AB’ye üye ülke başkanlarının Aralık ayı ortasında Türkiye ile üyelik müzakerelerinin seyrine ilişkin vereceği kararın, görüşmeleri yarı erteleme-dondurma mealinde formüle edileceği daha Kasım sonunda belli olmuştu. Ama aslında çok daha önceden, hatta müzakerelerin başlaması kararının alındığı 2004 Aralık’ının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, sürecin böyle bir noktaya gelip dayanacağını hemen herkes görebiliyor, bekliyordu.
Bu bakımdan sözkonusu karar sürpriz olmadığı gibi, erteleme-dondurma kararının içeriği, detayları da önemli değildir aslında. Önemli olan müzakere sürecinin -geçici denilse de- durdurulduğu mesajının verilmiş olmasıdır. Avrupa’nın Türkiye’nin üyeliğine karşı siyasi partileri ve devletleri, kendi kamuoylarını tatmin edecek bu mesajı verirken; Türk hükümeti, iktidar partisi de o durdurma kararının baş gerekçesi olan Kıbrıs meselesinde “taviz vermediği”ni, dolayısıyla “millî menfaatleri” koruma-savunma bahsinde siyasal rakiplerinden hiç de geri kalmadığını kanıtlamış olarak ülke kamuoyu önünde itibar kaybetmemiş olacaktır. Özetle, esas gerekçesi Kıbrıs olan bu durdurma-erteleme kararı, Avrupa ve Türkiye siyasal düzeninin tüm başlıca siyasal aktörlerinin “işine gelen” bir karardır.
2007 yılı sonuna, yani Türkiye, Fransa ve ABD’deki seçimlerin neticeleri belli oluncaya kadar geçerli olacak bu kararın benzerleri ile de sonra karşılaşılabilecektir. Ancak, AB-Türkiye ilişkilerinin, üyelik -entegrasyon- amacından sapmasa bile, tam üyeliğin o belirsiz gününe kadar birçok kez kesintiye krizlerden geçilerek yürüyecek görünmesinin nedeni sadece Türkiye’nin AB’ce “hazmedilmesi”nin bilinen zorlukları -“İslami” kimlik kültür, gelir düzeyi düşüklüğü vb.- değildir. Bunların daha da görünür kıldığı bir diğer esaslı neden, bizzat AB “proje”sinin kendi içinde, projenin geleceğini ve gelişme kanallarını tıkayabilecek faktörlerin giderek ağırlığını duyuruyor olmasıdır.
Sözkonusu faktörlerin, AB’yi gerçek bir Birlik, yani uluslar üstü, ulusları kaynaştırmaya matuf bir tasarım olarak gelişmesini engelleyici faktörler olduğunu belirtmeliyiz. Şüphesiz, bu noktada, AB’yi AET’den başlayarak oluşturmaya dönük inisyatifin kurucu üye ülkelerin halklarından değil, merkez sağ/sol ekonomik-siyasal elitlerinden geldiği, sürecin onların denetim ve yönlendiriciliğinde yürütüldüğü, başlangıçtan itibaren de ulusların kaynaşması gibi bir amacın dıştalanmasa bile- özel olarak öngörülmediği söylenecektir. Bu amacı bilhassa önemseyecek enternasyonalist-komünist parti ve akımların da, asıl olarak AET ve Birliği, kurucu ülke establishment’ının projesi olarak görmeleri sonucu soğuk ve mesafeli duruşu tercih etmeleri nedeniyle, Birlik stratejisinde sadece üye ülke milliyetçiliklerinin birbirlerine karşı düşmanlık duyguları ve önyargılarını bastırma ve törpülemeye matuf kısmi gayretlerle yetenilmiştir.
Birbirlerini denk ve rakip gören taşıdıkları yıkıcı enerjinin büyük kısmını birbirlerine yönelterek, içinde iki dünya savaşının da yer aldığı bir tarihi yaşayan Avrupalı milliyetçilikler, esasa dokunmayan bu bastırma çabalarının karşılıklı-ortak çıkar moduyla da desteklendiği on yılların sonunda yeniden zuhur ettiklerinde, yıkıcı enerjilerini ve dışlayıcılıklarını birbirlerine karşı değil, Avrupalı/Batılı sayılmayan uluslara, bunların kendi ülkelerine yerleşmiş mensuplarına yönelten bir anlayış ve tutum içindeydiler. Bu -yeni- milliyetçi dalga Avrupalılıktan, bir Avrupa “ulus”undan AB projesinin taşıyıcısı, ön planda sahiplenicisi olan ekonomik siyasi elitten belki daha da sıklıkla sözederken, “doğu”sundaki uluslara karşı apaçık bir aşağılama fikri ve dışlama talebiyle yüklüdür.
Ekonomik siyasi elitin Avrupalılığı, belirli bir coğrafi-kültürel sınırlama üzerinden değil, Kopenhag Kriterleri gibi evrensel değer ve ilkeler bazında içeriklendirme çabası, bu “dip dalgası” karşısında hem tökezlemekte hem de daha önemli olarak bizatihi bu elit içinde ciddi tereddütlere yol açabilmektedir. Nitekim, bu elitin özellikle merkez sağ bileşenlerinin büyükçe bir bölümü, Avrupa neo-milliyetçiliklerinin, Türkiye’nin üyeliğine karşı olmakla da sınırlı olmayan, Avrupalılığı belirli bir dinî-ırki özellikler bileşimine indirgeyen ve özellikle “doğu”suna karşı korunması ve pekiştirilmesi gereken bir ekonomik-politik imtiyazlılık konumu sayan mantığını biraz ılımlılaştırarak paylaşan bir rotaya kaymış ve kaymaktadırlar.
Ancak, geleneksel ulus-devlet milliyetçiliklerinin birbirlerine karşı beslediği düşmanlığı, “Doğu”lu ulus ve topluluklara kanalize etmek, 1980’lerden itibaren kıta ölçeğinde yükselen neo-milliyetçiliğin bir yüzüdür. Bu, geleneksel ulus-devlet milliyetçiliklerinin, bir ortak “öteki”de birleşmek değilse de ittifak ederek “yenilenmeleri” biçiminde neo-faşist-yabancı düşmanı akımlarca temsil edilmektedir. Diğer tezahür biçimi ise bölgeciliğin, etnik kimlik hareketlerinin oluşturduğu “mikro milliyetçi” dalgadır. Birçoğu “refah şovenizmi”nce tetiklenmiş bu hareketler çoğunluk milliyetçiliğinin baskısına maruz kalmış otonkton azınlıkların, özerk hatta bağımsız birimler haline gelme, AB içinde bu statüleri ile yer alma talep ve girişimlerini ifade etmektedir. AB’ye mensubiyeti, ulus-devletlerin çoğunluğu oluşturan kesimlerince dayatılan milli-üst-kimliğin yerine ikame etmek isteyen, böylece onun kimi bağlayıcılıklarından kurtulmaya kararlı, birçoğu daha şimdiden geniş bir özerkliğe sahip bu hareketler Birliğin güçlü mensuplarının hegemonyasına tabi olmasını istemeyen küçük üye devletlerin de paylaştığı endişeler doğrultusunda, AB’nin bir süper ulus-devlet modelinde örgütlenmesine pek de sıcak bakmamaktadırlar. Birliğin tamamı adına hareket edecek merkezî bir askerî-diplomatik güç-aygıtın özerkliklerini ve bununla sağlama almak istedikleri göreli avantajlarını hükümsüz bırakabileceği endişesiyle, hem bu yukarıdan entegrasyon kurumlarının devreye sokulmasına hem de “aşağıdan” işleyecek kültürel-toplumsal kaynaşma kanallarına karşı -en azından- mesafeli bir tutum olmaktadırlar.
Aslında bütün bunlar ve eklenebilecek olan diğer engelleyici faktörler, AB projesinin, son analizde iktisadi çıkar mantığına dayalı bir proje olarak kurabileceği birliktelik ve kaynaşma derinliğinin sınırlarını, sınırlayıcılıklarını gösterir. Bu çıkar mantığının yanına eklenen veya üzerine kaplanan liberal-demokratik değer ve ilkelerin bağlayıcılık menzili de o çıkar mantığının izin verebildiği noktaya kadardır.
Ama buna rağmen AB, aynı çıkar mantığını çok daha uzun vadeli ve geniş açılı kullanarak örneğin Türkiye’nin üyeliği konusunda, en azından Türkiye ve Avrupa’nın periferisindeki “Müslüman ülkeler kuşağında, kısmen de Rusya’da bir Avrupalı şovenizmi üstten bakışı ile nitelenmeyecek, böylece hayal kırıklığı yaratmayacak, değersizleştirilmeyecek bir yaklaşım izleyebilirdi. 20. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa bu sayılan ülke hakları ile savaş ve sömürünün de eşlik ettiği bir temas halindeyken bile imrenme ve takdir duygusuna da yol açabiliyor, bu ülkelerdeki “Batılılaşma” hareketleri bu moral boyuttan ciddi bir güç ve ivme sağlayabiliyorlardı. Avrupa emperyalizmi bu kan, baskı ve sömürü sahnelerinin aralıksız akışı altında bile bir evrensel uygarlık ve onun değerlerinin taşıyıcısı olarak görülebiliyordu.
Bunu mümkün kılan ise, o kan, şiddet ve sömürü ile sağlanan çıplak iktisadi çıkar hırsının taşıdığı enerji ile eş düzeyde olmasa dahi, sözkonusu uygarlık değerleri, bu değerlerin evrensel geçerliliği adına seferber edilen enerjinin de dikkate değer bir görünürlük ve büyüklükte oluşudur.
21. yüzyıl Avrupa’sı, artık iktisadi çıkar ve avantajlarını ürpertici bir kan ve şiddet süzgecinden geçirerek temin etmek ve korumak safhasını geride bırakmış denilebilir ama bu noktaya gelmekle, sözkonusu uygarlık değerlerini evrenselleştirme öncülüğüne tahsis edebildiği, enerjiyi, -İbn-i Haldun’un kavramıyla- “asabiye”sini de büyük ölçüde yitirmiş görünmektedir.
Bu enerji tükenişinin, onun kökeninden kaynaklandığının bilinciyle, “yarıda kalmış” veya yeniden kendi dar coğrafi sınırlarına, kabuğu içine çekilmeye yüz tutmuş bu evrensel uygarlık amaçlı tarihsel girişimi, tıkandığı noktanın çok daha ilerisine, “ideal” menziline taşımak; eğer ortada gerçekten ismine, vasfına sahip, böyle olduğu için de koşulsuz bir enternasyonalizmi savunacak bir sosyalist akım, hareket olsaydı böylesine sahipsiz dolayısıyla da imkânsız bir misyon gibi görünmezdi.