AKP'nin "yeni" seçim stratejisi: Olgular, mantık ve yalanlar

Mevcut veriler pek değişmediği, gidişatın yönünü değiştirecek büyük ve beklenmedik bir gelişme olmadığı takdirde AKP’nin yine çoğunluğu ve tek başına iktidar konumunu koruyacağının neredeyse belli olduğu; ama onun dikta rejiminden pek de farkı olmayacağı şimdiden belli bir “başkanlık rejimi” kurmasına yetecek bir oy ve milletvekili oranı tutturup tutturamayacağını göreceğimiz Haziran 2015 seçim kampanyası Mart ayında fiilen başlamış olacak.

Muhalefetteki parti ve akımların tümünün karşı olduğu bu Başkanlık projesini geriletebilmek, yenilgiye uğratmak için ilk akla gelen propaganda temaları dışında neler yapacakları henüz meçhul. Buna mukabil AKP’nin Recep Tayyip Erdoğan yönetim ve yönlendirmesiyle nasıl bir kampanya yürüteceğinin işaretleri şimdiden verilmeye başlandı.

Daha önceki AKP kampanyalarından esaslı –ve önemle üzerinde durulması gerekli– bir farkı olacağı anlaşılıyor bu yeni kampanya stratejisinin. Özetle ifade edecek olursak daha önceki AKP kampanyaları seçmenleri etrafında toparlayacağı hesaplanan –demokrasi, “vesayetten kurtulma”, “milli irade egemenliği” vb.– siyasal temaların ve –“duble yollar”, “sağlık düzeni”, köprüler gibi bir kısmı da “çılgın”– projelerin reklamı üzerine kuruluyor iken; bu kez toparlanmış seçmeni konsolide etmeye yönelik bir “algısal kuşatma” stratejisi yürürlüğe konuluyor.

İkisi arasındaki ayrım çizgisi gayet nettir. İlkinde, yani siyasal temalardan, ekonomik, toplumsal hizmet projelerinden bahsettiğinizde seçmen kitlesinin siyasal hafızasındaki olguları, deneyim ve sonuçları canlandırmaya çalışırsınız. Hizmet projeleriyle yine zihinde ve gerçeklikte fayda ve çıkarın somut karşılıkları olan iş ve eylemleri parlatırsınız. Oysa az sonra örnekleriyle anlatacağımız algısal kuşatma stratejisinin olgunun, müktesebatın bizatihi kendisiyle ilgisi, hatta ilişkisi olması gerekmez. Tam tersine olguyla, onun nesnel ve mantıkî bağlantılar ile ilgi ve ilişkisinin karartılmasına, kesilmesine yönelik ve stratejidir bu. Dahası ortada stratejinin ona dair kullandığı “kuşatma” malzemesinin tam zıddı özellikleri olan bir olgu dahi olabilir; hatta herhangi bir olgu da yoktur. Düpedüz bir yalan, uydurma üzerinden de bu malzeme devreye sokulabilir.

Bu iki strateji arasındaki farkı, kabaca 2011 seçimlerine –daha net bir tarihle Gezi İsyanı”na– kadarki AKP’nin propaganda portföyü ile bundan sonrakini yan yana getirerek görselleştirebiliriz. 2011’e, Gezi’ye kadar, rakamlar, şemalar, istatistik ve resimlerle gerçekliğine, olgusallığına inandırılmak istenen bir büyüme, refaha erme ve daha özgür olma tablosunu her vesileyle öne çıkararak kendi propagandasını yapan bir AKP vardır. Daha sonra ise bu parlatılmış tablonun yerini komplolara maruz kalan, düşmanlarının karanlık emelleri hatta kıskançlıkları ile boğuşan, herhangi bir vesileyle tetiklenebilecek hükümet darbelerine karşı diken üstünde “millet desteği”ne sığınmış bir AKP tablosu alır. Bu tablo, olgusal kanıt göstermeye neredeyse hiç gerek görmeden çizilir. Örneğin bir darbe teşebbüsü olarak gösterilen Gezi İsyanı’nın ve 17 Aralık soruşturmalarının “hükümet darbesi” diye nitelenmesi için hukuken gerekli hiçbir unsuru taşımaması, bu iddia ile mahkemeye çıkarılan kişiler hakkında “yandaş” hakim ve savcıların dahi ciddi bir delil gösterememeleri AKP propaganda makinasını durdurmaz. Gezi ve 17 Aralık’tan sanki ortada kanıtlanmasına bile gerek olmayan apaçık bir olgu varmışçasına darbe teşebbüsü olarak bahsetmeye daha da ısrarla devam edilir.

Bu iki olayda da “hükümet darbesi” iddiası sadece bunların AKP hükümetini zor durumda bırakması duygusuna dayanır. Kuşkusuz bu duygu yeterli sayıldığında AKP hükümetine –ve özel olarak Erdoğan’ın niyetlerine– engel olan her eylem ve durumda darbe ihtimalini varsaymak “normal”leşir.

Ancak, 2015 seçimleri öncesinde AKP ve bizatihi Erdoğan’ın kampanya stratejisi, bu “normal”i de yeterli saymayan bir mantığa “zıplamış” görünüyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın alelade bir muhbir konumuna düşmeyi de göze alarak şahsen duyurduğu kızı Sümeyye Erdoğan’a suikast hazırlığı iddiası ve aynı günlerde yandaş medyanın neredeyse emsalsiz bir zafer havasında sunduğu Süleyman Şah Türbesi’nin nakli operasyonu, bu mantıksal dibe zıplamanın açık örnekleridir.

Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiasından başlayalım. İddianın kanıtı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “hastası” olduğunu söyleyerek şişinen E. Sancak’a ait üç gazetede aynı anda yayınlanan Emre Uslu ve CHP milletvekili Umut Oran arasında geçtiği öne sürülen twitter yazışmalarının içeriğine dair söylenecek en hafif niteleme “deli saçması” olur. Bırakın Sümeyye Erdoğan’a yapılacak bir suikastın Erdoğan’dan başka hiç kimseye siyasal yarar sağlamayacağını, onun tepe tepe kullandığı mağduriyet edebiyatına bitimsiz bir malzeme sağlamaktan öte bir işlevi olamayacağını... suikast gibi gayet ciddi bir konunun, Emre Uslu gibi gayet deneyimli bir polislik geçmişi olan biri ile CHP’yi diplomatik düzeyde temsil konumunda bir milletvekili arasında o şekilde konuşulabileceğine ihtimal vermek bile “akla zarar”dır. Kaldı ki yayımlanan yazışmalarda CHP genel başkanını aşağılamak, İsrail ve ABD’nin çıkarına hizmet etmeye gayret dahil AKP propagandasının kullanabileceği her şey de tıkıştırılmış.

İddia hakkında resmî soruşturma açıldığı, ismi geçen kişiler de ayrıca soruşturma talebinde bulundukları için konunun içeriği hakkında daha fazla konuşmayalım. Ama şundan gayet emin olabiliriz ki, soruşturma takipsizlikle sonuçlansa ve üstelik E. Uslu ve Ü. Oran iftira davası açıp kazansalar bile, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP propaganda aygıtı, seçim meydanlarında “bunlar Cumhurbaşkanı’nın kızına suikast düzenlemeye dahi yeltendiler” anonsunu defalarca yapacaktır.

Bu tutum, “algısal kuşatma” stratejisinin ilk içeriksel unsurunun kalan “izi”nden yararlanılacak çamurlar olacağının bir göstergesi. Öbür içeriksel unsurunu ise kendi çamurunu mücevher gibi gösterecek sıvama malzemeleri oluşturuyor. Süleyman Şah “Operasyonu”nun AKP-Erdoğan medyası tarafından sunum biçimi bu unsurun kullanılma tarzının örneği.

“Operasyon”un nesnel, olgusal temeli, içeriği Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanına dahil bir toprak parçasının terk edilmesidir. Yani Türkiye Cumhuriyeti, o toprak parçası üzerindeki türbede bulunan uç sandukanın değil bizatihi o toprağın da “sahibi”dir. Dolayısıyla sadece o üç sandukayı alıp, o toprağı koruyan askerlerinizi geri çektiğiniz vakit o toprağı(nızı) fiilen terk etmiş olursunuz. “Sandukaları kurtarmak”la bu gerçekliği bir yana itmiş olamazsınız.

Belirtelim ki elbette bir devlet, değil Süleyman Şah Türbesi gibi arazi parçasından, kendi homojen ülke sınırları içindeki bir sahadan dahi anlaşılabilir, hak verilebilir gerekçelerle geçici olarak çekilebilir. Böylece o saha üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçmemiş ama –şimdilik– bu hakkı “askıya almış” olur. Bunu yapmasını esastan eleştiremeyiz. Nitekim S. Şah türbesi vakasında da türbe arazisinden çekilmeyi makul gösterecek –çoğunu hepimizin bildiği– makul nedenler vardır.

Nutkumuzun tutulmasına yol açan şey, çekilmenin kendisi değil, bunun kamuoyuna sunuluş biçimi. Normalde bir hükümetin “anlayış bekleyen” bir ifadeyle “mecbur kaldık” mahcubiyetiyle yapıp dikkatlerden mümkün olduğunca uzaklaştırmaya çalışacağı bu eylemi, AKP propaganda aygıtı ve bizzat Cumhurbaşkanı ve Başbakan mevkisini işgal eden zatlar tam aksine “tarihi bir zafer” kazanılmış ve kendileri de bu zaferin kahramanları imiş gibi sunabildiler. Komikliğin dahi sınırlarını zorlayan, hatta delip geçen bir tutum bu.

Fotoğraf çekerken kaldırdığı tank kapağının başına düşmesi ile ölen bir “şehit”le de eksiği tamamlanan bu “zafer tablosu” ile kimlerin gururlanacağını hesaplamış olabilir AKP stratejistleri. Herhalde AKP’ye karşı muhalefet saflarına zaten yerleşmiş olanları ve AKP ile muhalefet arasında kararsız olup, kaybetmediği idrak duygusuyla kampanya dönemi boyunca iktidar adaylarını kendi değer ve mantık ölçütleriyle gözden geçirip tercihini yapacak kesimleri değil. Gerek Sümeyye Erdoğan’a suikast söylentisi gerekse bu S. Şah türbesi tantanası, doğrudan doğruya –anketlerin ve diğer göstergelerin– AKP etrafında kümelendiğini –şimdilik– tesbit ettiği %40 ile %55 arasında tahmin edilen kesimi hedefleyen, bunları konsolide etmeye yönelik bir “algı operasyonu” bu. Bir anlamda “içe dönük” bir girişim bu. Ve öylesine içe dönük ki “dışardan” bu operasyonlara yönelik en ufak bir şüphe belirtisi dahi, bizzat Başbakanlık makamındaki şahıs tarafından “tarihe geçecek bir kara leke” diye nitelenebiliyor. AKP’li kitleye bir kahramanlık destanı gibi sunulan söz konusu “operasyon”u böylesine bir düşmanlık çemberi ile kuşatılmış gösterdiğinde, bu çemberin içinde kalanların olayı algılama kalıbını da cendereye almış olursunuz. Amaç da zaten budur.

Dolayısıyla bu kuşatma stratejisi, AKP’nin –giderek seyrekleşse ve bulanıklaşsa da– makullüğünü korumaya çalışan en üst düzey yetkilisi Bülent Arınç’ın bir süre önce yaptığı ikazı kaale almadığı gibi tam aksini yapmaya kararlı bir perspektife oturuyor. Hatırlanacağı üzere Bülent Arınç, “toplumun % 50’sinin oyunu alıyoruz, ama diğer % 50 bizden nefret ediyor. Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkabilir” demiş ve AKP’nin siyasetini yumuşatması gerektiğini söylemişti.

Bu ikaz, biraz olsun dikkate alınmış olsaydı, örneğin “Sümeyye Erdoğan’a suikast” öne sürülen iddiada var olmayan çok daha ciddi kanıtlara dayalı olsa idi bile; makul ve ülkeden sorumluluğunun idrakinde bir hükümet elbette gereğini sessizce yapar ama asla “köpürtmez”di. Oysa tam aksine, Cumhurbaşkanı konumundaki zat köpürtme işine bizzat koşturuyor ise böylesi bir imamın cemaatinin nelere teşne olabileceğini düşünmek bile ürpertici.

AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın genel siyasal stratejisinin yumuşatmaya değil bilakis sertleştirmeye, kemikleştirmeye yönelik olduğu artık ek söz gerektirmeyecek kadar açık bir olgu. 2015 seçimlerine ilişkin kampanyalarının da bu doğrultuda sürdürüleceğini tesbit etmek zaten malumu ilan demek.

Ancak dikkatten asla kaçırılmaması gereken nokta şu: Karşı karşıya olduğumuz herhangi bir “medeni” sıfatlı toplumda yürürlüğe konulabilecek bir sertlik politikası değil bu. Çünkü, her şeyden önce “medeni”lik özelliğini korumaya ortalama bir özen gösteren toplumlarda, iktidar-muhalefet ilişkilerini sertleştirecek bir politika izleyen taraflar genel olarak toplumun, özel olarak kendi ilk destek halkalarındaki seçmenlerin, karşılarındaki siyasi kadroya yönelik kızgınlık ve tepkilerini harekete geçirmeye çalışırlar. O siyasi kadroyu destekleyenlere karşı nefret duygularını körüklemekten, aralarındaki insani-toplumsal ilişkileri kopartma tehlikesi taşıyan tutumlardan bilhassa kaçınmaya özen gösterirler. Oysa AKP ve özellikle Erdoğan, sadece seçim kampanyasının merkezinde olması muhtemel –Başkanlık rejimi gibi– temaları işlerken değil; magazin dahil ülke gündemine giren her konuda sarf ettiği sözlerle hem kendisini desteklemeyen kesime yönelik nefret sınırında gezinen öfkesini boşaltıyor; hem de kendisini arkalayacağını varsaydığı kesimde aynı duyguları depreştirmeye ısrarla çalışıyor.

İlk kez Gezi isyanı günlerinde eksiksiz bir sergilenmesine tanık olduğumuz bu tutum; öyle anlaşılıyor ki 2015 seçim kampanyası döneminde Erdoğan’ın ve onun kişiliksiz bir aleti olmaya boyun eğmiş mevcut hükümet ve AKP üst kadrosunun ortaklaşa uygulayacağı bir strateji haline gelmiştir. Bu stratejinin ilk sergilenme durumunda ifade ettiğimiz gibi, en tehlikeli ve tahripkâr yönü, AKP seçmen kitlesinin erdem, değer ve nitelikli olma gibi salt insani kapasitesini harekete geçirmeye değil; tam tersine ilkel güdü, önyargı ve korkularına, tarihsel komplekslerine ve sayısal üstünlük gibi fiziki avantajlarına sarılıp kapanmayı teşvik etmesidir.

AKP vitrininin ortasına yerleştirilen Davutoğlu “ustası”ndan devraldığı bu politikanın beslendiği ve beslediği karanlık cürufu, Erdoğan’ın demagojik maharetine kendi akademik müktesebatından derlediği bir hamaset edebiyatını da katarak sıvamaya iyice alışmış görünüyor. “Karşıt” saydıklarına hayat hakkı tanımama noktasına gayet kolaylıkla gelebilecek o korku, içgüdü ve kompleks karışımı cürufun “beslenmesi” için sadece nesnel, olgusal gerçekliklerin çarpıtılmasına dayalı “algı operasyonları” ile yetinme sınırının da aşılabileceğinin işaretleri de görülmeye başlandı. Gezi İsyanı sırasında başvurulan düpedüz yalanları dahi “arayacağımız” durumlarla karşılaşmak hiç de ihtimal dışı değil. O sırada camiye can havliyle giren insanlar veya türbanlı kadınlara hakarete teşne bazı yaratıklar gibi yalanları çevreleyen sosyal gerçeklik kırıntıları vardı. İçgüdü, kompleks ve korkular cürufunu körükleme mantığının dibine doğru hamle ettiğinin belirtilerini şimdiden veren AKP ve Erdoğan’ın propaganda mekanizması bu kırıntılara dahi ihtiyaç duymayan mutlak yalanlar da üretebilecektir.

Sadece AKP’yi ve Erdoğan’ın şahsi hesaplarını geriletmek, yenilgiye uğratmak için değil; söz konusu propaganda aygıtının cenderesine sokulmak istenen seçmen yığınlarının bu kuşatmadan kurtarılabilmesi için Gezi İsyanı esnasında ipuçlarının küçük ama ışıltılı örneklerini gördüğümüz bir “gerçekliği anlama ve açıklama” kampanyasına, zekânın, zihni ve ahlaki donanımın parlak özendiriciliğine, davetine dayalı –“merkez” gerekmeyen– bir kampanyanın –talimat beklemeyen– bir parçası olmak; bugün her şeyden önce bir yurttaşlık görevi değerindedir.