Atilla Yayla’nın, İzmir’de yapmış olduğu bir konuşmadan ötürü, önce İzmir’deki mahalli, ardından millî basın tarafından hain ilân edilmesi, daha sonra da Gazi Üniversitesi tarafından, akademik faaliyetlerinden alıkonularak, hakkında bir soruşturma açılması, insanı, yaşadığı tarihin ve toplumun istikâmeti hakkında “karar vermeye” iten bir ehemmiyet barındırıyor.
Neredeyse nefes almayı kâr hanesine yazabilecek bir iyimserliğin bile, realist bir ümit ilkesi olamayabileceğini hatırlatan bir ehemmiyet. Bir yazarının Nobel almasını dâhi, bazılarına kan kusturmak için ‘fırsat’ sayan regrese bir hınçtan sözediyoruz. O yüzden Atilla Yayla’nın yüzüne ‘hain!’ diye haykırılması yahut üniversiteden kovulması bir sürpriz olabilemez. Sadece Kemalizmin bir “sınır durum”, üstbelirleyici metafizik bir ilke olarak hâkimiyetini sürdürdüğünü gösterir ki bu, zaten bilincinde olmaklığımız gereken bir şeydir.
Fakat diğer taraftan Yayla’ya yönelik tepkilerin, bu şartlar altında, oldukça sınırlı kalması ve bildik bıktırıcı kamusal figürlerden gelişi, Kemalizmin büyük oranda sinirli ve emekli gerontokratik bir siyasal elitizmin ideolojisine dönüştürülmesi sürecinin tamamlandığını gösteriyor ki bu neresinden bakılırsa bakılsın Kemalizm için bile faydalı bir gelişme sayılamaz. Yıldırım Türker’in harikulade benzetmesiyle, Kemalizmi, Türk toplumunun ‘erke dönergeci’ olarak katılaştıran militarizm, günün sonunda anakronik bir ağıt sahibi olmaktan öteye gidemez. Gelgelelim, İzmir’deki toplantıyı düzenleyen AKP’lilerin, daha sonra üstelik Atilla Yayla’nın meslekdaşı AKP sözcüsünün “hizaya gelmesi” salt bu partiye hasredilebilecek bir oportünizmle açıklanmasa yeridir. “Baba korkusu” bir kere yenildi diye, hep yenilecek değildir. Bu korkunun parçaladığı benliklerin, kişiliklerin ve toplumsal bilincin erke dönergecinin gizemli devr-i daiminde, sık sık saygılarını sunmak üzere gün yüzüne çıkması kaçınılmazdır.
Atilla Yayla’ya yönelik tepki ve uygulamaları eleştirmek üzere yazılan yazıların, vicdan sahibi birçok insanın imzasını taşıyan bildirilerin hemen hepsinde, şu ünlü “görüşlerinize katılmıyorum ama... onları savunmanız için...” klişesi yer almaktaydı. Voltaire’in olsa olsa karşısındakinin daha fazla aptallaşmadan susmasını kibarca buyuran sinizminin özgürlüklerin hatırlatılmasında kullanılmasında, özgürlük bahsinin geçtiği her yerde neredeyse ikinci doğamız hâline gelen baskıcı bir hoşgörünün izlerini bulmak da şaşırtıcı değil. Marcuse, ayrım gözetmeyen bir hoşgörünün, nesnelere ve toplum düzenine bahşedilen genel bir ‘bırakınız yapsınlar’ hâlinden kaynaklanması durumunda, varolanı olumlamaya yönelik bir edilgenliğe dönüşeceğini belirtir. Bu durumda, hoşgörü, bilinçli bir edimin değil, genel bir tutumun parçası olarak a priori tanınmakta, buna karşılık, nesnesinin hakikat muhtevasına duyarsız kalmaktadır. Bir özgürlüğün hatırlatılması, yahut, baskıdan müşteki olmak durumu, kendisini, karşısındakinin görüşlerine ‘katılmadığını’ belirterek yola koyulamaz. “Düşünceleriniz benim için kabul edilemez ama yine de onları savunmanızı istiyorum” demek, baskı altındakilerle dayanışmayı, Türkiye’de hep rastlandığı üzere, imza istemekle özdeş kılan bir küçük burjuva ahlâkçılığına indirgemek demektir. Bu durumda ilkesel olarak karşı olunması gereken şey, Atilla Yayla’nın görüşleri değildir; önümüzdeki gündemde hiç değildir. (Bu Yayla’nın Kemalizmi ve benzeri ideolojilerin taşıdığı syncretistic yapıyı gözardı eden, tarihsel-toplumsal özgüllükleri paranteze alarak neredeyse parokyal bir toplumsal evrim fikriyle geçmişi anakronik bir değerlendirmeye tabi kılan düşüncelerinin başka bir bağlamda eleştirilmeyeceği anlamına gelmiyor elbette.) Yayla ve benzerlerine yönelik haddini bildirme operasyonudur. Böyle bakıldığında, “bırakınız yapsınlar hoşgörüsünün”, aslında seçiciliği ve hatta öjenikliğine ilişkin, başka bir tartışmayı da başlatmak durumundayız. Bu Yayla’yı savunan bır kısım eşhasın, kendisinin, “ne Kürtçü ne de şeriatçı” olmasını vurgulamasına dayanmıyor sadece.
Alev Erkilet, 28 Şubat vas’atında, “besmeleci doçent” yaftası boynuna geçirilip, başka bir ‘devlet’ üniversitesinde yazdığı doktora tezi gerekçe gösterilerek ‘Kırıkkale Üniversitesi’nden atıldığında, bugünün imza sahipleri, maalesef ortada yoktu. Dr. Erkilet, hâlihazırda 28 Şubat’ın belki de tek mağduru ve haysiyetli bir münevver olarak hayatını kazanmaya çalışıyor. Bahtsızlığı, bu seçici hoşgörünün bile kendinden esirgenmesiydi. 28 Şubat’ın bitimsiz yüzyılının derinliklerinde kaybettiğimiz başka örnekleri hatırlamıyoruz bile.
Hep yanlış kullanılagelen Galilei örneğine, bu yüzden tekrar dönmek gerekecektir, üstelik Yayla da kendisini konumlandırmak üzere o örneğe müracaat etmiştir. Bir kere, Horkheimer’in yazdığı üzere, Galilei’nin hasımları, bilimsel görüşleri değil, bu görüşlerin felsefî-politik imâları nedeniyle ayağa kalkmışlar, düşüncelerini “kabul edilebilir” bir felsefî kalıba sokması durumunda özgür kalacağını vaadetmişlerdi. Yayla’nın söylediklerine katılmamak, bunların politik sonuçlarından bağımsızlaşmayı da garanti ediyor çünkü. Yayla’dan farklı düşünülüyorsa, bunun ifade edilme bağlamı, Yayla’nın savunulacağı, savunulmak istendiği bağlam olamaz. Bu hoşgörünün genişliğini değil, yeri geldiğinde kendisine bile baskıcılaşabileceğini gösterir.
Atilla Yayla örneğinde, eğer modern topluma ilişkin öğrendiklerimiz doğruysa, ona saldıranların başkaları olması, medyanın ama özellikle üniversitesinin onu savunması gerekirdi. ‘Görüş’ü bu kadar kutsallaştıran bir toplumsal varoluşun, Türkiye’de iki ‘görüş’ kurumu tarafından boğulması, üzerinde konuşulması gereken meselelerin çokluğunu gösteriyor. Üniversiteler, kamusal aydınlanmaya katkı yapma vaadinde bulunmuşlardır. Kamuyla aralarında, ‘aydınlanma’ eylemini gerçekleştirebilecekleri bir ‘mesafe’, bir yarılma vardır. Kamusal sözün en baskın olduğu yerde bile, durup neler olup bittiğine ‘nesnel’ bir perspektiften bakabilmek için şeytanın sözcülüğünü üstlenmek, üniversitelerin zorunlu misyonudur. Kamusal sözün çığırtkanlığına, iktidarın ayartıcılığına teslim olmak üniversite kavramının sonunu ilân eder.
AHMET ÇİĞDEM