlanan sahnelerine bakarken orada yansıyan gerçeklik ile onun bize doğrudan hatırlatması gereken değerler arasındaki bağı da koparmış haldeydik. O görüntülerin gerçekliğin, gururuyla, misafirperverliğiyle övünen bir millet için yüz karası olduğunu söyleyen kimse çıkmadı maçların bitiş gününün ertesine kadar. Maç ertesinde, koridorlarda, soyunma odalarında yaşanan rezilliklerin nasıl, gizleme, örtme, bulandırma imkanı kalmayınca azar azar dile getirilip, görüntülerinin verildiğini de gördük. Ve hepimiz bilmekteyiz ki; Türkiye’de, bu olay nedeniyle verilecek cezanın konuşulacağı bir tartışma açıldığında, tartışma olayla ilgili tüm veriler, bilgi ve görüntüler eksiksiz ortaya konularak değil, tartışmacıların “adil” diyeceği ceza miktarlarına tekabül edecek bir veri ve görüntü malzemesi ile, gerçekliğin bu uyarlanmış hali üzerinden yapılacaktır.

Şemdinli vak’asında ise, gerçekliğin niyete ve tutuma uyarlanarak sunumuna, vak’anın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra başlanılabildi. Ortada bir suçüstü durumu olduğu için büyük basın ve televizyonların çoğu olayı “İkinci Susurluk” manşetleriyle, olduğu gibi verdiler. Gerçeklik, olayın cereyan tarzı, tanıklar, veri ve kanıtlar o kadar besbelli idi ki, MHP yönetimi dahil tüm partiler ve hükümet, derhal soruşturma açılmasını ve “nereye kadar uzanırsa uzansın” sorumluların tespit edilmesini istemek zorunda kaldılar. Milliyetçi basın ise ya olayın niteliğini yansıtmayan kısa başlıklarla haberi verdi veya hiç bahsetmedi. Zanlı astsubayları koruma altına alan ve iki gün sonra savcının ifade almasına izin veren askerî yetkililer bir süre sessiz kaldıktan sonra, güya kendi yaptıkları soruşturmanın raporunu açıkladıklarında vak’anın tamamen tersyüz edildiği bir anlatımla karşılaşıldı.

Olay yerindeki tanıkların ifadelerine, eldeki veri ve görüntülere tamamen aykırı düşen, gerçekliğin inkarına dayalı bir anlatıydı bu. Ve bu haliyle de öylesine “yerseniz” tehdidi, meydan okuması yansıtmaktaydı ki; olayı “İkinci Susurluk vak’ası” diye sunmuş gazete ve televizyonlar bile bu anlatının hemen sırıtıveren noktalarına işaret etmemeyi yeğlediler. Ardından yapılan resmî açıklamada ise olayın kendisinden, “gerçeklik”ten hiç bahsedilmeyerek, bölgede Türkiye devleti aleyhine faaliyet gösteren yerli ve yabancı güçlerin tertiplediği veya tertipleyebileceği komplolara, manevralara karşı dikkatli olunması ikaz ve ihtar ediliyor ve dolayısıyla da bu vak’a özelinde dahi, gerçekliğe değil, olayın ait olduğu “Kürt sorunu” bağlamında hangi tarafta olunduğuna göre konuşulması gerektiği kuvvetle hatırlatılıyordu. Tıyneti nedeniyle bu gibi hatırlatmalara hiç ihtiyacı olmayan İP gibi partiler ve onun yayın organı Aydınlık olayın hemen ertesindeki sayısında Şemdinli’nin sadece adını geçirerek, gerisini Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen düşmanların ne gibi manevralar çeviriyor olabileceklerini, hangi hesapları yaptıklarını anlatan satırlarla doldurduğu yazılar yayımlamaya koyulmuştu bile. Öteki milliyetçi basın ve çevreler de aynı tür yayınları gecikmeden başlatmıştı haliyle. Bir süre sonra büyük basında da “vak’a”nın “göründüğü gibi” olmayabileceğini ima eden, dillendiren yazılar çoğalmaya başladı. Vak’anın gerçekliği, veriler görüntüler ve tanıklıklar, genellikle kişiler hakkında şüphe, ard niyet yaratıcı bilgiler verilerek, söylentiler aktarılarak bulanıklaştırılmış oluyordu böylece.

Aradan on gün bile geçmeden “askerî istihbarata mensup kişiler bu kadar acemice bir bombalama yapmış olabilirler mi?” gibi sorular eşliğinde, asker-itirafçı zanlıların bir oyuna getirildikleri ihtimalini ortaya atan yorumlar bile yapılmaya başlandı. Ve öyle anlaşılıyor ki, daha uzun süre “soruşturma-yargı süreci devam ediyor” bahanesiyle kamuoyu önünde açıkça tartışılmasına izin verilmeyecek olan bu olay, eğer bugün tartışılabilse; taraflardan, en azından Türk milliyetçi cenahın sözcülerinden Şemdinli vak’asının özgül verileri; gerçekliği bahsine hiç girmeyen, bu gerçeklikten hareketle konuşanları ya ihanetle ya da Türkiye düşmanlarına bilerek ya da bilmeyerek alet olmakla suçlayan nutuklar dinleyeceğiz sadece. Ve insanlar, gerçekliğe bakarak konuşmak, gerçeklikten hareketle düşünmek, karar vermek yerine, gerçekliğe taraf olmanın “icap”larından hareketle bakmaya zorlandıkça ya gerçekliği eğip bükerek oldukları tarafın istediği hale sokacak, ya da mızrak çuvala sığmaz gibiyse büsbütün inkar etmeye veya tamamen tersyüz etmeye yelteneceklerdir.

“İnkar yiğidin kalesidir” gibi bir atasözüne sahip kültürümüzün binbir örneğini verdiği bir yaklaşımdır bu. Vaktiyle Demirel’in, faşistlerin işlediği binlerce cinayet ortada iken “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” derken sergilediği mantıktır bu. Bu mantık sahiplerinin yadırganmadığı, yalancı tanık getirerek dava kazanmanın mübah sayılabildiği bu kültürde, hiçbir -hele siyasal- tartışma gerçek olgular, gerçekliğin verileri üzerinden, ve görüşünüzü esastan çürüten bir veri sunulduğunda hak teslim edilerek yürütülmez. O nedenle daha şimdiden bilmekteyiz ki; bütün “sonuna kadar gidilecek” sözlerine, Şemdinli vak’asında tutuklanan astsubayların çok yukarıdan verilmiş direktifleri uyguladıklarına dair çok güçlü karineler olmasına rağmen, olay ya “münferit hadise” kategorisine sokulacak ya da hatta mağdurlar suçlu sandalyesine oturtulabilecektir. Vaktiyle neredeyse suçüstü delilleriyle tevkif edilen Yüksekova davası sanıklarının yine bu günlerde beraat ettirilmesi, daha şimdiden dezenformasyon sağanağına tutulan Şemdinli vak’asının da aynı sonuca vardırılacağının işareti gibidir.

Hemen belirtelim ki; tartışma konusu olan bir olayda, bir durumda, gerçekliğin kendi görüşünü -kısmen de olsa- zayıflatan unsurlarını inkar etme, yok soyma veya tersyüz etme, bazı siyasal akımlara özgü bir tutum sayılamaz. Bu yaklaşım ne yazık ki, derece derece tüm Türkiye siyasal düşünce ve inanç dünyasına şamildir. Bu ülkede hiçbir siyasal akım ve inanç hareketi, kendini yanlış veya haksız gösterecek bir fiilini kendiliğinden ifşa etmez. Başkalarını doğrudan ilgilendirse dahi, bir haksızlık veya yanlışlık kendi içinde tartışılsa bile bu durumda da “kol kırılır yen içinde kalır” kuralı geçerlidir. Ve böylesi bir iç tartışmayı “dışarı”ya sızdıranların hain muamelesi görmeleri gayet muhtemeldir. “Dış”ımıza, hele rakiplerimize karşı da adil olmamız onlara “hak” sınırlarının ötesinde davranmamız, gerektiğinde haklarını teslim, haksızlığımızı kabul etmemiz fikri, ilkesi çok büyük oranda yabancıdır bize ve çoğu kez küçümsenen, hatta kızılan bir naiflik olarak görülür. Haksızlığımızı ve yanlışlığımızı ancak bizi bunu kabule mecbur bırakan bir zorlamayla karşılaştığımızda kabul edebiliriz. Bu durumda da o zorlama bizim adalet-hak duygumuzu depreştirdiği için değil, söz konusu zorlamanın bize o haksızlığın yanlışlığın bedelinden çok daha fazlasını ödettirebileceğini gördüğümüz için kabullenmişizdir genellikle.

Hukuku, kuvvetli olanın belirlediğini, hakkı, neyin adil ve doğru olduğunu gücün tayin ettiğini kabule, inanmaya bu denli yatkın oluşumuzun bir sonucudur bu davranış tarzı. O nedenle de, bizden daha güçsüz biri bizden yaptığımız bir haksızlığı yanlışlığı düzeltmemizi talep ettiğinde ya kaale bile almayız veya güçsüzlüğüne rağmen böyle bir talepte bulunabiliyorsa ya arkasında bizim kadar hatta bizden de güçlü birilerinin durduğuna veya onların teşvikiyle davrandığına kolayca hükmedebiliriz. Talep konusu olan gerçeğe nesnel bir gözle yeniden bakmak yerine gerçeği o talebi geçersizleştirecek biçimde nasıl sunabileceğimizin yollarını arar ve ek olarak da gerçeğin bizi haksız veya yanlış gösterebilen unsurlarını vurgulamanın bizi hangi hayati noktalarımızdan zarara uğratmak gibi bir artniyet taşıdığını belirterek, bunları kabul etmemeyi bir varoluş sorunu haline getirmeye çalışırız. Buna kendimizi inandırabildiğimiz ölçüde de “haklı” olduğumuzu ispatlamış sayarız.

Bu yüzden Türkiye siyasal kültüründe yanlışlık veya haksızlık yapıldığını teslim etmek, bir siyasal akım veya gücün erdemi ya da takdir edilecek bir davranışı olarak değil, bir güçsüzlük itirafı olarak okunur. Devlet-hükümet, herhangi bir konuda, haksız veya yanlış olduğu söylenmiş bir politikasını kökten, bu eleştiriler doğrultusunda değiştirmiş olsa ya da değiştireceği sözünü verse dahi; “daha önce şu yanlışlık ve haksızlıkları yapmıştık” diyerek işe başlamaz asla. Kendi söylemediği gibi başkalarının söylemesini de peşinen art niyet olarak suçlamaya hazırdır. Çünkü muktedir zihniyeti, hak ve doğruluğu gücün dışında onu denetleyen ve sınırlayan göstergeler olarak değil, gücün şu veya bu şekilde tezahür edebilecek türevleri olarak algılar. Bu yüzden de, örneğin TC devleti, daha dün “Kürt diye bir halk yoktu, o bahsedilenler karda yürüyen Türklerdir” gibi akıllara seza bir tezle davrandığında da “doğru” ve “haklı” konumdadır; “Kürt realitesini tanıyoruz” dediğinde de aynı konumda sayılmalıdır. Farklılık, dün öyle bugün böyle denilmesi, o ulvi “hikmet-i hükümet”in, insan aklınca, onun doğruluk ve haklılık ölçütlerince kavranamayacak işlerinden sayılıp, zinhar bir yanlıştan dönülme olarak nitelenmemelidir.

Türkiye’de merkez sol partilerin de merkez sağ partilerin de liderleri ve üst kadrolarının çoğunluğu AKP’ye gelinceye kadar devletin çekirdeğinden, yüksek bürokrasiden gelme oldukları için o “hikmet-i hükümet” mantalitesini ya içselleştirmiş ya da uyarlanmaya hazır olduklarından, iktidara geldiklerinde “devlet politikası” sayılan konularda bazı çizgi değişiklikleri, “düzeltme”ler yaptıklarında dahi önceki politikanın “yanlışlığı”nı alenen söylemekten bilhassa kaçınagelmişlerdir. AKP hükümeti ve liderleri böyle bir “terbiye”den geçememiş “sivil” kökenli kişiler olduklarından dilleri sürçebilmektedir. Nitekim daha 1990’ların sonlarında, AB’ye katılım hedefinin de zorlamasıyla Kürt sorununa ilişkin devlet politikasında zorunlu olarak değişim zaten gündeme gelmişken, bu konuda adım atmaya her tesebbüs edildiğinde AKP lideri, yapılmak istenen değişiklikten çok; bu değişikliği açıklama üslubundan dolayı şimşekleri üzerine çekmektedir. Birkaç ay önce Diyarbakır’a gittiğinde geçmişte bazı hatalar, haksızlıklar yapıldığından söz etmesine nasıl tepki gösterildiği hatırlanacaktır. Bu kez de Şemdinli’de o artık kabullenilmiş gibi görünen “Kürt realitesini tanıma”nın en dolaysız gereği olan Kürtlüğün ve diğer etnik kimliklerin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı üst kimliği içinde bir alt kimlik olarak meşruiyetinden söz etmesi CHP’den MHP’ye tüm partilerin ayağa kalkmasına sebep oldu. MHP’den de önce davranarak, örneğin CHP, bunun Türklükle Kürtlüğü eşitlemek, Türklüğü de bir alt kimlik saymak anlamına geldiğini belirtip şiddetle eleştirdi.

Burada değineceğimiz nokta, söz konusu tepkinin ve şiddetinin kökeninde Kürtlüğün bir alt kimlik olarak tanınması değil, Türklüğün üst kimlik olarak zikredilmemesi yatıyor. Başbakan Erdoğan gerçi Türklüğün de alt kimliklerden biri olduğunu doğrudan söylememiş, hatta bunu aklından geçirmemiş de olabilir, ama alt-üst sözcüklerinin geçtiği bir tarifte üst sıfatı “Türklük” ile birlikte söylenmediği için Türk milliyetçiliğinin algısında bu ifade Türklüğün tenzil-i rütbeye uğratıldığı biçiminde çınlamıştır. O üst-alt kimlikler önerisine, hakkaniyete uygarlık kıstaslarına, sorunun çözümüne katkı derecesine bakılmaksızın, adeta içgüdüsel olarak gösterilen bu tepki, milliyetçiliğin beslendiği ilkel kökenin dışavurumudur. Kuvvete, fizik zora tahvil edilebilir güce takıntılı bu ideoloji güç ve güçlülük duygusunu, “haz”zını başkalarını mecbur etme kapasitesi ve imkanıyla orantılı saydığı ve duyduğu için, bir Kürdün ve herhangi bir TC yurttaşının “Türklük” formatının empoze ettiği dilsel, davranışsal, düşünsel “mükellefiyet”lerden biraz olsun sıyrılmasını bile kendi “gücü”nden bir gedik açılması, bir eksilme hatta bir meydan okuma gibi algılamaktadır. Kürtçe bir şarkı duyduğunda sıradan Türk milliyetçisinin “tahrik olup”, saldırıya geçebilmesi de bu yüzdendir.

Şemdinli vak’asına ve bu vesileyle “Kürt sorunu”ndaki halihazır durum ve gidişata, bu yazının son kısmında yeniden döneceğiz. Bu zihniyet ve tutum üzerine notları, başlangıcında olduğu gibi bir kıyaslamayla tamamlayalım.

Fransa’daki varoşların isyanında onbini aşkın araba yakıldı, birçok okul, resmî bina ve lokal yakıldı ve bir hafta her gece devam eden bu olaylar sırasında ikisi kazara -polisten kaçarken girdikleri bir trafoda elektriğe kapılarak- biri de eylemciler tarafından dövülme sonucu sadece üç kişi öldü. Başında, isyan eden varoşun gençlerine “pislikler” diyebilen bir içişleri bakanının olduğu polis, bu yakıp yıkan, taşlayan gençlere karşı ateşli silah kullanmadı ve olağanüstü hal ilan edilerek isyanın bastırılmasının ertesinde ülkenin en üst düzey yöneticileri ve başlıca partileri -milliyetçi parti şüphesiz hariç- “ortada ciddi bir sorun ve yaptığımız yanlışlar var” deyip, isyan öncesine kadar uygulanagelen politikaların geniş biçimde tartışılacağının işaretini verdiler.

Aynı günlerde Türkiye Şemdinli vak’asının sıcaklığını yaşamaktaydı. Yüksekova’da olayı protesto için yürüyüş yapan kalabalık güvenlik güçlerinin ateşiyle dağıtıldı, üç kişi öldü, Mersin’deki protestoda da bir genç polisçe öldürüldü. Şemdinli’de ölenlerin cenaze korteji üzerinden F-16’lar alçak uçuşla geçirildiler ve yetkili general bunun normal olduğunu Şemdinlililerin bu alçak uçuştan tedirgin olup kınamak yerine daha önce bu kadar yakınlarına, tepelerine teşrif etmemiş bu savaş makinaları ile kıvanç duymaları gerektiği yolunda sözler etti.

Askerî istihbarata mensup kişilerin bombalı suikastte adam öldürdüğü haberiyle çalkalanmakta olan, daha önce kasabalarında meydana gelen bombalamaların çoğunun da yine aynı şekilde yapılmış olabileceğini haliyle düşünen ve bu düşüncelerle galeyan halinde olan ve bu haldeyken suikastte kullanıldığından şüphelenilen arabayı inceleyen savcı ve emniyet müdürü ile etraftaki kalabalığa ateş açılmasını ve bir yurttaşın da oracıkta öldürüldüğünü gören, iki gün sonra da ölülerini defnetmeye giden Şemdinli ahalisinin üzerinden F-16’ların geçirilmesindeki incelikli tavrı bu ahali takdir etmemiş olabilir. Ama Bay General, onun bu beyanatı karşısında tek laf etmemeyi becermek gibi onurlu bir performans sergileyen, böylece “bomba olmadıysa F-16 kullanabiliriz” gibisinden bir mesaj mı verilmiş oluyor yollu soruların savuşturulduğunu sanan siyaset erbabının bu “basiretli” tutumunu herhalde takdir etmektedir. Ve sanırız Fransa’da ortalığı bir hafta boyunca yakıp yıkan isyancıları “bre teröristler” diyerek tepelemeyip yanlışlarımızı düzelteceğiz gibi bir devlete zinhar yakışmayan sözler ederek acizliğini gösteren devlet ve siyaset adamlarının tutumuna bakıp, bizim devlet ve siyasetimizde böylesi bir gevşeklik ve aymazlık şükür ki asla olmaz diye de düşünmüş olmalıdır.

Fransa’da devlet ve siyaset, varoş isyanları ile patlayan yılların sorununu ne ölçüde çözmeye istekli ve yeterlidir? Bu soruyu az sonra ele alacağız. Ama Türkiye’de devlet ve siyasetin şu değindiğimiz özelliklerini sürdürdüğü sürece, örneğin “Kürt sorunu”nu değil çözmek ancak kangrenleştireceğini -ki şimdiye kadarki uygulama ile bunun eşiğine gelinmiştir- ve bu yolun tüm ülkeyi kangrenleştirmeye kadar varabileceğini söylemek zorundayız.


Kasım ayında sırf Fransa’da değil, komşusu ülkelerin bazı metropollerinde de patlak veren ayaklanmalar yeni ve beklenmedik bir olgu değildi. 1980’lerin sonlarından itibaren aralıklarla ABD’de, İngiltere ve Fransa’da benzer, ama tekil ve küçük çaplı varoş patlamaları olmuş; bunlar en fazla iki günde yatış(tırıl)mış iken hem ülke çapını bile aşan bir yaygınlıkta ortaya çıkmış hem de ancak bir haftada önü alınabilmiştir. Bir diğer “farklılık”, daha önceki olaylarda yetişkin erkek nüfusun çoğunlukta ve önplanda olmasına mukabil, bu son isyanlarda katılanların çok büyük çoğunluğununun henüz lise çağında olan genç-ergenler olmasıydı. Bu homojenlik isyancıların dilinde, taleplerinde de söz konusu idi. Her ne kadar katılanların çoğu varoşların Müslüman topluluklarına mensup, genellikle “Mağripli” gençler idiyse de Afrikalı Hıristiyan ve aynı mahallelerde yaşayan “yerli Fransız” gençler de vardı ve çoğunluk Müslümanlıklarını bir inanç kimliği gibi değil bir etnik kimlik gibi belirtiyor ve hep birlikte isyanlarının nedeninin “dışlanma” olduğunu haykırıyorlardı. “Müslüman olduğumuz için dışlanıyoruz” demekten ziyade “dışlanma”nın zaten işleyen bir mekanizma olduğunu, Müslüman veya siyah derili olmalarının bu “mekanizma”ya terk edilmelerini kolaylaştıran bir faktör olarak gördüklerini ifade eden bir dil kullanıyorlardı.

Birikim okurları, derginin daha 1990’lardaki sayılarında, o sıralarda ABD ve İngiltere’de patlak veren bu tür ilk olaylar vesilesiyle yayımlanmış yazılarda, post-endüstriyel/modern topluma özgü bir fenomen olarak bu “dışlanma” mekanizmasının nasıl oluştuğunu ve işlediğini, bu anlamda “yeni işsizlik”in mahiyetini ve uzanımlarını, varoşlardaki fiilî gettolaşmanın dinamiklerini ve buralarda biriken tepki potansiyelinin içeriğini analiz ederek, dışlanmanın, işsizliğin artmasının, gettolaşmanın ve varoşlardaki patlamaların mevcut düzen ve gidişat doğrultusunda neden “kalıcı” ve çözülemez bir karakter taşıdığı sonucuna vardığımızı hatırlayacaklardır. Derginin daha sonraki sayılarında da her vesileyle yinelediğimiz ve yeni argümanlar eklediğimiz bu tespit ve görüşleri tekrarlamayacağız. Fakat bir noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor. Bu da mevcut iktisadi-sosyal işleyişin ve ona yön veren neo-liberal ideolojinin bu “dışlanma” ve onun kaynağındaki “yeni işsizlik” olgusunu ne bir sorun olarak görmek ne de çözmek yeteneği vardır. Açıkça söylenmemekle birlikte, bu olgunun ve onun işlettiği dışlanma-dışlama mekanizmasının sürekliliği hem iktisadi sosyal düzenin hem de neo-liberalizmin iç mantıkları gereği “doğal” sayacağı ve saydığı “sonuç”lardır. Bu nedenle de söz konusu olgu ve dışlanma mekanizması sadece post-endüstriyel/modern Batı/Kuzey toplumlarında değil, onların izinde ve perifesindeki toplumlarda artık işlemekte, Güney ülkelerinin varoluşları da o ülke iktisadi yapısının artarak ürettiği “dışlanmış”larla büyürken bununla birlikte dışlanmışlığın tepkisi de patlayacağı günü bekleyerek büyümektedir.

Küreselleşmeden, 2000’li yılların ufkunda dünyanın küresel bir topluma dönüşeceğinden söz eden postmodernitenin neo-liberal ideologları, böylesi bir küresel topluma kozmopoliten bir kültürün tekabül edebileceği yolunda bir mantıki çıkarıma ağırlık vereceklerine; ya “medeniyetler savaşı” gibi bir perspektifin işlenmesine ya da “kimlik politikaları”na ağırlık vermenin gerekliliği ve faydaları, cemaatçi akımların meşruiyeti üzerinde konuşmayı yeğliyorlar çoğunlukla.

Kozmopolitizmin tüm toplumların neo-liberal elitlerine uyarlanabilir bir içerikle ve “onların ideoloji ve kültürü olarak” şekillenebilmesinin yolu zaten açıktır. Cemaatçi akımlar ve “kimlik politikaları” ise özel olarak varoşlar ve varoştakilerle sırt sırta yaşamak zorunda olacak milyarlarca insan için yani küresel piramidin etekleri için hazırlanmakta ve yürürlüğe konulmaktadır.

Bu politikalar; “dışlanma” olgusunun hakim algılanış biçimine, bizzat dışlananların kendilerini bu “statü”de veya buna yakın görme biçimlerine uygun olarak, dışlanma ya da dışlanma tehlikesi altında olmanın tepkilerini yatay boşalım mecralarına akıtabilmenin düşünsel-ideolojik araçlarından başka bir şey değildir. Cemaatler ve kimlik politikalarıyla örgütlenmiş varoşlar, etnik/mezhebi kimlikler etrafında toplanmış grupların “dışlanmışlığın tepkilerini birbirlerine yansıtacağı ve boşaltabileceği alanlar demektir. Varoşlar, tepkinin “yukarıya doğru” değil, yanıbaşında veya altta olana yönelterek “yatıştırılması”ndan başka bir yol düşünemeyecek denli, “yukarının gücüne ve dokunulamazlığına teslim olmanın ve bu teslimiyetten ötürü de aslında “kurtuluşu”nun olmadığına inanmanın, bu karamsar sonucun verdiği umutsuzluğun, nihilizmin boy verdiği uçurumlar demektir.

Bu umutsuzluk ve nihilizm subjektif nedenlerden kaynaklanmamaktadır. Çünkü varoştaki isyancıların talip oldukları en düşük ücretli işlerde bile ayrımcılığa uğrayıp işe alınmamaları ile en somut biçimini hissettikleri “dışlanma”nın bu yanını içinde yaşadıkları düzenin “düzeltmesi” ilkin şu apaçık görünen noktadan dolayı imkansız denecek ölçüde zordur. Başta Fransa olmak üzere post-endüstriyel/modern toplumların tümünde giderek oy-destek oranını artıran neo-faşist/yabancı düşmanı hareket-akımların oy-destek tabanının çoğunluğu talip oldukları işlerin o yabancılar tarafından ele geçirildiğine inanan, tepkilerini bu yüzden onlara kusan “yerli” işsizler veya işsizlik tehdidi altında yaşayanlar kesimidir. Şu anda ülkelerinde “yabancı”ların doldurduğu varoşların ayaklanması sorunuyla karşı karşıya olan merkez sağ ve sol iktidar/iktidar adayı partilerin daha telaşla onyıllardır göğüslemeye çalıştıkları sorun bu aşırı sağ- milliyetçi dalganın yükselişidir, bunun nasıl önlenebileceğidir. Düşük kalifikasyon gerektiren işlerin azaldığı iğretileştiği veya daha az bir ücretle yaptırılabilir olduğu bir ekonomik yapı gelişimi planında, bu işlere talip iki “düşman” taraftan hangisi biraz tatmin edilirse öbürünün daha yüksek bir tepki göstereceği besbelli iken “çözüm” bulabilme imkanı var mıdır ve nereye kadardır?

Varoşların kâğıt üzerinde Fransız yurttaşı olmakla birlikte “yabancı” sayılanları sezgisel olarak bildikleri bu gerçeklik karşısında “usulen” taleplerini duyurdukları “yukarıdakiler”e, toplumsal piramidin üst katlarındakilere isyanın yorgunluğu, tepkilerini boşaltmış olmanın verdiği geçici gevşeme ile inanmış, onların sorunu çözmeye çalışma vaadleri ile teskin olmuş görünüyor iseler de aslında duydukları aralarında insani bir ilişkinin olmadığı ve olmayacağı kabulünden türeyen sinik bir nefrettir.

Bu yılın bahar aylarında yine Paris’te, merkez sağ hükümetin hazırladığı ve lise-altı okullar arasındaki mevcut eşitsizliği daha da keskinleştirebilecek unsurlar taşıyan bir “eğitim reformu” tasarısına karşı Paris’in orta-üst sınıf mensubu öğrencilerinin devam ettiği liselerin katılımıyla bir protesto yürüyüşü tertiplenmişti. Bu lise öğrencileri varoşlardaki gençlerin okuduğu liselerin bu reform sonrasında daha da avantajsız hale geleceği iddiasıyla, bu haksızlığa karşı çıkmak üzre sokağa inmişlerdi. Ve bu gayet iyi niyetli girişimlerinin varoşlardaki liseli akranlarınca da sevinçle karşılanıp destekleneceği, böylece geniş bir katılımın ortak zeminin sağlanmış olabileceği umuduyla gösteriyi Paris’te varoşların başladığı “sınır” bölgelerinin birinde tertiplediler. Ancak gösteri gününde olanlar hiç kimsenin beklemediği cinstendi. Protestocu “iyi aile çocuğu” görünümlü liseli gençler varoşlu akranlarının desteği ile değil, şiddeti ve saldırısı ile karşılaştılar. Onlarcası dövülüp paraları ve cep telefonları gaspedilerek dağıtıldılar. Bunu yapan varoşlu gençlerle konuşan gazeteciler dövdükleri, paralarını gaspettikleri gençlerin amaçlarını hatırlattıklarında aldıkları cevap “üzüldük, bir yanlışlık, yanlış anlama oldu” türünden değildi. Saldırdıkları gençlerin kendileri ile ilgili herhangi bir olumlu niyet taşıyor olabileceklerine inanmayan, “onları” peşinen ilişkiyi imkansızlaştıran bir uzaklığa yerleştirmiş bir bakış açısına gömülü bir dille bunun kendilerini ırgalamadığını söylüyordu varoş gençlerinin çoğunluğu. Daha 1990’ların ortalarında çekilen ve bu aynı varoşların halet-i ruhiyesini çarpıcı bir öngörüşle anlatan La Haine (Nefret) filminin daha da karanlık biçimde gerçek hayattaki yansısıydı bu sahneler.

Belki köleci düzen hariç, ama bildiğimiz tarihin hiçbir döneminde toplumsal piramidin tepeleri ile “dibi” arasında bu denli mesafe -değilse bile- “boşluk” olmamıştı. “Yukarılar” ile dip arasında insani denilebilecek bağlar bu denli seyrekleşmemiş, kalabilen, bağların törpülenip kopma süreci bu denli hızlı ve önlenemez biçimde işler olmamıştı.

Özetle, ekonomik-toplumsal düzenle ilgili tüm başlangıç hipotezlerimiz ve önkabullerimiz -ki sadece mevcut kapitalizm değil, onun “zıttı” geleneksel sosyalizm de bunlar üzerinden kurar kendi düzen tasarımlarını- kökten bir sorgulamadan geçirilerek, bunların yeni baştan inşasına girişilmedikçe; ne varoşlar sorununun ne de buna reaksiyondan beslenen milliyetçi dalgaların yükselişinin yarattığı -çok daha korkunç sonuçlara gebe- sorunun çözüm imkanından bahsetmek bile aldatmacadan öteye gidemez.

Fakat zaten sorun çözümün istenmemesinde değil midir? Şu anda isyancılara karşı “yaptığımız yanlışları düzelteceğiz” sözü veren Fransız hükümeti, devleti ve egemenlerinin en fazla yapabileceği şey, bir sonraki “kaçınılmaz” isyanın tarihini olabildiği kadar geriye atabilecek yeni, göstermelik önlemlerin fizibilitesini çıkarmaktır. Bugün tüm ülkelerdeki milliyetçilerin kendi “dışlananları”na karşı dişlerini gıcırdatarak telaffuz edebildikleri “nihai çözüm”, aynı vahşet imasını ve araçlarını içermese de neo-liberal egemenlerin mantığına hiç de yabancı bir kavram ve “önlem” sayılamaz. 21. yüzyılın bu “dışlanma” sorunu bağlamında, ya insanlığın ufkunu yeni, insanca umutlarla yüklü bir geleceğe ya da tarihin gördüğü en insafsızca hiyerarşik faşizme, bir “elitler” ırkçılığı ve diktasına gebe bir yol ayrımı olacağını söylerken, bu son karanlık alternatifin taşıyıcılarının -tümü de ancak reaksiyoner olabilecek- milliyetçilikler değil neo-liberalizm olacağını o nedenle bilhassa belirtmekteydik.


Şemdinli’de JİT elemanlarının suçüstü yakalandıkları bombalı suikast, bu İran, Irak, Türkiye Kürdistanlarının kesiştiği bölge kasabasında yaz aylarından beri gerçekleştirilen bir dizi bombalama eyleminin kimler tarafından ve ne amaçla yapılmış olabileceği sorusunu kaçınılmaz olarak sorduruyor elbette. Bunların, özellikle asker ölümleriyle sonuçlananların PKK tarafından düzenlendiği biliniyor ve zaten örgüt tarafından da sahipleniliyor. PKK’nın üstlenmediği ama bizim işimiz değil de demediği bombalamalar da var ve Şemdinli’deki suikast girişiminin tekil olmadığı aynı günlerde Silopi’de Emniyet Müdürlüğü’ne bomba yerleştirirken yakalanan korucular örneğinden de anlaşılmakta.

Şüphesiz sadece bunlar değil, asıl olarak Türkiye genel siyasetindeki mevzilenmelerin karakterine, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda aşiretlerin PKK-devlet yanlısı olarak ayrışıp cepheleşmeleri olgusu ile birlikte cereyan etmiş iç savaş halinin bıraktığı manzara, bunun Kürt nüfuslu illerin zaten “sorunlu” sosyo-ekonomisi üzerindeki etkilerine ve bütün bu faktörleri yeniden hareketlenmeye, arayışa iten Irak Kürdistanı’ndaki federal yapının yerleşikleşme ve belki de fiilen devlet statüsü kazanma ve petrolden sağlanan gelirle bir “çekim merkezi” haline geliyor olmasına bakıp, bunları birlikte ele aldığımızda... hem Türkiye’de “Kürt sorunu” ilişkin “geleneksel” politikanın sürdürülmesinden yana olanların, hem özel olarak bu politikanın sürmesinde maddi ve statüsel çıkarları olan “derin devlet” şebekeleri ve korucu-ağalığının hem de Irak Kürdistanı yönetimini siyasal-sosyolojik rakipleri sayan PKK’nın “askerî” kanadının, Irak-Türkiye sınırı bölgesini tarafların silahlı eylem ve müdahalelerine açan bir karışıklık ortamına sürüklemek gibi ortak bir paydada pekala “birleşebilecekleri” görülür. PKK’nın zaten köken dinamiklerinden biri olan “Pan-Kürdizm”le hem Irak Kürt yönetiminin “ılımlı” politikalarına hem de ağır aksak da olsa yürütülmeye çalışılan “Kürt sorunu”na ilişkin reform çabalarının yetersizliğine ilişkin muhalefet söylemiyle meşrulaştırılacak bir “silahlı mücadeleyi yeniden başlatma” atağına hazırlandığı, hatta başlamış sayılacağı biliniyor. Şemdinli vakası vesilesiyle şimdi artık güçlü karineleri ile karşılaştığımız yeni bilgi ise PKK’nın bu “ortam hazırlama” faaliyetlerine, hareketlerine, Türk milliyetçiliği adına meşrulaştırılan “derin devlet” tarafından da “takviyeler” yapıldığıdır. PKK’nın bombalı, mayınlı eylemler ve silahlı saldırılarla verdirdiği insan zayiatı arttıkça Türk milliyetçiliğinin yeni bir ivmeyle yeniden kabaracağını ve bunun “Yüksekova Çetesi”nin yaptıkları da dahil kendilerine çeşitli fırsat alanları açmanın yanısıra Türkiye’deki o hiç hoşlanmadıkları demokratikleşme adımlarını da geriletecek bir ortam da yaratabileceğini hesaplayan “derin devlet” ve soy milliyetçi çevreler ile; Hakkari ve civarına bu karışıklık ortamı nedeniyle hışımla çökecek “askerî-polisiye tedbirlerin şiddetinin hem Kürt milliyetçi tepkinin keskinleşip yoğunlaştıracağını, hem de ister istemez Irak Kürdistanı’na da sıçrayacak, ora halkını da etkileyecek bu şiddet ve yoğunlaşmanın Irak Kürt yönetimini açmaza sokup sendeletebileceğini, bunun da kendilerine siyasal-toplumsal güç-destek değilse bile inisyatif sağlayacağını hesap eden PKK’nın “askerî” yönelimi arasındaki hesap ortaklığı; karşıt cephelerde yer alıyor görünmelerine karşın bu denli ciddiye alınması gereken noktalara dayanmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki; gerek Irak Kürt yönetimi, gerekse Türkiye’de demokratikleşmenin -hızı araç, yöntem ve derecesi konusundaki farklılıklarına rağmen- zorunluluğuna inanan -askerî kesimdekiler de dahil- yönetici- siyasetçi kadrosu, her iki milliyetçi akımın bu hesaplar dahilinde faaliyet göstermeleri ihtimali, buna dair karineler karşısında ortak hareket edebilme imkanlarını tespit yolunda temaslarına zaten başlamışlardır. MİT müsteşarının Irak Kürt yönetiminin başkanı Barzani ile uzun bir başbaşa görüşme yaptığı haberlerinin mutad dışı biçimde kamuoyuna açıklanması, Cumhurbaşkanının Irak’taki Kürt federal yönetiminin bir gerçek olarak kabulüne dayalı yeni bir “Kürt politikası” tespiti için ilgililere mesaj verdiğinin gazete-televizyon manşetlerine çekilmesi, kısa süre önce Irak Cumhurbaşkanı Talabani’yi hayli sıcak biçimde ağırlayan İran’ın Dışişleri Bakanının Türkiye’yi ziyareti, hem bu yeni politikanın ilk adımları hem de 2006’da Irak’tan çekilmeye başlamanın hesaplarını yapan ABD’nin bırakacağı “boşluğu” -şüphesiz onun icazeti de dikkate alınarak- doldurma tasarıları için yapılan yoklamalar olarak okunabilir.

Türkiye ile Irak Kürdistanı arasında -İran’ı da gözeten- ekonomik-kültürel işbirliği kanallarını güçlendirmeye ve Irak’taki ve genelde Arap dünyasındaki gelişmelerin seyrine bağlı olarak resmî değilse bile fiilî bir federal ilişkiye bile açık olabilecek bu yeni politika-perspektife yorulabilecek adımlar, hele PKK ve soy Türk milliyetçiliğinin zorladığı ortamla kıyaslandığında hiç şüphesiz olumlu girişimlerdir. Ama, dünya ölçeğindeki güç-rekabet mücadelelerinin daha onyıllarca merkezî cephelerinden biri olacak bu Ortadoğu bölgesinin pek çok ve girift nedenlerle uğuldayan sosyopolitiği içinde kolayca fanatikleşen -dinî mezhebi faktörlerden de beslenen- milliyetçi akımları karşısında, bu türden “ılımlı milliyetçi” perspektif ürünü girişimlerin tutunabilme ihtimalinin yüksek olduğu da söylenemez. Milliyetçiliğe, bunun postmodern türevi olan kimlik politikalarına bir biçimde dayalı olan her girişim, bu bölgede hızla yükselmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak radikal milliyetçiliklerin kabaran dalgaları karışısında berhava olma riskini taşıyacaktır.

Bu nedenle milliyetçilikten radikal biçimde kopmuş, onu her biçimi altında göğüslemeye kararlı bir perspektifin öncülleriyle sadece Kürt sorununu değil, tüm Ortadoğu’yu halihazır siyasal-toplumsal yapı ve manzarasıyla sorun olarak ortaya koyan, hümanist-enternasyonalist bir yaklaşımın oluşturulabilmesi için tüm “cephe”lerden gösterilecek gayretlere acilen ihtiyaç vardır. Ortadoğu halklarının ve özel olarak Kürtlerin “makus talihi”nin yenilmesi onların da bu yaklaşımın oluşumuna ne ölçüde katıldıkları ile mümkün ve orantılı olacaktır.

Son bir söz; Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin zımni bir işbirliği ile yaratılmasına çalıştıklarını söylediğimiz “karışıklık ortamı”nın Şemdinli ile, Hakkari ve çevresi ile sınırlı olduğu asla sanılmamalıdır. Hatta şu söylenebilir ki, asıl “kargaşa”nın, çoğunun varoşlarında göçmen ve işsiz Kürt nüfusun toplandığı Batı-Akdeniz sahili Türkiye büyük kentlerinde kopması ihtimali de hesaba katılmıştır. Şemdinli’de olanlarla, oradaki tepki ve yoğunluğu ile Paris varoşlarında olanların ve tepki yoğunluğunun, türünün arasındaki bağın derinliğini, üzerindeki katmanların çokluğu nedeniyle kuramayanlar, örneğin İstanbul veya Mersin varoşlarındaki çoğu ergenlik çağındaki Kürt gençlerinin suç ve umutsuzluk eşiğinde yalpalayan durumlarıyla ne denli bir patlama potansiyeli içerdiklerine baktığında Paris’teki isyanın Türkiye sahnesindeki bir versiyonunun nasıl bir bilançoyla sonuçlanabileceğini herhalde kestirebilecektir. Kaldı ki, Paris’te soy Fransız milliyetçiliği, nefret kusan bakışlarıyla izlemekle yetindi isyanı şimdilik. Türkiye’de ise, hele bir varoş isyanında güvenlik güçlerinin zaten “yardımlaşma” alışkanlığına sahip olduğu soy milliyetçilerin hiç de izlemekle yetinmeyeceklerini, biriktirdikleri ve artık alenen de ifade etmekten çekinmedikleri nefretlerini kanla kusmaya ne denli hazır olduklarını da biliyor isek.

O halde hümanizm ve enternasyonalizmle milliyetçiliği göğüslemenin ilk mevzilerini tutmak Türk kimliklilerin insani ödevi ve borcudur.