7 Haziran seçiminde AKP iktidarını 2011-2015 döneminde izlediği, giderek dozu ve kapsamı artan “kutuplaştırıcı” politikaları nedeniyle –“cezalandırdığı” denmese bile– “uyardığı” varsayılan Türkiye toplum çoğunluğu, o iktidar 7 Haziran-1 Kasım aralığında sözkonusu politikalarını daha da sertleştirdiği halde, kaybettiği oylarını 1 Kasım’da fazlasıyla iade etti ve bunu da –iddialara göre– “istikrar” adına yaptı ise...
1 Kasım’dan bu yana AKP iktidarı “kutuplaştırma”dan vazgeçmek şöyle dursun, çok daha saldırgan bir dil, yöntem ve araçlarla tutumunu sürdürüyor, Kürt halkına –PKK gerekçesiyle– yüz yıl önceden beri yaşadıklarından çok daha insafsız bir mezalimi reva görüyor, basın, söz, ifade özgürlüğünün ayakta kalabilmiş mevzilerine karşı şirretlik ve azgınlık dozu tarifsiz bir saldırı yürütüyorken…
Anketlere göre AKP iktidarının oy desteği şimdiden %55’lere varmış, sözcüleri %65’lerin bile artık mümkün olduğunu iddia edebiliyor ise...
Buradan istenen “istikrar” demek böyle bir şey imiş sonucuna varmak gerekmez mi?
Biz tartışaduralım; anlaşılan o ki AKP iktidarı bu hükmü çok daha önceden vermiş; başkaları 7 Haziran'daki gerileyişini “kutuplaştırıcı” politikalarının cezalandırılması diye yorumlarken o bu sonucu tam aksine, o politikaların sallantılı uygulanışına bağlayıp saldırganlık dozunu ve kapsamını arttırmakla amacına ulaşmaya karar vermiştir.
Öyledir de, iki soru var ortada. Birincisi o amaç –veya AKP jargonunca “dava”– nedir? İkincisi, “kutuplaştırma” sürerken “istikrar” olamayacağına, istikrara varmanın aracı olarak kullanıldığına ve “istikrar”a erişildiğinde kutuplaş(tır)ma da sona erdirileceğine göre, bu erişilmiş durum nasıl bir şey olacaktır?
Bunlar elbette yeni sorular değil. Ama bunlara verdiğimiz cevapların, o cevaplara dayalı muhalif politika(lar)ın yetersizliğini, umutsuzlaştırdığını artık açıkça kabul etme noktasına geldiğimizi itiraf etmeliyiz. Aynı olgulara yeni bir yaklaşımla eğilmek, gidişatı tersine çevirecek, –demokratik– muhalif potansiyele inisiyatif kazandıracak yeni bir perspektif oluşturmak zorundayız.
AKP'ye karşı demokratik muhalefet cephesi, bu soruların ilkine –ayrıntılarda farklı olmak kaydıyla –esas olarak, şu cevabı vermekte idi: AKP liderliği, prototiplerini İran, Pakistan ve Malezya'da gördüğümüz, seçimli, parlamentolu bir otoriter muhafazakâr rejim kurmaya kararlıdır. Ancak bu rejimin, adı geçen ülkelerde yürütme gücüne yeterince geniş yetkiler vermediğini, kimi zaman yürütmede çift başlılık veya kuvvetler arası sürtüşmeler gibi sorunlar yaşadığını dikkate alarak “Başkan”ın fiilen tüm –yasama, yargı, yürütme– kuvvetlere hükmedeceği bir devlet düzeni kurabilmenin peşindedir. Toplumun %75'e varan bir çoğunluğunun milliyetçilik (Türk) ve dindarlık (Sünnilik) dozları farklı muhafazakârlardan oluştuğunu bilerek, bilinebilir gelecekte –ki AKP bunu 2071'e kadar uzatabiliyor– daima bu cenahtan birilerinin Başkan seçileceğinden emin olarak seçim kurumunun muhafazasında beis görmüyor.
Bu cevapta, değil muhafazakâr otoriter bir başkanlık rejimine, bu sıfatlı bir parlamenter iktidara dahi oy-onay vermeyecek %20-25 civarındaki toplam azınlığın en azından şeklen eşit yurttaşlar olarak kalacağı varsayılmakta idi. Her ne kadar AKP sözcüleri ve özellikle de Bay Erdoğan'ın o kesimi her vesileyle “millete yabancı” olmakla itham edebildiğinin sayısız örneği var idi ise de... Demokratik muhalefet, bunları amaçlanan Başkanlık rejimine kitlesel destek sağlamak için yürütülen –ve sonuç alıcı olabileceği de görülen– “kutuplaştırma” siyaseti, stratejisi için kullanılan araçlardan biri olarak gördüğünden dolayı, fazlasıyla bir önem, anlam atfetmiyordu.
Oysa, aşağıda açıklamaya çalışacağımız üzere, genel olarak demokratik muhalefeti, giderek sıklaşan bir tarzda “millete yabancı” hatta açıkça millet dışı (potansiyel hain) diye nitelemek, asla ayrıntı diye görülebilecek bir olgu değildir. Hatırlanmalıdır ki; AKP yönetimi ve bilhassa Bay Erdoğan, “kutuplaştırma” stratejisinin daha henüz telaffuz edilemediği, ancak emare ve karinelerinden bahsedildiği ilk iktidar dönemlerinde de “millete yabancı”, millet dışı saydığı kesimlerden itham dolu bir dille bahsettiği seçim kampanyaları düzenler; ama ardından, seçim kazanıldıktan sonra, en azından bir “balkon konuşması" ile gönül almaya çalışılır idi. Son dönemde yapılan seçimler ertesindeki balkon konuşmalarında o gönül almaya dönük laflar tamamen “lafın gelişi” düzeyine inmekle kalmadı, kutuplaştırma stratejisinin dilini yumuşatmaktan dahi imtina edilir oldu.
“Millet” ile millete yabancı/millet dışı diye tanımlananları karşı kutuplara ait sayma temelinde yürütülen –kutuplaştırma– stratejisine, bir başkanlık rejimini tesis etmekle sınırlı olmayan, çok daha kapsamlı bir işlev yüklendiğinin güçlü bir işareti olarak değerlendirmek gerekmez mi bunu?
Bu işareti önemsediğimiz ölçüde, kutuplaştırma siyaseti/stratejisi ile erişilecek duruma dair sorunun da cevabını vermiş oluyoruz. Bu açıdan bakıldığında kutuplaştırma stratejisi denilen şey; bir Başkanlık rejimi kurulması ile işlevi sona erecek bir yaklaşım değil; tam aksine, asıl o hedefe varıldıktan sonra “tam kapasite” yürürlüğe konulabilecek bir politikalar serisi anlamına geliyor.
Eğer böyle ise; yani millet ile millete yabancı/millet dışı olanlar arasındaki ayrım, kutuplaştırma yaklaşımı bir araç olmaktan çıkıp, bizatihi “düzen”i kuran ve yaşatan bir politika temel dinamik haline gelecek ise; böylece oluşacak duruma, buraya vardıracak yaklaşıma nasıl bir ad verilmeli, nasıl tanımlanmalıdır?
Birikim'in Ocak 2016 (321) sayısındaki yazıda AKP hükümetinin, hâlen de sürmekte olan Kürt nüfus yoğun illerdeki “harekât”ının, kapsam, yöntem, araçlar ve dili ile birlikte ele alındığında, ancak ve sadece bir yeniden zaptetme, fethetme harekâtı olarak tanımlanabileceğini vurgulamış idik.
“Yeni” AKP iktidar döneminin ilk ayı henüz doluyorken yapılmış bir tanımlama idi bu. Ve haliyle sadece Kürt nüfus yoğun illerle sınırlı bir –yeniden– fethetme “mantığı”ndan söz ediyordu. Ancak, takip eden bir ay içerisinde AKP cenahından yapılan başka hamleler –yeniden– fetih harekâtının çok daha kapsamlı “düşünüldüğü”nü –itiraza pek az yer bırakacak biçimde– gösterdi.
Can Dündar ve Erdem Gül'ün hapse atılmasından, ODTÜ'ye yönelik bir operasyonun gerekçelerinin hazırlandığına işaret eden bir kampanyanın başlatılmasının ardından Kürt illerinde hâlen yürütülmekte olan harekâtın zulüm boyutlarına varışını kınayan akademisyenler bildirisine gösterilen şiddet ve şirretlik dozu taşkın tepkilere uzanan algılar zincirini göz önüne almamız yeter de artar bile. Bu olayların tamamında AKP cephesinin sorunu “millet ile millete yabancılar (düşman-hain) arasındaki –kökü yüzyıllar öncesine dayanan– mücadele” kalıbında “formatlayarak” işlediği görüldü. Bütün bu olaylarda asla “savunma” pozisyonunda olunmayıp, örneğin Kürt illerindeki operasyonun açıkça vicdansızlık olan uygulamalarından dolayı usulen bile olsa bir özür beyan etmeye dahi tenezzül etmeyerek, daima suçlama ve saldırma konumunda idi AKP cenahı.
Bu suçlama ve saldırma tavrı o denli “kendiliğinden ve tek yolmuşçasına benimsenmiş idi ki; her şeyi ile o cenaha ait “halt”lar söz konusu olduğunda bile yürürlükten kalkmadı. Diyanet İşleri’nin kendi resmî internet sitesinde yıllardır duran malum ibretlik fetva vakasında olsun, Bay Erdoğan'ın –medeni ölçütlere göre– tam bir sakalet ilanı demek olan mahut Hitler referansı olsun; AKP cenahında ne bir yüz kızarma, utanma emaresi ne de örtük dahi olsa bir özür açıklaması duyuldu. Tam aksine millet düşmanlarının, hainlerin tertiplediği bir “kumpas”tan, komplodan bahsedildi.
O nedenle bini aşkın akademisyenin, PKK'nın tutumuna dair herhangi bir onaylama, destek cümlesi içermeyen, hatta bu koşullarda devletin bir harekât düzenlemesinin doğru olmadığına dair ifadelere de yer vermeyen, akl-ı selim ile değerlendirildiğinde sadece “devlet yürüttüğü harekâtın mezalim düzeyine varmamasına dikkat etmek zorundadır; ama etmiyor, uyarıyoruz” diye özetlenebilecek bildirisine karşı AKP iktidar/devletinin dört koldan saldırıya geçmesi, AKP medyasının öfkesinden kudurmuşçasına bir suçlama kampanyası başlatması hiç de şaşırtıcı değildi. Bu gibi durumlarda kenarda durmaya değil, tam aksine saldırı harekâtının tam merkezinde ve genellikle de başlatıcısı konumunda olmaya bilhassa “özen” gösteren Bay Erdoğan'ın bu kez de “alçaklar, vatan hainleri, kapkaranlıklar...” türünden açık hakaretle yüklü sıfatlarla ilk kurşunları atması da öyle.
Toplum ve bireyleri olarak özsaygı eksikliğinden, arızasından söz edemeyeceğimiz ülkelerde, sıfatı “Cumhurbaşkanı” olan birinin ağzını böylesine bozması, külhanilere has vurgularla hakaret sıfatlarını ardarda sıralaması, o Cumhurbaşkanına oy vermiş olan seçmen kitlesinin çoğunluğu tarafından bile ayıplanır, özür dilemesi istenir.
Ama, “zaten biliyoruz” ki Türkiye böyle bir ülke değil; gelinen noktada olmaya da pek istekli olmadığını da artık “biliyor” sayılırız. Dolayısıyla AKP cenahından “Cumhurbaşkanı bir parça sert konuştu” gibisinden tavzih sözleri duymayı ummamız sözkonusu bile değil.
Üstelik AKP cenahının çok daha önemli bir gerekçesi de var.
Sadede geliyoruz: AKP cenahı, kendisini –bir tarih vermek gerekirse 7 Haziran seçimi arefesinden beri bir siyasal mücadele sürecinin içinde değil; bir savaş –yeniden fetih harekâtı– hali içinde görmektedir. Tavır alışları da bu çerçeve içinde yorumlanmalı, analiz edilmelidir.
AKP'nin kendini “millet” olarak tanımlayıp fatih/fethedecek taraf konumuna yerleştirdiği bu “savaş hali”nde “milletin yabancıları” diye etiketlediği karşı taraf, aradaki gerilimin aylardan beri giderek –ve tek taraflı olarak– sürekli arttırıldığını, yer yer fiili saldırılarla uç vermesinin sıklaştığını görüyor ve yaşıyor olmasına rağmen; durumu, hâlâ yine de bir siyasal mücadele cereyan ediyormuş gibi “algılamayı” sürdürüyor.
Bu cenahın ikinci sorunu, AKP'nin “bilinçli” tercihiyle yaratılan bu “yeni” durumu, gerektiği gibi teşhis etse dahi kendisini taraf olarak hangi sıfat(lar)la, nasıl bir amaçla tanımlamak zorunda olduğunu –şimdilik– “bilemiyor” olmasıdır.
Bu, ilk planda cevaplandırılması gereken sorulara geçmeden önce, AKP cenahından durumun bir “savaş –yenide fetih– hali” olarak –zaten epeydir– görülmekte olduğunun bazı kanıtlarından bahsetmemiz, sorunun netleşmesi açısından gerekli.
Bir eliyle Türk milliyetçiliğinin, diğer eliyle Sünni dindarlığının işaretini yapıp, iki elini kaldırarak poz vermeyi ihmal etmeyen namlı bir mafya reisinin, birkaç ay önce “oluk oluk kan akıtacağız” mealindeki sözlerine nasıl göstermelik bir soruşturma açılıp bırakıldı ise, aynı kişinin bildiri yayımlayan akademisyenlerin ve onları destekleyenlerin “kanlarıyla duş yapmak”tan bahseden, tam kendisine yakışır iğrençlikteki sözleri için de benzer bir muamele yapılacağını belirtmesek de olur. İktidarın medya alanındaki infaz hazırlık ve kararlarının tebliğ memurluğuna atanmış görünen bir Star gazetesi mensubunun da aynı akademisyenler için “medeni ölüm mekanizmaları”nın derhal devreye sokulmasını talep etmesinin, AKP “sosyal medyasında” savrulan ölüm tehditleri, kapılara çizilen X(telef edilecek) işaretleri furyası içinde “ılımlı tepki” gibi görünmesini de öyle. Hepsi de “Yeni Akit”leşen AKP cenahı gazetelerin müptezel bir saldırganlıktan başkasına yer vermeyen sahifelerinin hınçlarını bu olay vesilesiyle tam kapasite sergilemelerine şaşırmadığımız gibi.
Bunları savaş halinde olmanın, bir –yeniden– fetih harekâtında yer alıyor olma duygusunun semptomları kategorisine koyabiliriz. Bunlar bir savaş halinde olunduğundan açıkça söz etmiyor olabilirler ama arkalarında AKP cenahının daha “rütbeli” sözcülerinden, “en üst makam”ın kendilerine ideologluk, yönlendiricilik görevi verdiği anlaşılan kişilerinden çok daha kapsamlı ve açık anlamlı mesajlar da verildiğini belirtelim. Bunlardan sadece birini Yeni Şafak gazetesi yöneticisi ve başyazarı olan İbrahim Karagül’ün, haftalardır aynı temayı işleyen yazılarından en yakın tarihli olanlarını (15 ve 19 Ocak 2016) kısaca ele alacağız.
Her iki yazısında Bay Karagül, şimdiye kadar bu ülkenin “iç sorun”ları olarak kodlanagelmiş Kürt sorunundan aydın muhalefetine kadar tüm sorunların, artık Rusya’dan İran’a, Çin’den AB ve ABD’ye kadar –dışarda pek az devleti bırakan– bir düşman devletler koalisyonunun emir ve yönlendirmeleri ile yürütülmekte olan bir dış saldırının, işgal ve parçalama operasyonunun birer parçası olduğunu kabul etmenin önşart olduğunu belirterek başlıyor söze. Sözkonusu sorunları dile getiren ve bunlar adına –ne türden olursa olsun– mücadele yürütenler açıkça var ve ortada olduğuna göre “işgal harekâtı” fiilen sürüyor anlamına geliyor bu tesbit. “İşgalciler” yani aslen bu “ülkenin sahibi, mukimi” olmayanlar veya böyle idiyseler bile artık böyle sayılmayacak olanlar, faaliyetlerini sürdürüyor ise; işgale uğrayan “memleketin sahipleri”, “millet”, herhalde işgalcilerle müzakereye oturacak değildir. Karagül şimdiye kadar o işgalciler karşısında geri çekilindiğini ama artık “geri çekilme döneminin” bittiğini ve “büyük bir hesaplaşma” ile yüz yüze olduğumuzu “sakın unutmayın” ikazıyla vurguluyor.
Karagül özenle ekliyor ki; “Anadolu”yu daraltmaya” yani Sünni Türklüğün egemen olduğu toprakların bir kısmını, hatta çoğunu kaybetmesi için harekete geçen, geçirilen “işgalciler”in bu amaçlarını yansıtan bir “harita”sı var ise de onlara karşı yürütülecek “büyük hesaplaşma”da galip gelecek “millet” –Anadolu– bu hesaplaşmadan “coğrafyasını daha da genişleterek” çıkacaktır.
Bu yazıyı yazarken Bay Karagül'ün yeni yazısındaki şu cümleleri okuyunca, AKP cenahının bir “savaş hali”nde olunduğu algısı ve “inancı” çerçevesinde davrandığına dair başka kanıt gerekmez herhalde dedim. Alıntı şöyle:
“Nasılsa artık bütün örgütler (ki burada Bay Karagül PKK, DHKP-C’den “Cemaat” ve IŞİD’e kadar AKP ile geçici veya kalıcı sorunu olmuş tüm örgütleri kastediyor Ö. L.) birleştirildi ve Türkiye’ye karşı ortak savaşa sokuldu. Nasılsa hemen bütün örgütleri içine alan yeni bir “çatı” kuruldu. Nasılsa CHP içinde bazıları bu örgütlere üye ya da sempatizan. Onlar, eylemlerine, saldırılarına Türkiye ile hesaplaşmalarına gizliden sempati duyuyor...”
Bu satırlar ve genelde Bay Karagül ve benzerlerinin bu minval üzerine yazdıkları katıksız bir hezeyan gibi görünüyor ve öyle iseler de, bu kadar çok ağızdan ve başta Bay Erdoğan olmak üzere büyük yetki ve güç sahibi kişiden benzerlerini gittikçe daha sık ve en küçük vesileyle bile işitiyor oldu isek, hezeyan olduklarına bakmaksızın ciddiye almak zorundayız. Çünkü “millet” bu hezeyanlarla “büyük bir hesaplaşmaya” doğru sürüklenmek istenmektedir.
Bay R.T. Erdoğan liderliğinde “sahibi” olduğu ülkeyi işgalcilerden temizlemek için bu hezeyanların dolduruşu ile seferberliğe, “büyük hesaplaşma”ya çağrılan “millet”in karşı –işgalci– kutupta göreceği PKK’ya pasif destek veren Kürtlerden demokrasi ve hukuk adına bildiri yayımlayan öğretim üyelerine ve CHP’ye kadar uzanan kesim, ne yapmalıdır bu durumda?
PKK’yı bir yana bırakın. Onun diğerlerinden kendini ayırmış, kendi hesap ve mantığına kilitli bir tutumu –her neyse– olacak. Ama geriye kalan ve bu toplumun %20’ler civarında bir “çekirdek” kesimini kapsayan unsurlarını içeren “taraf” kendini AKP cenahı tarafından dayatılan “büyük hesaplaşma”da, nasıl, hangi nitelik ve özellikleri ekseninde ve hangi ortak değer ve inançlar bazında “mevzilendirecek”, tanımlayacaktır?
Eğer bu son derece acil görev, “bu taraf”ın çoğunluğunu temsil ettiği için haldeki CHP’nin omuzunda ve yetkisindedir deniliyor ise; son kurultayının –bir kez daha– kanıtlamış olduğu üzere, geleceğimiz –en iyimser ifadeyle– hayli karanlık görünüyor.
Ama sözkonusu olan sadece ülkenin, toplumun değil tek tek hepimizin geleceğidir. Onu da bu CHP’nin idrak ve yeteneğine rehin etmek zorunda değiliz.