Ocak ayından itibaren fiilen başlayacak olan 2015 genel seçimi kampanyasının eşiğinde AKP, seçimi –belki de yine açık ara– önde kazanacak, iktidarını koruyacak gibi gözükmesine rağmen; görünürdeki –yolsuzluk şaibesi, dış politikadaki fiyaskolar... vb.– nedenlerle de tam açıklanamayacak bir rahatsızlık, tedirginlik içinde. Pekâlâ kaçınabileceği ya da az hata ile geçiştirebileceği konularda en fazla eleştiri toplayacak türde kararlar almak, tepkileri yumuşatmak yerine sertleştirecek tavırlar takınmak, en fazla önemsediği ve hazırlıklı olmasının beklendiği sorunlarda bile savruk, iddiasını koflaştıran uygulamalara başvurmak, özellikle son birkaç aylık dönemde giderek sıklaştı ve adeta AKP’nin genel tutumuna damgasını vurur oldu.
Pek çok örnekten bazılarını hatırlatalım: 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmasının tüm sanıkları, ortadaki kanıtlar tümüyle yok sayılarak beraat ettirildi; kasa ve “kutu”lardaki paralar, faiziyle birlikte zanlılara iade edildi. “Mahkeme karar verdi işte”, yani “yerseniz”den başka hiçbir gerekçesi olmayan bu “aklanma” kararı, AKP’nin alnındaki yolsuzluk şaibesini silmenin değil mühürlemenin en kestirme yolundan başka bir şey değil. Böylece AKP, sadece kendisine karşı yöneltilecek yolsuzluk iddiasını süreklileştirmekle kalmayıp, bunun yanısıra yargı aygıtının “adalet”le değil hükümetin, güçlülerin emriyle iş gördüğüne dair zaten yaygın kanıyı tamamen tescil etmiş oldu. Yargının artık bir “devlet kurumu” olmaktan çıktığı anlamına gelen bu tutum, her ne kadar AKP yönetimin “yolsuzluk” meselesinde takip ettiği “külliyen inkâr” politikasının bir gereği ise de; böylece iktidarlarının meşruiyetini tartışmalı hale getiren bir “rejim sorunu” yarattıklarını dikkate almamış olabilirler mi? Bu soruya verilecek iki zıt cevap da farklı açıdan ama eş değerde vahimdir. AKP yönetimi bu konuda kendi kendini açmaza düşürmeyecek bir yol bulamaz mı idi?
Öyle anlaşılıyor ki bulabileceğine inanmadığı gibi, bulabilecek niteliklere de sahip değil. Aynı inançsızlık ve daha da önemlisi yetersizlik, ekip şefi Recep Tayyip Erdoğan’ın “performans”larında trajikomik biçimde ortaya çıkıyor. Sıkı yağdanlıkları tarafından Cumhurbaşkanlığında esas olarak Türkiye’den ziyade “İslam alemi”nin sorunlarına bir “yol gösterici” olarak eğilme “misyonu”nu üstleneceği rivayeti yayılan, şahsen de bu minval üzerine konuşma konuları seçen Bay Erdoğan’ın artık her konuşmasında kendisini kızgınlıktan ziyade alay konusu edecek bir pot kırma, bilgi ve bağlam yanlışı yapma becerisine alıştık diyelim. İyi de, onun, partisi ve hükümetinin son bir yılda ülkeye ve kendilerine mal edilebilecek hemen tüm musibetlerin faili olarak gösterdikleri, “vatan haini” ilan ettikleri “cemaat”e karşı yönelttikleri temel iddia olan “darbe”nin kanıtı ve suçluları diye nihayet önümüze koyduklarına ne buyrulur? “Dağ fare doğurdu” bile denemeyecek içerikte bir dosya oluşturabilmiş ancak AKP iktidarı.
Elbette ki AKP, böylesine sığ ve kof bir iddianame ile değil, en inanmazlara bile “adamlar haklıymış” dedirtecek ciddi kanıtlarla dolu bir iddianame ile çıkmayı isterdi. Bu noktada istek, fazlasıyla mevcuttu. Ama bu iddianın nesnel karşılığı, “hükümet darbesi” gibi bir ithamı gerektirecek kanıtlar da yoktu. Daha hafif bir ithamla kendisine yönelik ağır yolsuzluk suçlamasını “gürültüye getiremeyeceği” için, bu nesnel imkânsızlığa rağmen “hükümet darbesi” iddiasına başvurdu. Dolasıyla burada gerçek bir hükümet darbesi iddiasını kanıtlamak gibi bir istek ve amacı yoktur. Hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki bizzat AKP’li seçmen kitlesinin bile darbe iddiasına kanıta dayalı olarak hak vermesi dahi istenmiyor bu durumda. İstenen, “yukarısı böyle diyorsa bize inanmak düşer”in bir benzeridir.
Ama buna rağmen, en az bir yıldır “üzerinde çalışılıyor” olması gereken bir iddia(name) bu denli pejmürde kanıtlar ve bağlantılarla hazırlanmış olmayabilirdi. İşte bu noktada AKP’yi kuşatan zihniyet ve yaklaşım tarzının “yapısal olarak” içerdiği yetersizlik faktörü kendini gösteriyor. Bilgi-fikir üretiminin ve erişiminin gittikçe daha yoğun ve belirleyici olduğu bu çağda, dağarcığı ve zihniyet kalıpları ile bunca sığ ve arkaik bir AKP ve şefinin kendini “yukarısı” konumuna koymasının gülmeye bile değmez yetersizliği ile; o yukarının buyruklarını icra edenlerin donanım ve yetenek yetersizliği ve ikisini onaylayacağı, desteklerini esirgemeyeceği öngörülen, beklenen AKP’li seçmen kitlesine layık görülen idrak ve değer düzeyinin yetersizliği.
“AKP hegemonyası” dediğimiz şey, işte bu üç düzeyin çakışması ile oluşmuş bir “durum”dur. Ancak daha ikinci adımda görülebilir ki bu “çakışma” bir kaynaşma değildir, olabilmesi de -özellikle bu çağın koşullarında ve Türkiye gibi kültür zihniyet “dünya”larının kavşağı konumunda olmanın tarihsel ağırlığı ve mirasının en azından “hissedildiği” bir ülke/toplumda- orta vade için bile mümkün değildir.
Ama kısa vadede mümkün olmuştur ve bu vade de dolmak üzeredir. AKP’nin, 2015 seçimlerini sayısal ölçü ile kazanma ihtimalinin yüksekliğine rağmen, içinden etrafına doğru yayılan rahatsızlığın, alınan onca polisiye tedbirle bile bir türlü yatıştırılamayan tedirginliğin, hamasete yüklenmeyle örtülmesine çalışılan endişenin kaynağında bunu sezinliyor olmanın çaresizliği yatıyor.
Dolayısıyla 2015 seçimlerinin sonucu ne olursa olsun; AKP’nin 2011 seçimlerinden sonra “taammüden” kurmaya soyunduğu, Gezi isyanı ve 17 Aralık vakasından sonra iyice abandığı, –az önce zihniyet/yaklaşım açısından kısaca tarif ettiğimiz– hegemonya fiilen çöküş/bitiş sürecine girecektir. Bu kaçınılamaz çöküşün hızı, yıkım ve tahribat düzeyi AKP’nin seçim sonrası tutumuyla orantılı olacaktır.
* * *
AKP hegemonyasının kurucu zihniyetinin öğelerinden öte “maya”sını irdeleyen Fethi Açıkel’in bu sayıdaki gayet akıcı ve açıklayıcı yazısında da işaret edildiği gibi, bu parti muhafazakâr demokrat, yani modern dünya ile uzlaşma, eklemlenme ağırlıklı bir parti olmakla, modernlik –zihniyet, davranış, ilişki tarzı– ile “mesafe’sini korumayı misyonlaştıran bir parti olma alternatifleri arasında salınan, henüz kararını vermemiş durumdaydı 2011 seçimleri arefesinde. Seçimden açık ara önde “zafer”le çıkılacağının aşağı yukarı belli olduğu sıralarda Recep Tayyip Erdoğan’ın “ilk iki dönem çıraklık ve kalfalık safhamızdı, bu dönem ise ustalık dönemi olacak” deyişi kararın nihayet verildiğini işareti idi.
Bu noktada akla ister istemez, bugün yaşanmakta olan AKP yönetimi ile “Cemaat” arasındaki çatışmanın buradan mı kaynaklandığı sorusu geliyor. Çatışmanın bu evresinde tarafların pozisyonuna bakıldığında Cemaat’in ilk alternatifi, Erdoğan ve partisinin ise ikincisine mal edilecek konum ve tutumlarla görüntü veriyor olmaları da destekler bu soruyu.
Ancak, AKP yönetimi ve Cemaat ilişkileri, ittifakı ve çatışması hakkında yıllardan beri yazdığımız her yazıda özellikle vurguladığımız üzre bu ikisi arasındaki bütün farklılıkların kaynağında siyasal-toplumsal düzen tasarım/amaçları arasındaki farklılık değil; hangi tasarım/alternatif olursa olsun, onun “inşa edilme”sine ilişkin yaklaşım tarzı farklılığı vardır. Bunun en kestirme biçimde AKP yönetiminin popülist, Cemaat’in ise elitist bir yaklaşım tarzını temsil ettiğini belirterek ifade edegeldik.
Bu farklılığın ilk etaptaki karşılığı –bilindiği üzre– AKP’nin oy tabanını, destekçilerini çoğaltmayı eksen alan, kadrolarını bunu yapabilecek nitelik ve özelliklerle donatmaya ağırlık veren bir oluşum haline gelirken, Cemaat’in ise devlet kurumları başta olmak üzere ekonomi, eğitim ve medya gibi toplumsal hayatı büyük ölçüde şekillendiren alanlardaki kurum ve kuruluşların kilit noktalarını tutabilecek niteliklere sahip kadrolar yetiştirmeye ve yerleştirmeye odaklanmış bir “hareket” halini alması idi.
AKP iktidara geldiğinde. Cemaat zaten on yıllardır yürüttüğü kapsamlı ve sabırlı çalışma ile birçok devlet kurumunun hayli önemli noktalarına yerleşmiş, yerleştirilmiş “kadro”ya sahipti ve ayrıca da yerleştirilmeye hazır yetişmiş elemanları da el altındaydı.
On yıllardır AKP yönetici/kurucu kadrosunun içinde şekillendiği Milli Görüş çizgisinden uzak, mesafeli durup merkez sağ partileri destekleyegelmiş Cemaat, AKP’yi oluşturan “muhafazakâr blok”a katıldığında bu durum bütün taraflarca bilinmekteydi. AKP ilk iki hükümet döneminde iktidarını pekiştirdiği ölçüde devlet mekanizması içine kendi seçtiği elemanları doldururken bunların sayıca en çoğunun değilse bile nitelik, formasyon itibariyle en üstte olanların büyük çoğunluğunun “Cemaat” rahle-i tedrisinden geçtiğini, mensubu olduğunu biliyordu. Cemaatin siyasal-toplumsal düzen tasarım/idealinin de toplum ve devlet yapı-kurumlarının kilit noktalarını tutan elitler üzerine inşa edildiği de çok önceden bilindiğine göre; AKP iktidarının şimdi, ilk defa farkına varmış gibi “devletin her kurum ve kademesine sızmış ve paralel bir yapı oluşturmuşlar” diye bağırıp durması, dört dörtlük bir riyakârlıktan başka bir şey değildir, dolayısıyla.
Cemaat mensubu devlet memurlarının, diğer siyasal eğilimlere mensup veya yakınlık duyan devlet memurlarının o parti ve eğilimlerle sürdürdüğü ilişkilerden mahiyet itibariyle farklı –aynı kategoriye konulamaz– ne yaptığını açıklıkla biliyor değiliz. Bütün devlet kadroları içinde şu veya bu siyasi partiyle ilişkisini dolaylı veya örtük biçimde sürdüren, dolayısıyla oradan yapılan telkin veya talimatlara uyan on binlerce memur olduğu ve olacağı açık bir gerçeklik. Bu durumda yapılabilecek olan tek şey devlet memurluğu görevinin ifasındaki temel ölçüt ve kuralları hakkıyla işletmek, devlet hizmet ve müeyyidesinin tüm birey ve gruplara eşit uygulanmasını sağlamaktır. Etnik, dini, mezhebi veya siyasi mensubiyet, yakınlık bu ana ilkeyi ihlal edici bir faktör haline getirildiğinde sorun olmalıdır elbette.
Şüphesiz T.C. devleti hiçbir zaman bu ilke ve kuralların orta düzeyde bile geçerli olduğu bir devlet olmadı. 2011 sonrasında AKP seviyeyi bu vasatın da altına düşürecek bir tutumu giderek genelleştirmeye ve hızlandırmaya yöneldi.
Şu anda devlet mekanizması içinde Cemaate mensup veya öyle sanılanlara karşı yürütülen “temizleme” operasyonunun bilançosunu bilemiyoruz ama gayet iyi bildiğimiz çok önemli –bu yazının konusu ile doğrudan ilişkili– bir nokta var. O da AKP tarafından dizginsiz bir hiddetle yürütülen bu operasyon ile T.C. devlet memurlarının zaten vasatın hayli altında olan mesleki ve ahlaki formasyon düzeyinin çok çok daha aşağılara çekileceğidir. Bunun “devlet”in verdiği her hizmette ama özellikle eğitim-öğrenim alanında toplumda yaratacağı tahribat geleceğimizi karartacak ölçüde büyük olacaktır.
Çünkü; AKP’nin Cemaati tasfiyesi yani onu inşa etmeye çalıştığı hegemonyanın bir bileşeni olmaktan söküp çıkarması, o hegemonyanın işleyiş “mekanizmaları”nın nitelik faktörünün de fiilen ve büyük ölçüde yoksunlaştırılması sonucunu verecektir, vermektedir. Gezi isyanı esnasında Recep Tayyip Erdoğan ve AKP yönetiminin ilk kez bütün açıklığı ile sergilediği hegemonya stratejisi ile karşılaşmış ve bunun AKP’li seçmen kitlesinin, alt ve orta tabaka muhafazakâr seçmen çoğunluğunun –Recep Tayyip Erdoğan’ın “millet” payesi verdiklerinin– doğal güdü ve önyargılarına, kompleks ve korkularına seslenen, bunların doğrultusunda “düşünmeye”, bunları harekete geçirmeye çağıran bir içerikte olduğunu bilhassa belirtmiştik. Salt insani nitelik, değer ve edinimleri er geç kendisine karşı dönecek bir potansiyel tehlike sayan, bu tehlikeye karşı “tetikte” duran derin muhafazakâr zihniyetin tipik ve giderek saldırganlaşan bir temsilcisine dönüşen Recep Tayyip Erdoğan ve partisi, son iki seçimde bu stratejinin “tuttuğu”nu gösteren sonuçlar aldı. O zamanlar zaten alttan alta başlamış olan ve herhalde baştan beri hazırlıklı olunan Cemaatle çatışma sürecinde de ve bu tepe tepe kullanılan fırsattan istifade ile devlet aygıtında da geniş çaplı bir temizliğe girişilip, boşluklar –nitelik değil sadakat/biat aranan– elemanlarla doldurulunca AKP hegemonyası tam teşekküllü olarak vücut bulmuş olacaktır.
Şu anda bu şekillenme tamamlanmak üzeredir. Ama, yazı içinde de belirttiğimiz gibi orta vadede bile ayakta kalma şansı olmayan, bir kaç yıl içinde çökmeye mahkum bir “yapı”dır bu.
Bu bakımdan bu gün hayati sorun o hegemonyanın nasıl yıkılacağı değil, oluşturuluş ve işleyiş sürecinin özellikle son yıllarında birçok açıdan görülür hale gelen yol açtığı, yarattığı tahribatın nasıl telafi edilebileceğidir.
Dolayısıyla konu AKP’yi iş başından uzaklaştırmanın ötesinde, onun hegemonyası ile son kalan alternatifini de bize yaşatmış olan bu ülkenin son iki yüz yılına damgasını vurmuş problematiğin, geride bırakacağı tahribatın üzerinden gerçekten yeni bir Türkiye’nin, bu tarihsel bilançonun dersleri ile donanmış olarak nasıl inşa edilebileceğidir.