Yaklaşık bir yıl önce “Kürt Açılımı” başlatıldığında, bunun kısa vadede optimal bir çözüme varamasa bile; en azından AKP ile DTP –BDP– arasında bir yakınlaşmaya, gelişebilir bir diyalog-işbirliği zemininin oluşmasına yarayacağını söylemek, malumu ilan kabilindendi.
Bu tespite kimse itiraz etmediği gibi; hem “açılım”ın en ateşli savunucuları hem de statükonun en gözü kara muhafızları, bunu, CHP-MHP merkezli Türk milliyetçi bloka karşı bir hattın kurulması olarak bile değerlendiriyorlardı.
Oysa, AKP’nin kısmi Anayasa değişikliği tasarısının Meclis’teki görüşmeleri başladığında durum bütün bu tahmin ve beklentilerin tersinedir. AKP ve BDP arasındaki iplerin neredeyse tamamen kopmuş olmasının yanı sıra, BDP “üst otoritesi”nin –Abdullah Öcalan’ın– son beyanatlarında AKP, “İslamcı Türkçü” diye nitelenip, CHP ve MHP’nin “laik Türkçü”lüğünden “daha tehlikeli” ilan edilmiştir. Öcalan, ayrıca AKP’nin “bizi Ergenekon’un ve askerin bir kısmıyla çatıştırıp güçten düşürerek aradan sıyrılmayı amaçladığını” söylemektedir. “Açılım” başladığından beri, çeşitli vesilelerle AKP’yi eleştirse bile; izleyicilerine genellikle itidal ve serinkanlı bir tutum öğütleyen Öcalan, artık tam tersine “şiddeti orta düzeye tırmandırma”ya cevaz veren bir tutuma geçmiştir. Kendi ifadesine göre –herhalde şimdiye kadar tek tek değerlendirdiği– “küçük parçaları bir araya getirmiş” ve böylece de nihai hükme varmıştır. Buna istinaden, PKK ve BDP’nin “üst iradesi” olarak, gerçekleşmeyeceğini bilerek AKP hükümetine Haziran ayı başlarına kadar son bir şans verdiğini ve bu tarihten itibaren “kendisinin aradan çekileceğini”, KCK ve PKK’nın gerilla saldırılarını yoğunlaştırmakta, ülkenin tüm kentlerinde isyana kadar uzanan bir “orta düzeyde şiddeti tırmandırma” yoluna girmekte serbest olacağını ilan etmiştir.
Öcalan, PKK üst yönetimi ve bir kısım BDP yetkilisi, “açılım”dan bu noktaya nasıl gelindiğini açıklarken elbette ki bütün sorumluluğun ve suçun AKP’de olduğunu vurguluyorlar. Burada dikkat çekici olan nokta; AKP’nin –daha önce defalarca yapıldığı gibi– açılım bahsindeki sığlığından, yüzeyselliğinden devletçi–milliyetçi tepki karşısındaki dirençsizliğinden vs. bahsedilmeyip, tamamen farklı bir açıya geçilip, onu “en tehlikeli düşman” kategorisine koyan bir yaklaşımın benimsenmiş olmasıdır.
Öcalan, bu “yeni” yaklaşımında AKP’yi, Ankara odaklı CHP, MHP ve şüphesiz Ordu’yu da içeren “laik Türkçülük”ten ayrı, Kayseri-Konya odaklı bir “İslamcı/Türkçü” bir güç olarak tarif ediyor. “Türkçülük”lerinde ortak, hatta müttefik olan bu iki gücün en tehlikelisi olduğuna karar verdiği AKP’nin “bizi” Ergenekon’un ve askerin bir kısmıyla” çatıştırıp “aradan sıyrılmayı” hedeflediğini öne sürüyor. Yani, ona göre, “laik Türkçü” olan “Ergenekon ve asker”in “bir kısmı” bu oyuna geliyor ama herhalde “diğer kısmı” İslamcı-Türkçü bu tuzaktan uzak durabiliyor.
Öcalan’ın “Kürt sorunu”na gerçek siyasi çözümün ancak ve sadece o “diğer kısım”la müzakere ile bulunabileceğini yıllardır açık, örtük defalarca ifade ettiği biliniyor.
Ancak burada hem şu yukarıdaki nitelemelerin hem de bu “diğer kesim”i asli muhatap, asıl çözüm öznesi sayma inancının analizi ve anlamı bahsine girmeyeceğiz. AKP ve BDP ilişkisini buzlandıran Anayasa değişikliği oylamalarından sonra yaptığı konuşmalarda, Özal’dan Erbakan ve Ecevit’e kadar, hükümetleri döneminde Kürtlerin isyanına neden olan konularda somut hiçbir şey yapmadıkları halde, “PKK ile görüşme” eğilimi gösterdikleri için –Öcalan’ın iddiasına göre– tasfiye edilmiş Başbakanlar hürmetle yâd edilirken; “görüşme teşebbüsünde bulunmayan” ama ne denli az sayılırsa sayılsın en azından bir dizi “iyileştirme” adımı atmış bir hükümetin “en tehlikeli” diye nitelenmesi herhalde izaha muhtaçtır. Kaldı ki; Öcalan aynı konuşmalarında AKP politikalarına “soykırım” demekten de çekinmiyor ve Ermeni soykırımının “sadece 220 Ermeni aydın”ın tutuklanması ile başlatıldığını, oysa KCK operasyonunda bu sayının 1.500 olduğuna işaret ederek soykırımın çapı daha büyük demeye getiriyor. “Kürtlere uygulanan soykırım Hitler’in gaz odalarını aratmayacak cinstendir” cümlesi de süslüyor bu konuşmaları. Ve öyle anlaşılıyor ki bu son cümle o tarihlerde Tayyib Erdoğan ile Deniz Baykal arasında cereyan eden Hitler “kimin partisinde” konulu atışmaya naziredir. Ve Öcalan “Erdoğan Hitler’i kendi partisinde arasın” diye ilave ederek, nazire yapmanın ötesinde, bizzat o atışmanın içine konumluyor kendisini. Baykal’a, onun ve partisinin temsil ettiği “laik” sosyo–ekonomik/politik kesime “AKP karşısında sizin yanınızdayım” demek değilse bile “aynı durumdayım” demek değil midir bu?
Bu sorunun cevabını verebilmek için; bu yazıda şimdiye kadar kullandığımız ideolojik lafız, niteleme ve tasniflere daha sonra bakmak üzere; o niteleme ve tasniflere konu olan AKP, CHP (MHP) ve PKK’nın sosyo-ekonomik, politik özneler olarak ne olduklarına bakmak çok büyük ölçüde aydınlatıcı olacaktır.
CHP ve AKP’nin, son yüzyıllık –modernleşme– tarihimiz bağlamında hangi yaklaşımları temsil ettiği ve bunların hangi sosyal sınıf ve zümrelerin kalıcı desteğinde “evrimleşerek” günümüze kadar geldiği, nasıl bir konum/çıkar perspektifine tekabül ettiği bu dergide defalarca enine boyuna irdelendi. En özet, ifadesiyle AKP’nin, bu ülkedeki mülk/servet sahibi kesimlerin, modernleşmeyi bir zorunluluk, katlanmaktan kaçınamayacağımız mecburiyet olarak gören ama bunu olabildiği kadar ekonomik–teknolojik boyutlarıyla sınırlamaya çalışan sosyo-kültürel alanda geleneksel değer ve kurumları korumanın “tutucu” etkilerini iktisadi dinamizmle telafi edebileceğini varsayan bir düşünüş ve davranış mecrasının ürettiği en son büyük –parti– oluşum olduğu söylenebilir. Bu muhafazakâr modernleşme mecrası Türklüğü elbette önemsiyor olmakla birlikte, geleneksel-İslami/Sünnî kayıtları ile törpülenmiş bir milliyetçiliğe cevaz verebildiği için bu ülkenin etnik Türk olmayan muhafazakâr kesimleri tarafından da benimsenegelmiştir. Nitekim bundandır ki; tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, söz konusu mecranın Kürt nüfus yoğunluklu bölgede destek oranı –kabaca bir rakam vermek gerekirse– % 40’ların altına düşmemiştir. Bu bölgenin “dinî aşiret” ağırlıklı yörelerinin, koşullar ne olursa olsun dinî/İslami “duyarlılığı” yüksek partilere bağlılığı değişmemiş ve örneğin, AKP çekirdek kadrosunun içinden geldiği MNP-MSP-RP çizgisi 1970’lerden beri girdiği hemen her seçimde ülke genelinde yaşadığı oy düşüşlerini burada yaşamamıştır. En son genel–mahalli seçimlerdeki partilerin oy dağılımına bakıldığında AKP’nin devraldığı muhafazakâr/modern (merkez sağ) gelenek ile –daha– İslami SP’nin, nerelerde ve ne oranda çoğunluğu temsil ettiği açıkça görülür.
PKK olgusu ortaya çıkıncaya kadar CHP de aynı bölgede büyük oy desteğine sahip görünüyordu. 1990’lara gelinceye kadar bu bölgede CHP’ye verilen oylar, aşiret çatışmalarının arızı sonuçları hariç başlıca iki “kaynak”tandı. İlki, Türkiye Kürdistan’ı kuzeyindeki Alevi Kürtlerin tarihsel Sünni–Şafi korkusundan dolayı idi. İkincisi ise Türkiye’nin diğer bölgelerine nazaran daha yavaş ve kısıtlı olsa da modernleşmenin getirdiği eğitim-tahsil yoluyla güç/konum sahibi olma imkânını edinmiş Kürt toplumunun alt orta kesim mensuplarıydı. Bunlar aynı zamanda büyük çoğunluğu ile, CHP ideolojisinin tüm ülkeye şamil olarak öngördüğü üzere, yaşam tarzının, geleneksel sosyo-kültürel formların “Batılılaştırılması”nı birincil koşul sayan, bunu Kürt toplumu için daha da elzem addeden bir düşünme biçimine sahiptiler. Kürt nüfus yoğunluklu yörelerde çok daha bunaltıcı olan geleneksel-muhafazakâr kalıplara duydukları tepki, Kürtlüğü bu kalıplardan ayrılamaz, bunlara bağlı bir kimlik olarak algıladıkları ölçüde Kürtlüklerini ret/gizleme, gönüllü asimilasyona kadar varabiliyordu. 1970’lere kadar o kesimlerde hâkim eğilim de buydu. Ancak 1960’ların sol rüzgârları, onları Kürtlerin bu durumunun kendilerinden ziyade Cumhuriyet devletinin Kürtlüğü inkâr ve Kürt kimliğinin dinî–muhafazakâr kurum ve değerlerle örtülmesi, Türklüğe tabi kılınması politika–stratejisinin sonucu olduğu tespitine götürdükçe; bu kesimler CHP’den uzaklaşıp, böylece oluşturulmuş bir Kürt milliyetçiliği ile ya “Türklerle birlikte” sosyalist partilere veya o partilerle dirsek temasında kurdukları kendi partilerine yöneldiler. 1970’lerin sonuna gelinirken bahse konu bölgede durum aşağı yukarı şöyle özetlenebilirdi. Geleneksel ekonomi ve muhafazakâr hayat tarzı kalıpları içinde yaşayan –genellikle tüm “dinî aşiret” bağları içindeki– topluluklar ile mülk ve servetleri ile ülkenin ticari–endüstriyel ilişkilerine adapte olabilmiş –“Kürt Burjuvazisi”– kesimler İslami ve merkez sağ partilerde kümelenmişken; eğitim, tahsil ve şahsi yetenek, beceriyle kent hayatında geçerli güç ve konum edinmiş olan kesimlerle, aynı yoldan yürüme arzusu ile kırsal hayat ve geleneksel ilişkilerden çözülüp yöre kentlerine ve metropollere göçen yoksullar ve gençler –genel, mahalli seçimlerde CHP’ye oy vermeye devam etseler bile– sosyalizm ve Kürtlük davasının harmanlandığı sol örgütlere akmaktaydılar.
1980’e gelindiğinde PKK, bu akışı kendine çeken odakların orta hallilerinden biriydi. Eğer 12 Eylül diktasının Kürtlüğü inkâr ve zorla asimilasyon politikasını azgınlığa vardıran uygulamaları, tutukladığı onbinlerce insana özellikle yörede reva gördüğü rezilce zulüm olmasaydı muhtemelen o düzeyde de kalacaktı. Ama Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde –çok daha kanlı bastırmalara uğramış olsa bile– kendini bu denli aşağılanmış hissetmemiş olan Kürtlerin gururunu kurtaran eylemleri ve isyan ateşini yakmış olmakla öylesine bir prestij edindiler ki; daha 1980’lerin sonuna varmadan, düne kadar başkalarıyla paylaştıkları “modern Kürtlüğün” teşekkül mecrasının hemen tamamını kapsar hale geldiler. Ayrıca bunu başaranlar, o döneme kadar bu mecranın öncü/sözcüleri olagelmiş orta–üst sınıf veya Kürt toplumunun daha alt kesimlerinden çıkmış, en yoksul, en alt kesimlerinde kendinden sayacağı, dolayısıyla “özeneceği”, daha kolay ve derinden özdeşlik kuracağı kişilerdi. Bu bakımdan –benzetmelerin sınırlılığını unutmadan– diyebiliriz ki; Türkiye genelinde “laik”, sosyo–kültürel değişim/modernleşmeye ağırlık veren mecranın 1970’li yıllardaki popülerleşmesinin, o yıllar CHP’si ve Ecevit’in şahsında toplumun en alt kesimleriyle kurabildiği özenme/özdeşleşme ilişkisi, 1980 sonlarından günümüze Kürt alt–orta tabakalarıyla PKK ve Öcalan’ın şahsı arasında kurulmuş ve hatta “kurumsallaşmış”tır. Ve ayrıca eklemek gerekir ki PKK ve Öcalan ile bu özdeşleşmede 1970’ler CHP’si ve Ecevit’le özdeşleşmeyi aşan, CHP’nin “Kurtuluş Savaşı” mitosunun mütekabilini de içeren unsurlar vardır. Dolayısıyla CHP’nin M. Kemal ve Ecevit’in şahıslarında iki ayrı evresini izlediğimiz süreç, PKK’da iç içe geçmiş, kompakt hali gibidir.
Tıpkı CHP’nin “Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve zafere ulaştıran parti” olmanın “ulusal gurur”la beslenmiş büyük prestijinin ağırlığını fazlasıyla kullanması ve rakip siyasal hareketlere de önemli ölçüde empoze edebilmiş olması gibi; PKK’nın da 1983’te başlattığı hareketle Türkiye Kürtleri içinde benzer bir konum ve ağırlığa sahip olduğu kabul edilmelidir. Bugün eğer Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde PKK’nın desteklediği partiye değil, diyelim AKP’ye çok daha fazla oy veren insanlar, bu kararlı tercihlerine rağmen PKK ve desteklediği partiye karşı düşmanca bir tutum almıyor, seçimler kıl payı kazanıldığı halde böylesi durumlarda alışıldık partiler arası şiddetli çatışmalarla pek nadiren karşılaşılıyorsa; bunun nedeni PKK şiddetinden korkuluyor olması değildir. Bir ulusal gurur ve minnet duygusu söz konusudur çünkü. 1980’lerde ANAP’a, 1990’larda DYP veya RP’ye, son birkaç seçimde AKP’ye oy veren milyonlarca Kürt, PKK’ya karşı silah kuşanmış veya eline verilen silahı kabullenmiş korucu aşiretlerin büyük çoğunluğu dahi, PKK’nın Kürt dili ve kimliğini aşağılanmaktan, başı, boynu eğiklikten kurtarmakta ağır bedelli bir öncü rolü oynadığını açıkça söyleyebilmektedir.
Ancak bu minnet ve desteğin hem bir sınırı vardır ve hem de toplum hayatının, toplumsal varoluşun –önemli ama– bir boyutuna tekabül eder bu öğe. Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde büyük oranda oy alabilen merkez sağ, muhafazakâr kimlikli partiler, bu minnet/gurur duygusuna saygı gösteren bir dille konuşarak, yani Türk milliyetçiliğinin PKK’ya karşı o öfke, nefret saçan üslubunu asla çağrıştırmadan; bu bahsi serzenişlerle geçiştirerek ve böylece “hayatın bundan ibaret olmadığı”nı hatırlatan argümanlarla seslenegelirler seçmenlerine. Merkez sağ ve özellikle muhafazakâr eğilime has bir sabırla yani kısa zamanda büyük kazançlar beklemeksizin yaparlar bunu. Sert karşılaşmalardan kaçınarak, gerektiğinde çekilerek bir de.
Kaldı ki, bu tutum, onlara orta–uzun vadede amaçlarına ulaşma garantisi veren “iktisadi-sosyal gerçeklik/ihtiyaçlar”ın kumanda mevkiinde bulunuyor olmanın empoze ettiği bir tutumdur da. 1990’larla birlikte bütün olumsuzluklara rağmen Kürt nüfus içinde de giderek çoğalmaya, geleneksel mülk ve servet sahipleri kesimin elinden inisiyatifi alabilecek güce yaklaşan Kürt girişimci, burjuva sınıfı, sadece ülke ekonomisinin kendi canlanmasıyla değil, genel Türkiye ekonomisinin tüm Ön Asya ve Balkanlar’da hissedilen etkinliği ile birlikte sosyo-politik nüfuzunun daha da büyüyeceğini gayet iyi görmektedir. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tüm devletlere şamil bir süreç, Kürtler arası entegrasyonu, PKK’nın veya Kuzey Irak Kürt Yönetimi gibi siyasi mekanizmaların yöntem ve araçlarından daha hızlı değilse bile çok daha güvenceli ve çok daha etkin biçimde gerçekleştirebilecektir de. Ayrıca sürecin kendisi, iktisadi dinamizm ve büyüme, halen Türkiye Kürdistanı’nda büyük kesimiyle PKK içinde ve etrafında yer alan nitelikli emek sahibi ve eğitimli kesimi de zaman içinde oradan kopararak kendi mecrasına sokabilecektir. Dolayısıyla en azından on yılı bile bulmayabilecek bir orta vadede, vaktiyle Türkiye genelinde CHP’nin başına gelen PKK’nın da başına gelecek; PKK’nın hâlihazır desteği, merkez sağ rakibini bu vadide asla geçemeyeceğini kabul etmek zorunda kalacağı düzeye kadar inecektir. Sözün kısası, bugün Türkiye’de CHP’nin AKP –merkez/sağ– karşısında durumu neyse, sabırla beklendiğinde birkaç yıl sonra PKK destekli partinin AKP karşısındaki durumu da o olacaktır.
AKP’nin gerek “Kürt açılımı”nı başlatırken ve gerekse son Anayasa değişikliği paketini Meclis’ten geçirmeye girişirken, DTP-BDP’yle usulen bir görüşüverip polemikten özenle de kaçınıp “kendi gücüyle” sonuca gitmeye çalışmasının ardında şu gayet özetle ifade ettiğimiz yaklaşım, strateji ve hesap vardır.
PKK, –CHP’nin “hikaye”sinden de çıkarabilir ki– bu yaklaşım ve stratejinin gayet etkili, sonuç verici olabileceğini, kendi toplumsal desteğinin “omurgasını çökertme” hesabının tutma ihtimalinin yüksekliğini kavramıştır. Öcalan’ın “küçük parçaları bir araya getirdiğinde vardığım sonuç budur” derken kastettiği şey bu olmalıdır. Eğer bu ifadesiyle konuşmasında sözünü ettiği ABD planları, İngiliz oyunları, siyasi manevralar, komplolar gibi şeyleri kastediyor ise; belirtelim ki bunlar sözünü ettiğimiz sürecin, dinamiklerin strateji ve yaklaşımların kapsam ve derinliği karşısında gerçekten “küçük parçalar”dır ve tek tek de bir araya getirildiklerinde de yine küçük kalacaklardır.
CHP gibi asker-sivil bürokrat zümre çekirdekli, bu arkaik otoriter/devletçi zihniyet ekseninde teşekkül etmiş bir parti, AKP’nin kapitalizm/modernizmin asli dinamikleriyle giderek bütünleşerek oluşmuş varlığı karşısında gerçekten çaresiz kalabilir; “laiklik” siperi ve örtüsüyle koruyageldiği üstünlük konumunun hayatî bir tehditle karşı karşıya olduğunu görüp, o çaresizlikle, sadece öfke ve nefretini ifade eden, fiilî durum ve gerçeklikle pek az ilişkili bir siyasal mücadele çizgisini sürdürmekten başka yol bulamayabilir. Kaynağını aldığı asker–bürokrat zümrenin asli kurumu olan Ordu da –kendi iç koşulları ve çevresel koşullar nedeniyle– “darbe yapamaz”, bu “tehlike”yi silahla püskürtemez hale geldiyse kaçınılmaz sonuna kadar çırpınarak bata çıka gidecek demektir.
Oysa PKK, daha önce de belirttiğimiz gibi; her ne kadar Kürt halkı ile sınırlı bir çerçevede ele aldığımızda, o topraklarda teşekkül etmiş CHP’ninkine benzer bir mecradan doğup gelişmiş ise de; en temel farkı kökeninin, kurucu kadrolarının Kürt alt sınıflarından geliyor oluşudur. PKK’yı oluşturan iki damardan biri Kürt milliyetçiliği ise –ki bu söz konusu “köken”in sadece “devraldığı” bir öğedir– diğeri sosyalizmdir, ve sosyolojik kökeniyle uyuşan da budur.
O sosyolojik temeli ve ilki daha etkin iki damardan beslenen ideolojik kimliği ile hem bir silahlı mücadele aygıtı hem de onu besleyen ve kuşatan siyasal-toplumsal bir varlık haline gelmiştir.
PKK’nın AKP’nin şahsında karşı karşıya olduğu “tehdit”in özgünlüğü, onun PKK’yı tasfiye, imha” amaçlı “geleneksel devlet politikası”nı –ne denli gönülden olduğu tartışmasını bir yana bırakalım– sürdürüyor olması değildir. Onun özgünlüğü, ondan önceki hiçbir hükümetin sahip olmadığı kapsam ve köklülükte –yerel– bir toplumsal –iktisadi– kültürel desteğe sahip olması ve bundan ötürü gayet etkili olabilecek iktisadi dinamikleri seferber etme kapasitesidir.
PKK, bu gerçekten etkili “tehdit”e karşı, silahlı örgüt olarak gücünü harekete geçirerek ve tehdidin ciddiliği ölçüsünde bunu çok daha yoğunlaştırıp –bir ne dediğini bilmezin ifadesiyle– “ülkeyi cehenneme çevirecek” bir biçimde kullanma yolunu seçerse; sadece sırtında en ağır bir suçun vebaliyle intihara kalkışmış olmakla kalmaz; onu var etmiş olan sosyolojik kaynağa da ihanet etmiş olur.
O sosyolojik kaynak, yani Kürt alt sınıfları ve onun sadece bir Kürt olarak değil yoksul ve horlanan olarak da düşürüldüğü durumun davasını sahiplenen sosyalist Kürt aydınları ve gençliği, Kürt kimliği üzerindeki zilletin bertaraf edilmesi bahsinde hiçbir kesimle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bedeller ödeyerek bunu sağlamış, tüm eksikliklerine rağmen “eşiğin aşılması”nı mümkün kıldıkları için kendilerini ulusal kimliklerine karşı görevini yapmış, tamamlamış sayabilirler. Bu durumda AKP’nin Kürt mülk-servet sahipleri, burjuvazisi ile bütünleşmiş halde, kapitalizmi geliştirme eksenli bölgesel stratejisini hâlâ bir ulusal kimlik tescili mücadelesiyle karşılamak, bugüne kadar bir yana bıraktıkları Kürt halkının evrensel insani değer ve ideallere uyarlı iç dönüşüm potansiyelini milliyetçi–ırkçı kapışmaların lanetli arenasında tüketmekten başka bir anlama gelemez. AKP’nin o stratejisinin sadece Kürdistan(lar)la sınırlı olmayıp, o stratejisinin mantığı gereği tüm Ön Asya’nın siyasal-ekonomik güç iktidar sahibi kesimler ve odaklarla tüm bölge halklarına şamil bir strateji olduğunu kavramak zorundadır her şeyden önce. Ve bu stratejinin silahla değil, asıl iktisadi-sosyal dinamiklerle işlediğini bilerek; bu “silaha” aynı türden daha derinlikli bir “silah”la mukabele etmeyi; yani Ön Asya halklarının milliyetçilik ve kapitalizmi aşmaya kararlı bir büyük dönüşüm ve birliktelik ufku oluşturma mücadelesinin yapıcı bir öğesi olma görevini önüne koyabilir.
PKK yüzünü, aklını, potansiyelini bu yöne mi, yoksa “terörist örgüt” sıfatını gerçekten alnına kazıyacak o “cehenneme” çevireceğinin henüz belli olmadığı tarihinin en kritik eşiğindedir.