Abdülhamit'in ruhunu beklerken: Restorasyon, medeniyet ve Davutoğlu

Ahmet Davutoğlu son aylarda konuşmalarında özellikle iki kavramın altını çiziyor: Medeniyet ve restorasyon. Davutoğlu AKP Genel Başkanlığına seçildiği kongrede hedefinin “medeniyet restorasyonu” olduğunu vurgulayarak, bunu “yeni bir Türkiye rüyası” olarak tanımlamış ve "bu rüyayı görmeyenler utansın” diye eklemişti. Başbakanlığının ilk üç ayında atılan adımlar ve başlatılan tartışmalar, nasıl bir “yeni Türkiye’nin” inşa edildiğinin ipuçlarını verdi: Kadının “ulvi” annelik görevi üzerinden tanımlanarak kadın erkek eşitliğinin sorgulanması, din derslerinin “zaruret” olarak görülmesi, zorunlu Osmanlıca dersi, bilimsel düşüncenin eleştirilerek “bilginin İslamileştirilmesi” doğrultusunda vahyin öne çıkarılması, yeni güvenlik yasasıyla her türlü muhalefetin polis şiddetiyle bastırılmasının amaçlanması… Bu listenin önümüzdeki aylarda uzayıp gideceği, Davutoğlu’nun rüyasının toplumun geniş kesimleri için kâbusa dönüşeceği belli olmaya başlarken, medeniyet kavramına dair de zihinlerde sorular belirmeye başladı. Bu yazı elinden geldiğince bu sorulara cevap vermeye, Davutoğlu’nun neyi restore etmeyi amaçladığını nasıl bir medeniyet tasavvur ettiğini ortaya koymaya çalışacaktır. 

Davutoğlu’nun düşünce dünyasını tahlil etmek için elimizde son derece zengin bir yazı arşivi var. Davutoğlu 1986 yılından itibaren, daha 27 yaşında genç bir doktora öğrencisiyken Nakşibendiliğin kolu olan İskenderpaşa Cemaatinin İlim ve Sanat dergisinde yazmaya başladı. 1990’ların ilk yarısında İslamcı camiada rüzgârlar estiren İzlenim dergisini çıkaran ekibin içinde yer aldı. İzlenim’de 1996 yılına kadar düzenli olarak yazan Davutoğlu’nun, aynı dönemde MÜSİAD’ın Çerçeve dergisinde de makaleleri yayınlandı. 1995 Aralık ayından 2000 yılına kadar Yenişafak gazetesinde ve 1990’ların ortasında da Gülen Cemaatinin haftalık dergisi Aksiyon’da köşe yazarlığı yaptı. Davutoğlu’nun İslamcı kesimin gazete ve dergilerinde yayınlanan 300’den fazla yazısı, 1990’lı yıllarda onun kendi camiasına düşüncelerini duyurma çabası içinde olduğunu gösterir. Gramsci’nin tabiriyle Davutoğlu’nu, geleneksel elitlerin karşısında yer alan ve amacı iktidarı ele geçirmek olan İslamcı camianın organik aydını olarak tanımlamak mümkündür. Davutoğlu’nun MÜSİAD’ın Çerçeve dergisinde yer alması ve “Türkiye’yi [Batı yanlısı] tek boyutlu dış politikaya mahkum ederek diğer bölgelere açılmasını engellemek suretiyle kendi kurdukları Batı firmalarının acentalığına dayalı kısır ilişkilerin tek yönlü olarak sürmesini isteyen” kesimleri eleştirmesi çarpıcıdır.[1] 1990’lı yıllarda Davutoğlu, hakemli bilimsel dergilerde makaleleri yayınlanan bir akademisyenden çok, ait olduğu İslami kesimin siyasi ve ekonomik çıkarlarını savunan bir “dava” adamı izlenimi verir.    

Davutoğlu’nun yazılarında Tanzimat’la başlayan modernleşme çabalarına karşı ciddi başkaldırı vardır. Ulus devletin sınırlarına, elitlerine ve değerlerine karşı yöneltilen itirazlar, zaman zaman rövanşist niteliğe bürünür. “Siyasi elitin yarım asırdan fazla süregelen Avrupalılık yönündeki kimlik zorlaması iflas etmiştir” diyen Davutoğlu, bu kesimi “medeniyet tarihinin şahsiyet krizi geçiren Don Kişotları” olarak tanımlar.[2] Modernleşme amacıyla yapılan reformları ve bu süreçte karşılaşılan sorunları Türkiye’yi “başka bir medeniyete kuyruk yapmak isteyen elitin yaşadığı psikolojik dengesizlik hali” olarak nitelendirerek, Milli Görüş geleneğinden aşina olduğumuz teşhisi yineler:

“Ülkenin geleceğini köhnemiş Avrupa değerlerini topluma körü körüne transfer etmekte gören Türk siyasi eliti kafasını 1830’larda gömdüğü kumdan çıkarmak ve tek yöne şartlanmış heykel görünümünden sıyrılmak zorundadır. Televizyonda pornografik filmlerin oynatılmasını topluma ilerleme ve hürriyet ölçütü olarak empoze eden kafalar gözlerini biraz da geçtiğimiz hafta toplum ahlakını tehdit ettiği ideolojisi ile Madonna’nın ülkeye girişine izin vermeyen Budist ve laik Singapura ve halkın tepkisi üzerine emeksiz kazanmayı teşvik ettiği iddiasıyla milli piyangoyu yasaklayan laik Endonezya’ya çevirmek zorunda kalacaklardır… Aynı Madonna’nın Türkiye’ye gelmek istemesi halinde muhtemelen Topkapı Sarayı hareminde ağırlanacağını düşünmek ve topluma emeksiz kazancın her şekliyle yerleştiğini görmek insana kendi coğrafyasında medeniyetsiz ve kültürsüz kalmış bir toplumun hüznünü yaşatıyor.”[3]  

Yukarıdaki alıntı 1990’larda Refah Partisi içinde yer alan Hasan Mezarcı veya Şevki Yılmaz gibi radikal siyasetçilerin kendi kamuoylarına yönelik çıkışları olsa belki gülünüp geçilebilir. Ancak bu cümleler, “bilimsel” duruşunun altını ısrarla çizen bir akademisyene, bugün Başbakan olan Davutoğlu’na ait olması nedeniyle üzerinde durmayı ve sorgulamayı hak etmektedir. Davutoğlu siyasi elitlerin tahlilini yaparken bir anda konu nasıl pornografiye gelmektedir? Türkiye’de konserler veren Madonna’nın Topkapı Sarayının hareminde ağırlanacağına dair yapılan yorum hangi veriye dayandırılmaktadır? Davutoğlu bu tip radikal çıkarsamaları yaparken, Türkiye’yi yöneten elitlerin topluma hâkim olduğunu iddia ettiği İslami değerlerden ne kadar “kopuk” olduğunu vurgulamayı hedefler. Yazılarında sürekli olarak Batı’yı, çağdaş değerleri ve bunları savunanları suçlarken, hem eleştirilerinde hem de çözüm önerilerinde son derece sorunlu bir dil kullanmaktan çekinmez. Ona göre Batı bütün değerlerini kaybetmiş, “mekanizmaların” esaretinde olan bir medeniyet, o medeniyetten Tanzimat’tan bu yana ilham alanlarsa “bu toplumun tarihine, coğrafyasına ve kimliğine ihanet etmektedirler.”[4]

Bu noktada “mekanizma” kelimesi üzerinde durmak gerekir. Davutoğlu geçtiğimiz aylarda kadın-erkek arasında “mekanik” eşitliğe karşı çıkarak, kadın-erkek eşitliğinde öncü konumda yer alan İskandinav ülkelerinde intihar oranlarının en üst düzeylerde olduğuna dikkat çekti. İskandinav ülkelerinde intihar oranlarının en üst düzeylerde olduğuna dair yargı Dünya Sağlık Örgütü verilerine bakıldığında gerçeği yansıtmamakla ve klişelere dayanmakla birlikte, “mekanik” ve “mekanizmalara” yapılan vurgu Davutoğlu’nun düşüncelerini anlamakta kilit önemdedir. Belli ki dikkat çekilmek istenen nokta Batı medeniyetinin tüm gelişmişliğine rağmen insanlarına huzur ve mutluluk sağlayamadığıdır. Davutoğlu yazılarında İslam ve Batı dünya görüşünü karşılaştırır ve bu iki medeniyetin evren, birey ve siyasi mekanizmalara nasıl farklı açıdan baktıklarını analiz eder. Batı medeniyeti erdemini ve tüm değerlerini kaybetmiş bir haldedir. “Batı medeniyetinin temelini dokuduğu iddia edilen hümanizmin bir aldatmacadan başka bir şey olmadığı” ortaya çıkmıştır.[5] Hukukun üstünlüğü, temsili demokrasi, parlamento, yargı kurumları ve tabii ki seküler düşünceyle birlikte Batı’nın bilim, ekonomi, teknolojide gerçekleştirdiği tüm atılımların refah ve mutluluk getirmediğini iddia eden Davutoğlu, Batı medeniyetini bir kalemde siler atar. Tüm bu gelişmeleri “mekanizmaların diktatörlüğü” olarak betimler ve Batı’da dini ve manevi değerlerin ortadan kalktığını iddia eder. Çevre hareketleri, feminizm, post-modernizm gibi eleştirel düşünce ve eylemleri de modernite paradigması içinde tanımlayarak değer bunalımına ve çöküşe alternatif çözümler üretemediklerini vurgular.[6]  

Batının mekanizmaları sadece Batı toplumları için değil, bu mekanizmaları model olarak alan Türkiye’nin de içinde bulunduğu İslam Dünyası için de adeta tüm kötülüklerin anasıdır. Davutoğlu meclis, yargı organları gibi meşru kurumlarla, kumarhaneler, mafya örgütlenmeleri gibi gayri meşru mekanizmalar arasında temelde bir fark olmadığını, her ikisinin de dini ve manevi değerler tarafından denetlenmeyen “tiranlık” oluşturduğunu belirtir:

“Mesela insanlardaki adalet, hak ve erdem duygusunu yokeden kumarhaneleri çağdaş hayatın tabii unsurları olarak gördükten sonra bu kumarhaneler silsilesinin oluşturduğu mekanizmalardan kaynaklanan mali gücün akış ve kullanım yönünü denetim altına almaya çalışmak başlı başına çelişkili bir tutumdur. Yine alkolü çağdaş hayat biçiminin temel simgelerinden birisi olduğunu mutlak bir varsayım olarak değerlendirdikten sonra alkol bağımlığının doğal bir uzantısı olan uyuşturucu kullanımının da, uyuşturucu mafyasının oluşturduğu gayri meşru mekanizmaların da önüne geçmek mümkün olamaz.”[7]    

Kumarhaneleri ve alkolü çağdaş hayat biçiminin temel simgeleri olarak kim görmektedir? Buradan alkol bağımlılığına ve onun doğal bir uzantısı olduğu iddia edilen uyuşturucu kullanımı ve uyuşturucu mafyasına nasıl geçilmiştir? Davutoğlu bu gibi sorulara bırakın cevap vermeyi üzerinde bile durmaya değer görmeden bir anda Batı medeniyetini ve çağdaşlığı kumar düşkünlüğüne, alkol ve uyuşturucu kullanımına indirgemekten imtina etmez. Aynı indirgemeci tutum çağdaş din, çağdaş eğitim gibi kurumların sorgulanmasında da görülür. Davutoğlu bir anda modernleşmeyi “dogmatik pozitivizm” ile eşitler ve  “insanın metafizik arayışını ve derinliğini çağdaşlık gibi anlam alanı bile tanımlanamayan bir” kavramın cevaplayamayacağının altını çizer: “Verdiğiniz eğitim ne olursa olsun, çocuğun zihnindeki ‘yaratılış’ ve ‘ölüm’ gibi metafizik sualler varlıklarını sürdürecektir. Bu tür metafizik sualleri din-dışı alanda cevaplamaya çalışmak ya öğrenciyi ateist bir dogmatizme bağlı kılacak, ya da etkisi ileri yaşlarda ortaya çıkacak psikolojik bunalımlara yol açacaktır.”[8] Kısaca Davutoğlu için çözüm basittir. Seküler ve pozitivist eğitimin yerine dini dogmaların öğretilmesini bırakın sorunlu görmek bir yana, “ateist” bir kuşağın doğuşunu önleyecek yegâne yol olarak görür. Davutoğlu’nun 1990’larda kaleme aldığı yazılarla, Başbakan olarak zorunlu din derslerini meşrulaştırmak amacıyla yaptığı “bir ateistin dahi belli bir vasatta din kültürü sahibi olması zarurettir” açıklaması arasındaki benzerlik, yıllar içinde düşüncelerinde değişim olmadığını göstermesi bakımından çarpıcıdır. Zaten ona göre “modernist bakış açısı” ve “sekülarizm,” ölüm olgusunu bireyin ve hayatın sonu olarak tasvir ederek “her türlü felsefi ve ahlaki sapmanın meşrulaşabileceği bir yanılsamalar dünyası” yaratmaktadır. Sekülarizm sonunda ölüm olan tünelin ucuna mum ışığıyla bakmaktır. Dolayısıyla “küçük bir mumun geçici ve aldatıcı” ışığının sönmesi kaçınılmazdır.[9]

Batının değer bunalımı ve mekanizmaların diktatörlüğü sonucunda ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayıldığı iddia edilen sorunların çözümü nedir? Davutoğlu bu soruya doğrudan cevap verir: “İslam dünyasının bu bunalımı aşmasının olmazsa olmaz şartı, Müslüman bireyin zihniyetinin Kur’an-ı Kerim’in varoluş felsefesi ve tarih şuuru ile yeniden oluşturulmasıdır… İslam izzettir ve gerçek izzet İslam’dadır.”[10] 15 Mart 2013’te Diyarbakır’da yaptığı “Büyük Restorasyon” başlıklı “medeniyetimizin” dirilişini müjdelediği konuşmasında, dini bu toplumu bir arada tutan yegâne değer ve kurum olarak öne çıkarır. Zaten “dinden bağımsız bir medeniyet ortaya koymak mümkün değildir.”[11] Dolayısıyla yapılması gereken son 200 yılda gerçekleşen modernleşme çabalarını, reform ve değişimleri tersine çevirmektir. Ona göre “Türkiye kapsamlı bir kimlik yenilenmesi ve medeniyet ihyası sürecine” girmelidir.[12] Bugün Türkiye toplumu, İslam Dünyasını 5 asır boyunca liderliğini yapmış Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak İslam medeniyetini birleştirip ayağa kaldırma görevi ve fırsatından kaçamaz. Tarih ve coğrafya bu misyonu Türkiye’ye adeta dikte ettirmektedir.

Davutoğlu’nun geçtiğimiz aylarda 100. baskıyı yapan ve başyapıtı olarak tanımlanan kitabı Stratejik Derinlik, Türkiye’nin İslam Dünyasının liderliğine yükseleceği vizyonu ortaya koyma iddiasını taşır. Öncelikle Stratejik Derinlik’in tamamının yeni baştan yazılmadığını, Davutoğlu’nun 1986 sonrasında yazdığı 20’den fazla gazete ve dergi makalesini aynen veya ufak değişikliklerle kitaba koyduğunu belirtmek gerekir. Örnek vermek gerekirse, Davutoğlu’nun 1986’da yazdığı ve İskenderpaşa Cemaati’nin yayın organı İlim ve Sanat dergisinde yer alan “Dünya Kuvvet Dengesi ve Ortadoğu” başlıklı makalesinin 9-13 sayfaları Stratejik Derinlik’in 102-108 sayfaları arasında aynen yer alır. 1986’da yazdığı bir makalede yer alan görüşlerini, aradan 15 yıl geçmesine, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması, Soğuk Savaşın sona ermesi, Avrupa Birliği’nin bütünleşmesi ve sınırların kalkması gibi ciddi değişimlere rağmen 2001 yılında Stratejik Derinlik’te aynen yayınlaması Davutoğlu’nun düşüncelerinde ne kadar sabit olduğunu göstermesi bakımından kayda değer bir ayrıntıdır.

Stratejik Derinlik 1990’larda Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasal krizleri, İngiliz iç savaşına ve Almanya’nın Alman birliğinin öncesindeki sancılı dönemine benzetir. Nasıl İngiltere ve Almanya kriz dönemlerinden emperyal vizyonla küresel güç olarak çıkmışsa, Davutoğlu’da Türkiye’yi İslam Dünyasının liderliğine ve yeniden tarih sahnesine yükseltecek stratejiyi siyasetçilere sunduğu iddiasındadır. Davutoğlu Stratejik Derinlik’te adeta kendisini “askeri/diplomatik birlikleri bir maestro edası ile ahenge sokacak bir stratejisyen” olarak tanımlar.[13] Son 10 yılda Davutoğlu’na yakın akademisyen ve gazeteciler tarafından dış politikayı meşrulaştırmak için kullanılan “yumuşak güç” “liberal ve barışçıl dış politika” gibi kavramlara, yayılmacı söylemin hâkim olduğu Stratejik Derinlik’te rastlanmaz. Stratejik Derinlik, İngiliz imparatorluğunun ayakta kalması için stratejiler üreten Mackinder, Amerikan yayılmacılığını meşrulaştıran Mahan ve Spykman, 1920 ve 1930’larda Almanya’nın karasal yayılmacılığının teorisyeni Hasuhofer’i referans alır. Bu stratejisyenlere “benzer tarzda teori-pratik ilişkisi kuran bir yaklaşım Türkiye’de ortaya çıkamamıştır” diyerek kendisi bu boşluğu doldurmaya talip olur. Öyle ki Fukuyama ve Huntington’ın “Amerikan siyaset yapıcılarına sundukları meşruiyet sağlayıcı teorik destek ve gerek Kissinger gerek Brzezinski gibi teori-pratik uyumu konusunda özel tecrübe sahibi stratejisyenlerin çizdiği” projeksiyonların önemine dikkat çekerek, kendisinin de benzer saiklerle hareket ettiğini okuyucuya duyurur.[14]      

Bu stratejisyenler sadece örnek alınmakla kalınmaz, kullandıkları kavramlar da bizzat Davutoğlu’nun yazılarında önemli yer tutar. Balkanlar, Kafkasya ve özellikle de Ortadoğu Stratejik Derinlik’te “hinterland” olarak tanımlanır. Kısaca bu bölgeler Türkiye’nin “etki alanı - arka bahçe”si olarak konumlandırılır. Türkiye İslam Dünyası içinde tarihin nesnesi değil tarihin öznesi; tarihi okuyan değil yazan bir ülke olarak istisnalaştırılır. Bu istisnai durum, Türkiye’nin coğrafyasıyla daha da pekişir. Almanya’nın Orta Avrupa’daki coğrafi durumunu tanımlamak için üretilmiş “Mittellage” (merkez konum) kavramından esinlenerek, Davutoğlu Türkiye’yi “merkez ülke” olarak nitelendirir. Türkiye’yi merkeze yerleştiren Davutoğlu, komşularını da çevre, arka bahçe olarak tanımlanmayarak merkezin çevreye tahakkümünü meşrulaştırır. Türkiye İslam dünyasının merkezinde ve lideri olarak, “çevrede” yer alan diğer toplumlar “Osmanlı bakiyesi” olarak küçük düşürücü şekilde tahayyül edilir. Türkiye Ortadoğu’nun “tabii kaynaklarının paylaşım süreci içinde orada beş yüz yıl süren hâkimiyetinin getirdiği avantajları yeterince kullanamamıştır” denilerek, Cumhuriyet dönemi dış politikası sınırlarının dışına yönelik yayılmacı emeller taşımadığı için eleştirir.[15] Davutoğlu’na göre Türkiye “Ortadoğu’nun ekonomik kaynakları üzerinde şu veya bu şekilde söz hakkına sahip” olmalıdır.[16]

Davutoğlu’nun kullandığı en sorunlu kavram Türkçeye “hayat alanı” olarak çevrilen Almanca “Lebensraum” kelimesidir. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versay Antlaşmasıyla çizilen sınırlarının, Almanya’ya yeterli “hayat alanı” tanımadığını iddia eden başta Haushofer olmak üzere diğer jeopolitik uzmanlara göre, Almanya’nın hayatta kalabilmesi için mutlaka topraklarını genişletmesi zorunluluktu. Darwin’in “doğada en güçlü canlılar hayatta kalır zayıflar yok olur” prensibini uluslararası ilişkilere uygulayan bu anlayış, güçlü devletlerin zayıf olanları ortadan kaldırarak genişlemesini meşru görür. Davutoğlu’da benzer şekilde Misak-ı Milli sınırlarının Soğuk Savaş sonrası dönemin gerçekliğini yansıtmadığını belirterek, Türkiye’nin “bugün uluslararası ve bölgesel konjonktürü gözönünde bulunduran yeni bir hayat alanı ya da Misak-ı Milli tanımlaması yapması kaçınılmazdır” der.[17] Davutoğlu Türkiye’nin yeni hayat alanı tanımlamasının hukuki sınırlar sabit kalmakla birlikte ekonomik ve İslami zemin üzerinde gerçekleşmesi gerektiğini söylese de, zaman zaman “kimlik tanımı kuvvetli temellere dayandırılsa belki de sınırlar, müdafaayı bırakın, daha iyi noktalara gidebilir” diyerek yayılmacı bir çizgiye de kayar.[18]

Tanzimat sonrasında modernleşme çabalarını yürüten elitleri Batıyı model almakla kıyasıya eleştiren Davutoğlu, 1945 öncesinde Batının emperyal yayılmasını meşrulaştırmak amacı güden stratejisyenleri ve onların ürettikleri kavramları referans almakta çelişki ve sorun görmez. Davutoğlu’nun İslamcılığı, Batı’nın yayılmacı stratejilerini referans alarak Batı’ya kafa tutmaya çalışan düşünce ve uygulamalardan oluşur. Bu bağlamda Davutoğlu’nun zihniyeti; ulus devlet sınırlarını ve kimliğini yapay olarak nitelendirerek ret etmesi, tarihin ve coğrafyanın Türkiye toplumuna bahşettiği “ulvi” misyona inancıyla, Türkiye’nin liderliğinde İslam dünyasının birleşeceğine ve küresel güç olacağına dair idealiyle pan-İslamist karaktere bürünür.

Davutoğlu’nun yazılarında ortaya çıkan bir diğer sorunlu alan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisiyle aynı siyasi ve dini değerleri paylaşmayan kesim ve toplumlara karşı takındığı ayrımcı söylemdir. Davutoğlu’nun dünya görüşü Batı ve İslam dünyası arasındaki zıtlık ve asla uzlaşmaz karşıtlıklar üzerinden belirlenir. Osmanlı ile Avrupa arasında tarihe dayalı karşıtlık olduğunu iddia ederek, “bu bizim değiştiremeyeceğimiz bir cephe ilişkisidir. İyi veya kötü, sürekli cephe ilişkisi içinde olalım ya da olmayalım, bu tarihi bir vakıadır” sonucuna varır. İslam dünyası içinde Osmanlı mirasçısı olarak gördüğü Türkiye toplumunun, Avrupa tarafından “1683’te Viyana kapısına dayanmış ve onları Avrupa’nın Batı köşesine sıkıştırmış bir millet” olarak algılandığını belirtir.[19]

Davutoğlu’nun Batıyı eleştirirken kullandığı kelimeler ciddi ölçüde sorunludur. Davutoğlu savaşların tarafı olan Müslüman toplulukları Allah yolunda doğruluğu ve erdemi savunan “mücahitler” olarak tanımlarken, karşı tarafta yer alanlar için Bosna savaşı bağlamında “Hıristiyan terörizmi,” “Sırp terörizmi,” Çeçenistan’da yaşanan iç savaş kapsamında “barbar Rus steplerinden gelen saldırılar” ve Endülüs’ün Müslümanlardan alınmasına atfen “Katolik İspanyol barbarları” gibi tabirleri kullanmaktan çekinmez.[20] Benzer derecede sorunlu bir dil Yahudiler ve İsrail konusunda da görülür: “Irkçı seçkin millet esasına dayanan kültür birikimi Yahudi toplumunu sığındıkları toplumlara karşı riyakar ve oportünist, hakim oldukları toplumlara karşı da, baskıcı ve köleci yapmıştır.”[21]   

Bu ayrımcı ve ötekileştirici tutum sadece dışarıya karşı değil, Türkiye’de kendisiyle aynı idealleri paylaşmayan kesimlere karşı da takınılır. Davutoğlu Türkiye sağında ve İslamcılığında kökleşmiş Köy Enstitüleri ve Sol karşıtlığını aynen benimser. Ona göre Köy Enstitüleriyle ulaşılmak istenen “ felsefi hedef, Anadolu köylüsünü pozitivist dogmalar doğrultusunda bir zihniyet dönüşümüne uğratmaktı.”[22] Davutoğlu’na göre “devşirme mantığı” ile kurulan ve “ateist bir nesil yetiştirme iddiasındaki Köy Enstitüleri” toplumdan gelen direnişe dayanamayarak kapanmış ve yerlerini İmam Hatip Liseleri almıştır.[23] Benzer şekilde 1970’lerde devlet tarafından “dışlanan sol hareketler dış kaynaklı konjunktürel gelişmelerin ürünü olmak dolayısıyla temelde bu toprakların kültürüne uyum problemi içinde” olmakla nitelendirilirken, 1990’lardan itibaren yükselen ve “dışlanmak istenen İslami kültür unsurları bu toplumun genine sinmiş” olarak görülür.[24] Özetle Davutoğlu Soğuk Savaş sürecinde devlete ve sağ kesime yerleşmiş, ateizme karşı İmam Hatip okullarının yaygınlaştırılmasını çözüm olarak gören anlayışı, sol hareketleri kökeni dışarda ve komünist yayılmacılığının Türkiye’deki kolları olarak algılayan zihniyeti aynen benimser.

Kutuplaştırıcı söylem toplumun oruç tutanlar ve yılbaşını kutlayanlar olarak ikiye ayrılmasında zirveye ulaşır. Ramazan’da oruç tutanlar “varoluşlarını anlamlandırmaya, her yönüyle ayık ve uyanık olmaya” çalışanlar olarak betimlenirken, “yılbaşı eğlenceleri ise aksine varoluşla ilgili bütün sorunları unutmaya ve alkolün uçukluğu kadar hafif bir sorumsuzluğun tadını çıkarmaya çağırıyor” şeklinde eleştirilir. Esasen gelecek ve yeni Türkiye’de “alkolün uçuk bulutlarında kendilerini kaybedenlerin değil, kıyamın, rukunun ve secdenin dirliğinde kendini insanlık alemi ile bütünleştirenlerin elinde kurulacaktır.”[25]

Türkiye’nin bugün Başbakanı olan Davutoğlu’nun kaleme aldığı bu yazılarda toplumun kendisi gibi olmayan kesimlerine, diğer din ve medeniyetlere karşı kullanılan ayrımcı ve ötekileştirici dil ve ifadeler, Türkiye’yi önümüzdeki dönemde nasıl bir restorasyonun beklediğine ve toplumun ne yönde dönüştürülmek istendiğine dair bize fikir vermektedir. Kendisine yakın akademisyenler Davutoğlu’nun Hint ve Yunan felsefesinden, Tao ve Batı klasiklerine kadar uzanan tarihsel derinliğe sahip olduğunu iddia etse de, kutuplaştırıcı ve ayrımcı anlayışın damgasını vurduğu düşünce ve yazılarında böyle bir sentezden eser görünmez. Davutoğlu’nun, Ali Şeriati, Mavdudi, Seyid Kutub gibi Siyasi İslam’ın önde gelen isimlerinin devletin İslamileştirilmesi önerilerini reddettiğini, çözüm olarak çok daha radikal bir çizgide yer aldığını ekleyelim. Ona göre kurtuluş tek tek ulus devletler seviyesinde değil; ümmet, dar’ül İslam, ve hilafet gibi kurumların canlandırılması; şura, ulul’emr, bey’at, uhuvvet, ve maslahat gibi İslami kavramların günlük yaşayışımızı yönlendirmesiyle sağlanabilir.[26]     

Sonuç Yerine

Ahmet Davutoğlu dünyayı dinlerin belirlediği medeniyetlere ayırarak, uluslararası ilişkileri ve ülkelerin iç siyasetlerini medeniyetler arasındaki rekabet ve çatışmalara göre anlamlandırır. Bu bağlamda Davutoğlu’nun düşünceleriyle ABD’de yeni muhafazakârlar (Neo-con’lar) arasında önemli benzerlikler vardır. Yeni muhafazakârlar 1960’larda aile, evlilik, din, askerlik gibi geleneksel değer ve kurumların sorgulanmasına karşı ortaya çıkmıştır. “Şer ekseni” ve “şeytani güçlere” karşı ABD toplumuna ve dünyaya nizam vermek için dinsel misyonla hareket ettiklerini iddia ederek, Reagan ve özellikle de 2000’lerde Bush döneminde etkili olan yeni muhafazakâr oluşumda din-siyaset ilişkisi iki yönlü işler: Bir yandan dini değerler siyaseti ve dış politikayı belirlerken, diğer yandan siyaset ve dış politika hedeflerinin toplumun geniş kesimleri nezdinde meşrulaştırılması için dini değerler araçsal olarak kullanılır. Reagan döneminde Sovyetler Birliği’nin “şeytan imparatorluğu” ilan edilmesi ve Bush döneminde Irak lideri Saddam Hüseyin’in şeytanlaştırılması, ABD’nin ciddi ekonomik ve sosyal sorunları dururken kürtajın yasaklanması ve eğitimde evrim teorisinin yerini dinsel öğretinin almasının tartışılması son dönemde Türkiye’nin içinden geçtiği süreçle ciddi paralellikler taşır.

Davutoğlu yeni-muhafazakâr düşünceyi etkileyen Huntington’u, Türkiye’nin stratejik açıdan örnek alması gerektiğini vurgular:

“Huntington bir makalesinde Amerikan yetkililerine şöyle bir stratejik teklifte bulunuyor: ‘Bundan sonra Batı iki şeyi esas almalıdır. Kendi arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmalı. Mesela ABD-Avrupa ayrımını kaldırmalı. Ve diğer medeniyetler arasındaki çelişkileri tahrik ederek onların bir araya gelmelerine engel olmalı.’ Şimdi Türkiye’nin buna benzer bir arayış içinde olması lazım. Bir taraftan kendi medeniyet havzası içindeki ihtilafları giderirken diğer taraftan hâkim güçler arasındaki iç çelişkileri yakından takip ederek aktif bir şekilde kullanmalıdır.”[27]

Davutoğlu medeniyetler arası çatışma tezine özünde karşı çıkmadan, İslam dünyasının liderliğini yapacak Türkiye’nin Huntington’un ABD’ye önerdiği stratejiyi kendi çıkarları için kullanmasına taraftardır. Tam da bu noktada Davutoğlu’na yönelik şu sorular anlam kazanır: Fas’tan Endonezya’ya farklı etnik gruplar ve mezheplerden oluşan İslam dünyası nasıl birleşecektir? İslam dünyası olarak tabir edilen coğrafyada yer alan onlarca devlet Türkiye’nin liderliğini neden kabul etsin? Türkiye’nin İslam dünyasını birleştirecek ekonomik, siyasi ve askeri kapasitesi var mıdır? Ancak Davutoğlu bu sorular üzerinde durup düşünmeyi anlamsız bularak, kendi dünya görüşünün yanlışlanamazlığına inanır. 

12 yıl önce “adalet” ve “kalkınma” şiarıyla yola çıkan AKP hükümetinin başındaki isim Davutoğlu’nu, tüm değerleriyle çöken iktidar sistemini ayakta tutmak gibi zorlu bir görev bekliyor. Bireysel özgürlüklerin kısıtlandığı, hukukun siyasallaştığı, basın özgürlüğünün ortadan kalktığı AKP yönetimindeki Türkiye’de bugün adaletten bahsetmek mümkün değildir. Diğer yandan şehirlerin, yeşil alanların, nehirlerin inşaat ve enerji şirketleri tarafından yağmalandığı, 19. yüzyıl Avrupa’sının vahşi kapitalizmine benzer şartların geçerli olduğu madenlerinde yüzlerce işçinin can verdiği ekonomik sistemde, kalkınma kölelik ve talan düzeniyle eşanlamlı hale gelmiştir. Bu sorunlara Davutoğlu’nun bulduğu çözümlerse, dini araçsallaştırıp inşaatlarda ve madenlerde ölen işçileri şehit ilan etmek, zarar gören 1 TOMA’nın yerine 10 TOMA almak ve her türlü toplumsal muhalefeti polis şiddetiyle bastırmanın gerekli yasal alt yapısını çıkarmaktan ibarettir. Daha başbakan olmadan kendisi için hazırlanan şarkı, 33 yıllık istibdat rejiminin başındaki “Abdülhamit Han’ın beklenen ruhu” nameleriyle, Davutoğlu’nun nasıl bir düzeni restore etmek istediğini bize duyurmaktadır.     


[1] Ahmet Davutoğlu, “Dış Politikada Yeni Ufuklar,” Yenişafak, 16 Ekim 1996.

[2] Ahmet Davutoğlu, “Türkiye’nin Kimlik ve Stratejik Yöneliş Meselesi,” İzlenim, Sayı 3 (Mart 1993), 22-3.

[3] Ahmet Davutoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a,” İzlenim, Sayı 10 (Ekim 1993), 16, Ahmet Davutoğlu, “Asiaamerica,” İzlenim, Sayı 13 (Ocak 1994), 16.

[4] Ahmet Davutoğlu, “CNN, İsrail ve Türkiye,” Yenişafak, 2 Haziran 1996.

[5] Ahmet Davutoğlu, “AB İçindeki Çıkar ilişkileri ve Deli Dana Hastalığı,” Yenişafak, 6 Nisan 1996.

[6] Ahmet Davutoğlu, Civilizational Transformation and the Muslim World (Kuala Lumpur: Mahir, 1994), 20-29.

[7] Ahmet Davutoğlu, “Temel Değerler ve Mekanizmalar,” Yenişafak, 25 Aralık 1996.

[8] Ahmet Davutoğlu, “Çağdaşlık Bilmecesi ve Eğitim,” Yenişafak, 10 Eylül 1997.

[9] Ahmet Davutoğlu, “Ölüm ve Sekülarizm,” Yenişafak, 6 Temmuz 1997.

[10] Ahmet Davutoğlu, “Zihniyet Dönüşümü ve İzzet,” Yenişafak, 23 Nisan 1997. 

[11] “Türkiye’nin Yeri İslam Havzasıdır,” İzlenim Sayı 14 (Ekim 1994), 10.

[12] Davutoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a,” 16.

[13] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik (İstanbul: Küre Yayınları, 2001), 32.

[14] A.g.e., 51-2.

[15] A.g.e., 56-7.

[16] Ahmet Davutoğlu, “Türkiye, İsrail ve Ortadoğu,” Yenişafak, 2 Mart 1996.

[17] Ahmet Davutoğlu, “Yeni Dünya Düzeninde Misak-ı Milli,” Aksiyon, 30 Mart 1996.

[18] “Türkiye’nin Yeri İslam Havzasıdır,” İzlenim Sayı 14 (Ekim 1994), s. 8.

[19] “Türkiye’yi Avrupa Birliğine Kesinlikle Almayacaklar,” İzlenim Sayı 29 (Ocak 1996), s. 27.

[20] Ahmet Davutoğlu, “NATO Müdahalesinin Arka Planı ve Bosna’nın Geleceği,” Aksiyon, 9 Eylül 1995; Ahmet Davutoğlu, “Kuzey Kafkasya Kapanında Rus Stratejisi,” Aksiyon, 14 Ocak 1995; Ahmet Davutoğlu, “Sabit ve Ufuk Coğrafyaları Açısından Türkiye,” Aksiyon, 17 Ağustos 1996.

[21] Ahmet Davutoğlu, “Meşruiyyet Kazanan Karakollar,” İzlenim Sayı 12 (Aralık 1993), s. 24.

[22] Ahmet Davutoğlu, “İki Eğitim Projesi ve İki Gerçeklik,” Yenişafak, 16 Temmuz 1997.

[23] Ahmet Davutoğlu, “Eğitimde Devşirme Zihniyeti,” Yenişafak, 7 Mayıs 1997.

[24] Ahmet Davutoğlu, “Semboller ve Basiret,” Yenişafak, 8 Haziran 1997.

[25] Ahmet Davutoğlu, “Yılbaşında İçen Sabah Oruç Tutabilir mi?” Yenişafak, 31 Aralık 1997.

[26] Ahmet Davutoğlu, Alternative Paradigms (Lanham: University Press of America, 1994), s. 202; Davutoğlu, Civilizational Transformation, s. 113; Ahmet Davutoğlu, “Kavram Kargaşası ve Siyasi Pratik,” İzlenim Sayı 6 (Haziran 1993), s. 49.

[27] “Türkiye’nin Yeri İslam Havzasıdır,” s. 11.