Bu özel dosyayı hazırlamak için daha aylar önce ilk kolları sıvadığımızda nihai başlıkta “somuttan soyuta” ifadesini kullanacağımızı içten içe biliyorduk ama ancak hazırlık süreci içerisinde söz konusu ifadenin dosyanın içeriğine çok yaraşır bir çifte anlamlılık barındırdığının ayırdına vardık.
İfadenin, “somutuyla soyutuyla” (enlemesine bir uzamsallık ima eden) manası, dosyadaki, daha sosyolojik, etnografik eğilimli çalışmalar (örn., Ev-eksenli çalışma ve Türkiye’de sendikaların değişen rolü) ile daha felsefi, kuramsal yönelimli yazıların (örn., Hannah Arendt’te emek ve Gayrı-maddi emek) yanyanadalığına karşılık geliyor. Böylesi bir tasnifi zor (örn., Emeğin “oryantal” halleri) ve hatta manasız kılan (örn., T.C. Anıt Yarık) çalışmalar da yok değil dosyada, ama önümüzdeki çeşitliliğin hakkını daha iyi verecek bir başlık akıl edemedik, doğrusu.
“Somuttan soyuta” ifadesinin “somuttan hareketle soyuta” anlamındaki diğer manası, boylamasına bir uzamsallık ima ediyor ama bundan soyut lehine bir hiyerarşi kastedilmiyor. Diğer bir deyişle, istikametin somuttan soyuta doğru olması; emeğin somut çeşitliliğinin bir görüngü, soyutun ise o görüngünün arkasında yatan hakikat olduğu anlamına gelmiyor. Zira böylesi bir yaklaşımı benimsemek, hem somut emek biçimlerinin, onları “disipline” etme hevesindeki farklı soyut(lama)lara galebe çalan zenginliğine hem de soyut(lama)ların kendi “hakikat”ini kuran sentezleyici yaratıcılığına haksızlık olur. Nitekim, tam da somutun iflah olmaz çeşitliliği (Althusserci anlamda “taşkın-belirlenmişliği” de diyebiliriz) yüzünden soyutun “hakikat”i bir ve tek değil, çoğuldur (örn. zihin/kol, gayrı-maddi/maddi, artık/gerekli, emek/iş/eylem, üreten/yeniden-üreten, neoklasik/marksgil, vs.). Ve soyut(lama), tam da çoğul olduğu için, kelimenin tam manasıyla, siyasi bir meseledir; çok farklı şekillerde kategorileştirilebilecek somut emek hallerini o değil de bu ortak paydada buluşturarak, eylemliliğimize bir yön tayin eder soyut(lama).
Peki, neden emek? Ermeni soykırımı meselesi, dahili ve harici Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi... daha doğrusu Türklük meselesi tüm aciliyeti ile önümüzde dururken (bkz. Birikim 215, Tetikteki Milliyetçilik) bu soru retorik olmaktan öte bir ciddiyet kesbediyor. Kanımızca bu soruyu, emeğin sol/sosyalist gelenekteki ayrıcalıklı konumuna sığınmadan yanıtlamak mümkün. Faşizan Türk milliyetçiliğinin yükselişinin, emek-perspektifli hareketin/siyasetin dibe vurmasıyla paralel bir seyir izlemesi tesadüfi olmasa gerektir - ki bunun totolojiden ibaret bir saptama olduğunu düşünmüyoruz. Yani, “milliyetçi sağın palazlanması, tanımı gereği, solun mevzi kaybetmesi demektir” şeklinde bir itirazla savuşturulamayacak bir ilişki var ortada, kanımızca. Zira ’80 öncesinde, emek-eksenli mücadelenin tırmanışına bir reaksiyon olarak azmıştı faşizm. Günümüzdeyse, tam aksine, dişe dokunur bir sol/sosyalist örgütlülüğün yokluğunun bir nevi semptomu olarak serpilmekte milliyetçilik.
Ve evet, milliyetçilikle cepheden, yani onun ötekileştirdiği kimliklerin saflarından savaşım vermek kısa vadede son derece elzem. Ne var ki, ister faşist olsun ister mutedil, milliyetçiliğe karşı orta ve uzun vadede başarılı bir mücadele vermenin yolu, o etnik saflaşmaları enlemesine kesen emek-eksenli bir hareketten geçiyor. Kronik yüksek işsizliğin hakim olduğu, gelir dağılımında makasın sürekli açıldığı, sosyal devletin yokolmaya yüz tuttuğu, üstelik genç nüfus oranı çok yüksek bir ülkede toplumsal huzursuzluk, emeğe sahip çıkan bir siyasete devşiril(e)medikçe kendine akacak başka mecralar bulacaktır, bulmaktadır. “Analizinin temelini emperyalist devletler üzerinden hızla öteki halklara... indirgemiş bir milliyetçiliğin pınarından beslenmiş... kapitalizmin özüne tartışılmasına dair herhangi bir ufuk koymadan, devletler arası stratejilerin teknesinde yoğrulmuş... ‘bir anti-emperyalizm’ söylemine kalmış görünmektedir meydan.” (Kerem Ünüvar, Birikim, sayı 214) Fakat şunu da hatırlatalım ki, memleketteki mevcut durumun tüm vahametine rağmen, bundan henüz birkaç sene evvelinde, ortalıkta bir “sosyal patlama” heyûlası gidiyorken, böylesi bir infilakın -netice itibariyle ne şekle bürüneceği meçhul olmakla birlikte- sınıf temelli olduğu, ima yollu ya da açık seçik dillendiriliyordu (“sosyal” lafı, çok müstehcen ve mahzurlu olan “sınıf”ı kodluyordu bir bakıma). Oysa ki artık muhtemel bir patlamanın, kelimenin en esnek kullanımıyla bile “sosyal” değil, “anti-emperyalizm” sosuna bulanmış “şovenist” bir şekil alacağı aşikâr. Şüphesiz, “sosyal patlama”dan “nasyonal-sosyalist patlama”ya bu kadar hızlı savruluşumuz çok kaygı verici ama bu sırf milliyetçiliğin dayanılmaz cazibesine değil, ekonomik adalet güden emek eksenli bir siyasetin vakumuna da dalalet ediyor. Memleketin üzerinde kara bulutların gezindiği şu günlerde, Gramsci’den ödünç olarak, “entellektüel karamsarlığa” kapılıp gitmemek için “iradi iyimserliğimizi” bu tesbite dayandırmamız gerekiyor.
Epeyi kabarık bir dosya olmakla birlikte, kuşkusuz, emeğin burada ele alamadığımız daha nice somut/soyut halleri var (örneğin, tarımsal emek). Fakat maksat zaten emek üzerine son sözü söylemek değil, bir dosya açmaktı. Gerek bu dosyanın eksiklerini gideren, gerek bu dosyadaki çalışmaların “kışkırttığı” yazılarla Birikim’in ilerki sayılarında emek üzerine düşünmeye devam etmeyi umuyoruz.
YAHYA M. MADRA – KENAN ERÇEL