Bülent Ecevit’in cenaze töreni, behemahal, bir lojistik tartışmasına konu oldu. Laisizm ve milliyetçilik üzerinden otoriter bir restorasyon talebini tırmandıran cephe, cenazeyi ‘optimum’ ajitasyonu mümkün kılacak biçimde kaldırmanın gayretine düştü.
Aslına bakarsanız, bu cephenin kimi acar unsurları, aylardır, Ecevit’in ölümünü bu zamanlama ve lojistik hesaplarıyla beklemekteydiler. Gerek Ecevit’in naaşının nihâî mevkiinin neresi olması gerektiğine dair lojistik tartışma, gerekse cenazeye katılan kitleye atfedilen “mesajlar” üzerinden laik-milliyetçi-otoriter bir restorasyon projesini -kimileyin üstelik “sol” adına- güçlendirmeye dönük aranışlar, cenazeden sonra da devam ediyor.
Erdal İnönü, NTV’deki “Neden?” programında, cenazedeki kitlelerin “mesajı”nı, sözkonusu ajitasyona itibar etmeyen bir yalınlıkla deşifre etti: “Bence o mesaj, Ecevit’e gösterilen sevgiydi.” Kuşkusuz sevgiden değil ajitasyon için oraya toplanmış ciddi bir kalabalık da vardı o gün; tüm cenaze nüfusunun, Özal veya Türkeş’in cenazesindeki kalabalıklardan geri kaldığını da ekleyebiliriz; ancak Ecevit’in bu ülkede çok özel bir sevgiye mazhar olduğu da açıktır. Onu aşkla seven, ona sahiden ‘kurban olmaya’ hazır insanlar vardı. Belki, bir bakıma, Menderes’in gördüğü sevgiyle mukayese edebiliriz. Hakkı teslim edilmemiş, çevresi ve şartlar tarafından engellenmiş, ‘temiz’ ve duygusal adam imgesi, bir ortak paydadır. Ve tabii, mazlumiyet... 12 Eylül rejimi karşısındaki, Türk politikacı esnafının eyyamcılığına kıyasla gerçekten saygıdeğer olan muhalefeti o kadar değil de, asıl, meşhur “dürüstlüğü” ve “mütevazılığı”, bir mağduriyet ve mazlumiyet hâlesi kondurmuştu Ecevit’in başına. Dürüstlüğün ve mütevazılığın, devletliler sözkonusu olduğunda, acz belirtisi olarak algılanıp bir mazlumiyet imgesini yaratması, başlıbaşına, siyasal kültürümüze bir ışık hûzmesi tutmuyor mu? Keza, özel hayattan ve adâb-ı muâşeretten verilen dürüstlük notunun politik düzlemde sınanmaması, mesela “Güneş Motel”in ve dizi dizi parti içi tasfiyelerin bu fasılda akla getirilmemesi de...
“HALKÇI ECEVİT”
Ecevit’in gerçekten ‘başka türlü’ sevilmiş olmasının en belirgin sureti, herhalde “Halkçı Ecevit” imgesidir. Bu, mesela yine ‘başka türlü’ sevilmiş olan Menderes’ten ayırt eder onu. Ecevit, “Halkçı Ecevit” sloganıyla özdeşleşmiş ve “halktan yana” lider olarak sevilmiştir. Bu “halkçı” imgesinin envanterinde, kasketini, ‘kavrukluğunu’, sade giyimini, çayını kendi demlemesini sayabiliriz. Öte yandan, hiç de halktan, halkça değildir Bülent Ecevit. Onun içtenlikten uzak olduğu söylenemeyecek ama steril ve resmî tavrı, insanlarla hem yüz yüze hem anonim ilişkilerinde, dünyanın bu coğrafyasındaki modernlik tecrübesinin onca zamandır koyamadığı mesafeler koyar. Hiç sürçmeyen ‘aşırı düzgün’ nâtıkası, her konuda ve her anda bir beyanat ciddiyeti içine konuşmasıyla, asla “halka yakın” sayılacak biri değildir. O, bir “devlet ve siyaset adamı”ydı ve bariz elit kimliğiyle popülizm yaptı. Bu sentetik (hem sentezleme anlamında, hem ‘yapaylık’ çağrışımıyla) halkçılığın ‘tutması’ ve Halkçı Ecevit imgesini ebedîleştirmesi, Bülent Ecevit’teki bir nevi şeytan tüyüyle mi açıklanmalı peki?
Şeytan tüyü, popülizmin kendisindedir. Ecevit’in kişileştirdiği cazibe popülizmin cazibesidir. Popülizm, tabiatı icabı ‘sentetik’tir ve öteki yüzü elitizmdir (veya ‘en azından’: öncücülük). Zaten onun temel iç çelişki ve iç gerilim uğrağıdır bu. Popülist söylem, halkın doğrudan temsilini sağlama ve halkta varsaydığı özü/cevheri yansılama iddiasındadır; fakat bu temsili kesinkes kendisi üstlenmek kaydıyla. Halkın, ona atfedilen değerlerin ve tercihlerin tarifinden başlayarak, bir vekâlet ilişkisi kurulur. Popülist telâkkide halk saftır, temizdir, doğrudur, fakat yozlaşmış siyasal sistem, yabancılaşmış aydınlar, “çıkar çevreleri” vs. tarafından aklı ve görüşü bulandırılmıştır. Dolayısıyla, onun ‘öz’ çıkarını bilen ve onun azabını, ihtiyacını içinde hisseden halkçı önderliğin aracılığı gerekir. Popülist söylem, yerleşik düzenin, siyasal partilerin, politikacıların, aydınların aracılık işlevini mahkûm ederek bir doğrudan temsil imâsında bulunur. Fakat bu doğrudan temsilin mercii, kendisidir: Popülist önderlik. Politik aracılık mekanizmalarının yozlaşmışlığı coşkuyla sorgulanarak itibarsızlaştırılmış, onun yerine halkçı önderliğin (yani önderin) karizması konmuştur. Önderin karizması, halka atfedilen bilgeliğin yerini alır.[1]
’70’LERİN DÜŞÜ
Bir iç çelişkiden, iç gerilimden bahsettiğimizi unutmayalım. Halkı bir özne olarak adlandıran ve (radikalliğinin derecesine göre) halk düşmanları veya halktan-olmayanlar veya “yukarıdakiler” diye tasvir ettiği bir azınlığa karşı bir ortak/genel çıkar doğrultusunda seferber eden popülizm; gerçekleştirdiği bu seferberlikle ve bunu davet eden söylemiyle, bir öz-örgütlenme istidâdını okşar. Doğrudan demokrasi imâsı, önderin hitabetinde durduğu gibi durmayabilir; popülist akıntı içinde, taban dinamikleri harekete geçebilir, öznelik kapasiteleri kuvveden fiile çıkabilir. Popülizmin iç çelişkisi, bu noktada ortaya çıkar: Popülist önderlik veya politika, bu dinamiğin ‘rüşdüne’ ve inisyatifine mi ağırlık verecektir, -ki bu, kendisinin de dönüşmeyi (sönümlenmeyi) göze alması anlamına gelir-; yoksa böylesi özerk dinamikleri, halkla onun gerçek çıkarını bilip kollayan öncü özne arasındaki ilişkiyi parazitlendiren yeni bir yozlaşma tehdidi olarak mı görecektir?
Necmi Erdoğan, bir ‘klasik’ değeri taşıyan makalesinde, bu iki tür popülizmin, veya popülizmin içindeki bu gerilimin, 1970’ler Türkiyesi’nde nasıl uç verdiğini tartışmıştı.[2] Dönemin yükselen sol popülizmi içinde Devrimci Yol’unki ilk kutbu, Ecevit’in halkçılığı ise ikinci kutbu temsil eder, Necmi Erdoğan’ın analizinde. (Bu kutupların kendi içlerinde sözkonusu gerilimden azâde olduklarını da düşünmemeliyiz.) Bu makale, kendi içindeki bu ayrışmayla beraber ’70’lerin sol popülizmini, başarılarından ve başarısızlığından ders çıkarılacak, önemli ve değerli bir politik hegemonya girişimi olarak gündeme getirir.
Ecevit’e yönelik ‘özel’ sevginin önemli bir yekûnunun, işte 1970’lerin bu özel deneyiminden, o deneyimin gerçekleşmiş kısmî başarısından ve eksik teşebbüs düzeyinde kalan başarı ihtimalinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ecevit, ’70’lerin politik deneyimini paylaşanlara, ‘öz gücüyle’ özne olabilme iradesini, kendi yapabilirliğine, “düzenin değişebileceğine” dair büyük bir güven artışını hatırlatır. Eşitlikçi, özgürlükçü özlemlerin popülerleşmiş olduğu bir zamanı hatırlatır – bu popülerleşmenin bir simgesidir. Ecevit’in bu dönemde faşistlerin, sağcıların, her cinsten reaksiyonerlerin nazarında nasıl dehşetli bir nefret uyandırmış olduğuna bakılarak da yapılabilir bunun sağlaması. O pencerelerden Ecevit, gerçekten “komünizm tehdidi”nin alâmeti olarak görülmüştü; ayakların baş olduğu, ‘ezilmiş ve horlanmışların’ dik durup hak istediği bir kalkışmanın popüler imgesiydi. “Allende-Büllende”... Öte yandan dikkatten kaçmamalı ki Ecevit, bu potansiyele, bu kapasiteye set çekilmesinin de, yarı yolda kalmanın da simgesidir.
’70’lerin Ecevit’i, muğlâk ve birçok yöne çekilebilir halkçılığı ile, farklı -ve çelişebilen- sınıfsal talepleri başarıyla kendine bağlamıştı. Dar ve yine muğlâk bir “sömürücüler” zümresi dışında kimseyi açıkça karşısına almayan bu halkçılık, tek-parti CHP’sinin “imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış kitle” şiarının modernleştirilmesiydi bir bakıma.[3] Vesayetçi ve otoriter Cumhuriyetçilik söylemine yaptığı popülizm aşısıyla, ‘avam’ı hesaba katan, ona hitap eden demokratik cumhuriyetçiliğe yöneliyordu. 12 Mart darbesine karşı tutumu, önemli bir eşikti bu bakımdan; CHP’yi devlet partiliğinden halk partiliğine döndürmeye dönük kritik bir hamleydi. Keza daha Ortanın Solu broşüründen itibaren yerleşik laisizm anlayışını sorgulaması ve dini/dindarlığı otomatik olarak gericilik saymamak gerektiğindeki ısrarı, çığır açıcıydı. Neticede, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süregiden “bey takımı” hükümranlığına çatan Mehmet Ali Aybar’ın ve sağa oy veregelen halk kitlelerinin aslında solun potansiyelini teşkil ettiğini ileri sürerek standart siyasal temsil şemasını ters çeviren İdris Küçükömer’in söylediklerinin politik hûlâsâsını çıkartıyordu Ecevit. Fakat Ecevit, ’70’lerin toplumsal ve politik hareketliliği içindeki düzen-dışı muhalefet potansiyeli karşısında hep tetik durdu, “devleti koruma” refleksiyle davrandı. “Halk iktidarı”, “düzen değişikliği” sloganlarını, kısa sürede, tatlı bir hatıraya dönüştürdü.
1970’lerin iç savaş benzeri ortamındaki kısa ve yarım iktidarı sırasında ayân beyan huzuruna çıkan kontrgerilla karşısında kapıldığı -kapıldığını yıllar sonra beyan ettiği- hayreti hatırlayın. Sonra, Susurluk Skandalı patlayıp açılıp saçıldıkça gösterdiği hayreti... Bu hayretler bir “naifliğin” mi göstergesiydi? Şayet öyleyse, bu yapıyı değiştirmeye dönük minik bir çabayla bile birleşmeyince, nafile bir naiflik... ’70’lerin ortamında meseleyi “halka anlatmaktan” ya da “örgütüyle paylaşmaktan” imtina ettiğini düşününce, naiflikten söz edemeyiz zaten. O halde, bu hayretinin ve hayretine rağmen davranmamasının nedeni, yüce Devlet’e böyle bir rezaleti konduramaması (“inanmak istememesi”) mıydı? Yoksa, “devlet terbiyesi” mi? Yani, Devletin kabahatini yurttaşları nezdinde açık etmeme disiplini mi?
POPÜLİZMİN ‘SALTIKLAŞMASI’
1990’larda, hele 2000’lerde, Ecevit’in “devlet adamı” pâyesi iyice pekişti. Bu pâye, “millî davalar”da, kendisinin sevdiği tabirle “ödünsüz” olmasına bağlıydı. Yani, kapsamı gitgide genişleyen bu meselelerin politika konusu olmasına, tartışılmasına, nedenlerinin niçinlerinin düşünülmesine, alternatiflerinin araştırılmasına karşı tahammülsüz... Kürt Meselesinde -ki 1970’lerde Kürtleri de “umut”landırmıştı- “terör”, “dış tahrik” ve “feodal yapı, ekonomik azgelişmişlik” dışında bir etkenden zinhar söz etmedi. Kıbrıs’tan temin ettiği “fatih” pâyesi, -bunu bir seçim rüzgârına dönüştürme iğvasının da etkisiyle-, onun popülist söylemindeki anti-emperyalist bağımsızlıkçılık motifinin, düpedüz milliyetçi bir doğrultuya bükülmesini sağlamıştı. Bu söylemsel kırılma ve Kıbrıs’ta izlediği/cevaz verdiği politika, başlıbaşına, Türkiye’de milliyetçiliğin yeniden üretimine nesiller boyu yetecek bir gıda stoku sağlamıştır.
Popülizm bahsine dönelim. Popülizmin elitist yüzünün, politik temsil ve ‘aracılık’ ilişkisine derin bir kuşkuyla baktığını belirtmiştik. Örgüt de, tehlikeli bir aracıdır bu kuşkucu bakış açısından. Halkın bilgeliğini kişileştiren karizmatik lider ile halkı arasındaki ilişki, aracılıklara muhtaç değildir. Dahası, yabancılaşmış aydınların, yozlaşmış elitlerin, çıkarcı politikacıların tesirleri karşısında bağışıklığı pek zor sağlanabilecek bir bünye olan örgütün, bu arı duru ilişkiyi bulandırması riski vardır. Dolayısıyla popülizmin elitist yüzü, veya yukarıda ele aldığımız gibi, özerk halk inisyatiflerinin dinamiğine kuşkulu yaklaşan kutbu; örgütü, karizmatik liderlikle (kollektif bir karizma da sözkonusu olabilir) halk arasında bir halka olarak araçsallaştırır. Örgütün kendisini bir politik ortam ve öznellik olarak düşünmez.
Ecevit’in politik örgütlenmeye ve katılıma bakışı, ‘sağ’ popülist anlayışın bu kabaca tasvir ettiğimiz resmine uygun bir biçimde evrilmiştir. 1970’lerin sonlarından itibaren, CHP içinde örgütlerin/tabanın inisyatifine ağırlık vermeye meyleden ‘sahici’ sosyal demokrat yönelimleri baskılamıştır.[4] Böylece Ecevit’in popülizmi, sol potansiyelinden uzaklaştıkça, sağ popülizmin klientalist ve patronajcı pratiğinin uyarlanmasından öte bir perspektif taşımaz hale gelecektir. 1980 sonrası CHP’nin mirasını taşıyan DSP-dışı partilerin sürdüreceği popülizm mirası da, esasen bu perspektifle sınırlı kalacaktır.
Ecevit ise, asıl 12 Eylül’den sonra, politik enerjisinin mühim bir kısmını, örgütsel inisyatifleri, taban demokrasisini kaynağında boğmaya adamıştır. Ecevit, 70’lerin CHP’sindeki ve 80’lerin SHP’sindeki “hizip mücadeleleri”ni bir günah gibi anarken; aslında o mücadelelere yansıyan toplumsal-sınıfsal taleplere, taban örgütlenmesine ve ideolojik mücadelelere lânet ediyordu. Sola, artık takıntılı bir dikkatle mesafe koydu. 70’lerde Türkiye halkının görülmedik canlılıkta bir katılımla ve inisyatif alarak yaşadığı politik deneyimden Halkçı Ecevit’in çıkardığı ders, politikayı örgütsüzleştirmek olmuştur.
Zaten DSP’li Ecevit’in halkçılığı da, her türlü toplumsal-sınıfsal göndermeden yalıtılmış, tamamen steril bir halkçılıktır. Ecevit’in söylemindeki halk, çıkıntısız, kunt bir “kütle”dir, bir seçmen nüfusudur. DSP, bir parti değil, Ecevit’in halka hitap etmesine ve siyaset yapmasına imkân veren bir şekil şartı hükmünde olmuştur. DSP’nin kadroları, belirli talepleri, çıkarları temsil etmek üzere seferber olmuş, birilerini ve bir şeyleri temsil eden politikacılar değil, hatta kimi zaman kendi ikbali peşindeki siyaset esnafı ‘bile’ değil, liderin tayin ettiği görevleri yerine getirecek vekilharç ve uzmanlardır.[5] Halkçı liderin engin bilgi ve tecrübesi ışığında, vazifelerini yapacaklardır. (Bu durum, zımnen, klientalizmden azâde bir siyaset vaadi anlamı da taşır ve bu da özellikle ‘menfaat’ ağlarının dışında olan veya öyle olduğunu düşünen seçmene iyi gelir!) DSP’nin, 1990’lar ve sonrasının yorgun ve bıkkın apolitik seçmenlerinin hoşuna giden mesajının özü budur. Popülizmin elitist cephesini hatırlayalım: halk, “sağduyusuyla” öve öve bitirilemez ama politikaya karışması da istenmez; halka sonsuz değer veren ve onun içini bilen dürüst liderler, halkı en iyi gözeten kararları vereceklerdir. Yine sağ popülizmin gözde bir cephaneliği olan, ‘politikacıların yozlaşmışlığı’ izleğiyle de buluşur bu vesayetçi tutum. Dürüst, ‘politika yapmayan’ popülist politikacı imgesi, bizzat politikayı itibarsızlaştıran bir söylem etmeni olarak iş görür. DSP Ecevit’i, bu elitist-popülizmin net bir fotoğrafıydı.
Popülizm, hele ‘sahici’ toplumsal ve politik bağları epriyip böylesine ‘saltıklaştığında’, şişip patlayan balonlara benzeyen seçmen desteklerine amâde hale gelir. DSP’nin 1999’de şişip 2002’de -Ecevit’in artık fiilen devre dışı kaldığı anlaşılınca- patlaması böyleydi. 2002’de şişen balonun, Cem Uzan’ın Genç Parti’si olduğunu da hatırlayalım. Seçmen anketleri ve analizleri, bu faşizan popülizm balonuna, MHP’nin yanı sıra asıl DSP’den kayan oyların hava üflediğini ortaya koyuyor. Bu geçiş kolaylığı, üzerinde düşünmeye değerdir.
Şeytan tüyüne dönersek... Ecevit sevgisinin gür bir kaynağının, ’70’lerdeki toplumsal dinamizmin hatırası olduğunu, bu dönemde beslenen umutları, kazanılan politik rüşdü, eşitlik ve özgürlük talebinin kazandığı meşruiyet ve popülerliği özleyen insanların, ‘her şeye rağmen’, DSP’ye ve 1990’ların/2000’lerdeki çizgisine rağmen, Bülent Ecevit’i gönüllerinden atamadıklarını söyledik. (Bilhassa o 90’lar/2000’ler Ecevit’ine bağlanan gönüller de olduğunu unutmadan!) Öte yandan, tekrarlarsak, Bülent Ecevit, sözkonusu eşitlik ve özgürlük talebinin derinleşmesinin, sözkonusu politik rüşdün serpilmesinin, sözkonusu toplumsal dinamizmin kalıcı kazanımlar üretmesinin önüne dikilen iç engelleri de –yani bizzat o politik dalganın malûl bulunduğu zaafları da- simgeler. 1970’lerin toplumsal-politik kalkışmasını tümüyle veya esas olarak Ecevit’e maletmekte, buna karşılık bu kalkışmanın acı bir frenle -12 Eylül’ü değil öncesindeki tıkanışı kastediyoruz- yarı yolda kalakalmasında Ecevit’in payını sorgulamamakta, tabii bununla beraber bu yarı yolda kalakalma meselesiyle hiç yüzleşmemekte, ciddi bir problem var. “Halkımız”ın Halkçı Ecevit’e olan özel sevgisi, burada ciddi bir problem görmediğini gösteriyor. Hatta belki de, yarı yoldan, eksik teşebbüsten, gerçek bir değişimdense “mış gibi...” yapmaya razı olduğunu... Şeytan tüyünü belki de burada aramalı...
TANIL BORA
[1] 1991 genel seçimleri öncesinde Ankara’da bir SHP aday adayı, seçim broşüründe kendisini “Ben Siz’im! Siz’in kendinizim” sözleriyle takdim ediyordu. Gramerin canına okuyan bu sözlerdeki süper-özdeşleşme, popülist söylemin temsili ‘aşmaya’ dönük arzusunun bir patlama ânı olarak yorumlanabilir. Adayımız bizzat Biz Kendimiz olduğuna göre, bizim ayrı bir varlığımız yoktur ve ayrıca bir söz düşmeyecektir!
[2] “Demokratik soldan Devrimci Yol’a: 1970’lerde sol popülizm üzerine notlar”. Toplum ve Bilim 78 (Güz 1998). Bu makale, gözden geçirilmiş biçimiyle, İletişim Yayınları’nın Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dizisinin “Sol Düşünce” başlıklı 8. cildinde yer alacak.
[3] Dost-düşman tanımını oluşturan halk/ halktan-olmayanlar ayrımının tabiatına uygun olarak, politik adlandırmalarda belirli bir muğlaklık, popülizmin hegemonya stratejisine uygundur. Ecevit’in özel yatkınlığıyla yaygınlaşmasına katkıda bulunduğunu düşündüğüm “belirli kesimler”, “kimi çevreler” gibi özneyi had safhada müphemleştiren terimleri de bu çerçevede mi düşünmeliyiz? Yoksa bu imâlı üslûp, politik veya toplumsal özne tanımlarını nesnel ve rasyonel değerlendirmenin ötesine taşıyan, tehditkâr, kriminalize edici bir devletlû dilinin politik alanı istilâsına mı hizmet ediyor? İçtimâ ettirdiği erata/talebelere “onlar kendilerini bilirler...” veya “bazı şerefsizler...” atıflarıyla nutuk çekerek aralarındaki çürük yumurtaları tir tir titrettiği düşünen subayı/müdürü çağrıştırmıyor mu bu terimler?
[4] Bu arada sosyalist grupları ve onlarla bazı CHP örgütleri arasındaki ilişkileri de kriminalize etmiştir. Kuşkusuz, bazı gruplar, -özellikle TKP-, CHP’ye yönelik ‘entrist’ [sızmacı] bir taktik güdüyordu, başka ‘istismar’ girişimleri de varitti; fakat Ecevit’in reaksiyonu, sadece böylesi teşebbüsleri önlemekle sınırlı kalmamıştır. Neticede, CHP ile solu arasında ‘medenî’ bir ilişki kurulamamasında, Ecevit’in de küçümsenemeyecek bir payı vardır.
[5] 1930’ların Kanada’sında (Alberta eyaletinde) etkili olan popülist lider Aberhart, yaptığı radyo konuşmalarında dinleyicilerinden, çevrelerindeki “o zamana kadar siyasete girmemiş dürüst insanları” kendisine haber vermelerini istemiş ve seçimlerdeki aday listesini, bu başvurulara dayanarak oluşturmuş! (Paul Taggart, Popülizm, çev. Barış Yıldırım, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s.88) Ecevitler de DSP’de aşağı yukarı bunu yapmak istediler – tabii, “dürüst insanları” rapor eden aracıları da iyice denetleyerek!