15 Temmuz askeri darbe girişimi, Türkiye toplumunun son iki yüz yıllık tarihinin sayılı dönüm noktalarından biri olmanın yanı sıra, bizatihi oluş tarzıyla o iki yüz yıllık tarihi belirleyen “paradigma”nın, o zihniyet tarzı içinde oluşmuş ana siyasal akımların ve onların üzerinde biçimlendiği kurumsal yapı, kurum ve kabullerin fiilen çöküşlerini tescilleyen bir dönüm noktasıdır.
Bu iki yüz yıllık tarihin başlangıç ve bitiş evreleri arasındaki benzerlik çarpıcıdır. Başlangıçta III. Selim’in tahttan indirilişi ve katli, Alemdar Mustafa Paşa’nın müdahalesi ve onun da katli gibi askeri müdahaleler vardır ve 1826’da darbe ocağının bir halk hareketinin de büyük katkısıyla ortadan kaldırılması ile yeni bir dönem açılmıştır. “Radikal” Batılılaşmanın, İslâmi reaksiyonun ve tedrici-eklektik modernleşmenin (Sünni Türk muhafazakârlığının) asli akımlar olduğu, günümüze kadar egemen paradigma böylece kurulmuştu.
Bu dönemin bitiş evresinde de 12 Mart’tan başlatıp 12 Eylül’e, 28 Şubat ve 27 Nisan’a kadar uzatabileceğimiz bir askeri darbe ve müdahaleler zinciri vardır. [1] Aslında 27 Nisan muhtıra-müdahale girişiminin ters tepmesi; o olmadı 2010’da Balyoz davası ekseninde Ordu içinde yapılan geniş tasfiye ve mahkûmiyetlerle bir tarihsel dönem kapanmış sayılabilirdi. Ama anlaşılan bu ülkenin tarihsel-kültürel “genetiği”nde bir dönemi ağır bir kan, şiddet ve yıkım bedeli ödemeden bitirememek gibi bir “arıza” var. 15 Temmuz darbe girişiminin failleri de, özellikle teşebbüslerinin ters teptiğini anladıkları noktadan itibaren yoğunlaştırdıkları kör, lanetlenesi şiddetleriyle yüzlerce insanı katlederek bu bedeli ödettiler bize. Teselliye, iyimser olmaya yeter mi bilmem ama; 1826’ya kadar Osmanlı siyasetine hakim düşünme kalıbını (paradigmayı) bitiren Vaka-i Hayriyye’yi, “baş suçlu” ilan edilen Yeniçeri ocağı ile doğrudan veya dolaylı ilişkili addedilen on binlerce insanın katl-linç edilmesi, Ocak ile bağı bilinen Bektaşi dergahlarının yerle bir edilmesi ve hatta ölmüş Bektaşi şeyhlerinin mezarlarının tahribini de içeren dehşetli bir tasfiye dönemi izlemişti. 15 Temmuz Vaka-i Hayriyyesi’nin bu safhasında, on binlerce insanın baş suçlu ilan edilmiş Fethullah Gülen cemaati ile şu veya bu düzeyde ilişkisi nedeniyle hapishanelere konulmasını, işlerinden atılmasını içeren ama ağır şiddet ve katliam sahneleri olmayan geniş ve daha da genişleyebilecek gibi görünen bir tasfiye süreci yaşanıyor sadece.
Elbette iki yüz yıl öncesinin Vaka-i Hayriyyesi ile 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin bastırılmasını “benzetme”nin bir sınırı var. Ama son bir benzerlik noktasının da altı çizilmelidir. 1826’dan sonra teşekkül ettiğini belirttiğimiz son iki yüzyılımızın egemen paradigması ancak on yıllar sonra, –bir tarih vermek gerekirse– I. Meşruiyet sonrasında kendi çerçevesini kurmuş, oluşturmuş, ana düşünüş mecraları (akımlar) ayırt edilir hale gelmişti. 15 Temmuz sonrasında teşekkül etmesi artık kaçınılmaz olan “yeni paradigma” henüz belirsizdir ve kendi çerçevesini kurması on yılları bulmasa bile zaman alacaktır.
Ancak; bu oluşum sürecinin önümüzdeki bir iki yılı kapsayacak ilk etabını 15 Temmuz darbe girişiminin oluş ve bastırılış “hikâye”sinin belirlemesi kaçınılmaz ve kesindir. O nedenle 15-16 Temmuz vakasının zihinlerimize nasıl yerleştirildiği bahsi son derece kritik önemdedir.
Bir darbe girişiminin başlatıldığının kesinleşmesinden (15 Temmuz gecesi 21.00-22.00) itibaren AKP hükümeti yetkilileri tarafından yapılan ve başlıca muhalefet partilerince de kabul edilen açıklama en genel hatlarıyla şöyle idi: Darbe girişimi ordu içinde yuvalanmış, Fethullah Gülen Cemaati’ne mensup kadrolarca organize edilmiş ve yürütülmüştür. Gece yarısına doğru Genelkurmay binasında Org. Akar’ı girişimi desteklemesi için ikna etmeye çalışan darbeci ekip bunu başaramayınca onu derdest ederek darbe girişiminin ana üssü olan Akıncı’ya (eski adıyla Mürted) götürmüş, Hava ve Jandarma kuvvetleri komutanları da enterne edilmiştir. Gece yarısından sonra ordunun büyük kısmıyla darbe girişimine katılmadığını gören ve aynı saatlerde Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkililerinin sokağa, direnişe çağırmasıyla halkın işgal edilen noktalara kitleler halinde akın etmesi ile yenildiklerini anlayan darbeciler son ve umutsuz bir saldırıya geçerek Meclis’i bombalamış, sokaklara çıkan yüzlerce yurttaşımızı katletmişlerdir.
İkinci büyük ve kritik soru, darbe istihbaratının alınıp alınmaması konusuyla ilgili, beraberinde bir dizi başka soruyu da sürükleyen bir paket.
Daha bu yılın Mart ayı ortalarında, darbe girişimi söylentilerinin dolaşmaya başlaması üzerine bir bildiri yayımlayarak bu söylentileri yalanlayan, asılsız olduğunu ilan eden Genelkurmay Başkanlığı’nın bu “usulen” yapması gereken bu açıklama ile yetindiğini sanmak safdillikten de ötedir. Hele “olağan şüpheli” Cemaat’in bu çapta bir girişimi yapacak gücü var mıydı sorusuna 15 Temmuz gecesi hemen “vardır elbette” cevabı verebilecek kadar bilgisinden emin bir hükümet ve Genelkurmay Başkanı’ndan söz ediyorsak. Dolayısıyla hem Genelkurmay ve MİT’in, hem de haliyle hükümetin bu söylentilerin ardını, kaynağını araştırıp, bilgi toplamadığı düşünülemez bile. Nitekim darbe girişiminin henüz başlarında hükümete yakın gazetecilerden biri darbe girişiminin aslında 15 Mayıs için kararlaştırıldığı, sonradan Temmuz ayına ertelendiğine dair bir istihbaratın varlığından söz etti. Bu haber tekrarlanmadı ama yalanlanmadı da.
Ama, farzedelim ki bu istihbarat da ciddiye alınmadı fakat 15 Temmuz öğleden sonra MİT, kendine ulaşan ihbarı ciddiye alıp, çok büyük ihtimalle o gece bir darbe girişimi olacağı bilgisiyle Genelkurmay Başkanlığı ile alınacak tedbirler üzerine görüşme başlattı. Genelkurmay Başkanlığı’nın 17 Temmuz günü yaptığı resmî açıklamada, “saat 16.00’da bizzat MİT başkanı geldi ve bir buçuk saat konu üzerinde çalışıldı,” deniyor.
Darbe girişiminin üzerinden daha 24 saat bile geçmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, haberi ancak 20.00-20.30 civarında, o da eniştesinden duyduğunu, MİT ve Genelkurmay Başkanı ile de, aramasına rağmen irtibat kuramadığını duyurdu. Başbakan Binali Yıldırım da benzer şeyler söyledi. [2]
Genelkurmay Başkanlığı “MİT bize 16.00 civarında haber verdi ve alınacak tedbirler üzerinde...” mealindeki açıklamayı Cumhurbaşkanı’nın açıklamasının ertesi günü yaptı ve akıllara takılan “Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a haber verilmedi mi, neden?” sorusunun cevabını bomboş bıraktı.
Erdoğan’ın yaptığı o açıklama üzerinde özellikle duracağız. Ama ilkin Genelkurmay Başkanlığı açıklamasındaki boşluğun ne anlama geldiğini irdeleyelim.
O boşluk, “Cumhurbaşkanı ve Başbakan elbette haberdardı, başka türlü olabilir mi?” demekten başka hiçbir anlama gelemez. Öyleyse neden “Recep Tayyip Erdoğan hiç haber almamış ve kendi karar ve inisiyatifi doğrultusunda harekete geçmiş” dedirtmeye matuf bir “algı” yaratmaya çalıştı sorusunu az sonraya bırakalım.
Devlet aygıtının nasıl işlediği konusunda asgari bilgiye sahip olanlar bile bilirler ki, Genelkurmay ve MİT gibi kurumlar, hele darbe girişimi gibi ağır, karmaşık bir tehlike karşısında “alınacak tedbirleri görüşmek” için, mutlaka ve mutlaka bağlı oldukları siyasal merciden belirli talimatlar almış olmalıdırlar. O talimatlar onlara ya önceden zaten verilmiştir; ya da öyle olsa bile uygulama anı geldiğinde herhangi bir ek, düzeltme yapıp yapmadıkları sorulmuş olmalıdır. Darbecilerin daha harekete geçmeden derdest edilmelerine mi çalışılacağı, yoksa ilk etapta caydırılmalarını sağlayabilecek sınırlı bir güç gösterisi mi yapılacağı; ya da tam harekete geçeceklerken şiddetli bir müdahaleyle ezilmeleri yoluna mı gidileceği gibi “alınacak tedbirler”in temelini oluşturan sorularda siyasal iktidar cevabını, yani talimatlarını vermiş olmalıdır. O soruların cevabını ne MİT, ne Genelkurmay, ne tek başlarına, ne de birlikte tesbit etmek yetkisine sahiptir.
Aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nın –ve onu izleyerek Başbakan’ın– “Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı ile bütün çabalarıma rağmen saatlerce irtibat kuramadım” demesi de kesinlikle inandırıcı sayılamaz. Her şeyden önce eğer bu doğru ise, o hayati gecede irtibat kurulamayan MİT ve Genelkurmay başkanları darbecilerin eline veya safına geçmiş olabilecekleri şüphesiyle derhal yetkisiz ilan edilip yerlerine irtibat kurulabilen en üst düzey yetkililerden birinin ataması yapılmaz mı idi? Nitekim Genelkurmay Başkanı’nın darbecilerce derdest edildiği belli olunca bu yapılmadı mı? Ayrıca ek bir bilgiyi de dikkate almalıyız: Bugün herhalde en ufak çaplı devlette bile ülke yönetiminin en üst yürütme makamındaki kişi ile ordunun, istihbaratın ve emniyet kuvvetlerinin başındakilerin irtibatına, sadece buna tahsis edilmiş ultra sofistike telefonlar vardır. Darbe gecesi hepimiz hiçbir kesintiye uğramadan her yere telefon edebilirken, bu çok özel telefonlarla irtibat kurulamamasının nasıl bir açıklaması olabilir? Nitekim olamayacağı içindir ki ne MİT ve Genelkurmay başkanları bu irtibat kuramama bahsine girdi ne de o kritik gecede böylesi ağır bir kusur işledikleri için görevlerinden alındılar. Bay Erdoğan’ın bu konuya dair “öyleyse neden görevden alınmadılar, alınmıyorlar” sorusuna verdiği “dere geçilirken at değiştirilmez” sözü, darbe girişiminin hemen ertesinde her kademeden elli bini aşkın devlet memurunu bir çırpıda atıveren bir yönetimin kargaları bile güldürmeyecek bir “espri”si olabilir ancak.
Ama, hiç de şakalaşma kaldıramayacak vahamette bir durum içindeysek o görevde tutmaların sadece bir anlamı vardır: Genelkurmay ve MİT başkanları darbe gecesi kendilerine verilen, kendilerinden beklenen görevi, hizmeti hakkıyla yerine getirmişlerdir.
***
Nasıl yerine getirmiş olabilirler?
Bu soruyu özellikle Genelkurmay Başkanı ile ilgili olarak soruyoruz. Bu soruya karşılık yapılan ve kamuoyunda sorgulanmayan resmî açıklamanın çok ciddi boşluklar içerdiğini belirtelim ve çok daha mantıklı bir cevap bulabilmek için darbe girişiminin yapılış tarzı üzerine eğilelim.
15 Temmuz gecesi, büyük şehirlerde hayat haftasonu canlılığı ve hareketliliği ile sürerken bir bölük askerin Boğaz Köprüsü’nde geçişleri durdurması ve Ankara’da birkaç jetin alçak uçuş yapması haberleriyle “ne oluyor” endişesiyle başladı. Saat 22.00’den sonra bazı hükümet yetkililerinin televizyonda “bir kalkışma var” demesine kadar toplumun büyük çoğunluğu ortada bir darbe girişimi olduğundan emin değildi. O saatte ve o denli az askerî hareket görüntüsü ile askerî darbe hafızası bu denli canlı ve dolgun bir toplum hemen “darbe oluyor” diyemezdi elbette. Saat 23.00’e doğru bazı resmî binaların da askerlerce işgal edildiği haberleri gelince ve o zamana kadar büyük çoğunluğu ile sessizliğe gömülmüş gibi duran ordu yüksek komutasına mensup bazı generallerin darbe karşıtı beyanları yayımlanıncaya kadar “darbe oluyor” kanaati ile “böyle darbe mi olur” şüphesi birbirine karışıyordu.
Bunun son derece haklı bir şüphe olduğu apaçıktı. Askerî darbelerin toplum hayatının en durgun saatlerinde, gün ağarmaya yakınken yapıldığını, darbecilerin ilk iş olarak haberleşmeyi kestiklerini bilenler, onların büyük şehirlerde yolların, toplanma ve buluşma mekânlarının en kalabalık olduğu bir vakitte, haberleşme ağlarına dokunmayarak işe girişmelerini açıklamakta şüphesiz zorlanıyorlardı. Ama ortada İstanbul gibi bir şehrin hayat akışını felce uğratacak bir noktada trafiği kesmek ve başkent semalarında gecenin o vaktinde savaş uçaklarını alçaktan uçurtmak gibi ancak bir askerî darbe girişimiyle açıklanabilir olgular da vardı.
Şüphesiz gece yarısından sonra Genelkurmay Başkanlığı binası içinden silah sesleri geldiği ve Orgeneral Hulusi Akar’ın derdest edilerek meçhul bir yere götürüldüğü bilgisi ile ilk katliam haberlerinin duyulması üzerine “böyle darbe mi olur” şüphesi tamamen dağıldı. Ama şüphenin konusu olan olguların “klasik” askeri darbe mantığı ile açıklanamazlığı bahsi ortada duruyordu.
Neden o kadar “erken” bir vakitte ve “neden saatlerce haberleşmeyi kesmeden” gibi ilk akla gelen sorulara iktidar cenahından yapılan açıklama “hükümetin girişimi haber aldığını öğrendikleri için acele davrandıklarından ötürü” mealindeydi. Bu sözde izaha saçma bile denilemez. Çünkü acelesi olmak demek, “normal”de yapacağını daha hızlı, daha yoğun ve sert biçimde yapmak zorunda kalmak demektir. Eğer bu darbe girişimi bastırıldığının belli olmaya başladığı noktadan itibaren gösterdiği gözü kararmışlığı, silahsız insanları katledebilen alçakça şiddeti, ilk saatlerde sergilese idi o açıklama kabul edilebilirdi. Oysa durum tam tersinedir.
Haberleşmenin kesilmemesinin ise hiçbir izahını yapamaz o tür açıklamalar. En fazla “beceriksizlik, ihmal” diyebilir. Bu ağır kusurların en zeki ve yetenekli gençlerden seçilerek orduya yerleştirilmiş Fethullahçı gizli örgütlenme klişesi ile nasıl uyuşabildiğini bir yana bırakın. Bir askerî darbenin başarısı için en hayati önemdeki bir koşulun, devrilmesi amaçlanan yönetimin en üst makamındaki kişileri etkisizleştirmekten bile önemli bir koşulun yerine getirilmeyişinden bahsediyoruz. Çünkü haberleşmeyi kesmek ve sadece kendisini haberleşebilir kılmak, ülkede kontrolün darbecilerin elinde olduğu yargısına varılmasının en etkin ve kestirme yoludur. Darbe konusunda uzman olanlar bunun olmazsa olmaz bir koşul olduğunda hemfikirdirler ve bunu “darbeciler ellerindeki en etkin güçleri öncelikle bunun için kullanmak zorundadır” demeye kadar vardırabilirler.
Dolayısıyla; eğer ihmal veya beceriksizlik söz konusu bile edilemez ise, darbecilerin bu zorunlu koşulu yerine getirmeyişlerinin sebebi ne olabilir? Meclis’i, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı bombalayan, silahsız insanları makinalı tüfek ateşiyle biçebilen, uçaktan atılan bombalarla katleden bu gözü kararmış darbecilerin hiç değilse İstanbul ve Ankara’daki televizyon, radyo ve mobil telefon ana yansıtıcılarını, röle istasyonlarını imha ederek ülke haberleşme sistemini çok büyük ölçüde felç etmemelerinin nasıl bir izahı olabilir?
Darbe girişiminden iki gün sonra Birikim’in web sayfasında yer alan yazımda [3] bunun mantıkî açıklamasının ancak nasıl yapılabileceğini eldeki kısıtlı verilerle gayet özet olarak anlattım. Aradan iki hafta geçti, bu yazıyı yazarken sahip olduğumuz ek bilgiler bu kanaatimi değiştirmedi; aksine pekiştirdi.
O yazıda bu darbe girişiminin iki aşamalı olarak kararlaştırılmış olabileceğinin en güçlü ihtimal olduğunu belirttim. Darbeye kesin kararlı ekip, bu iki aşamalı plana ikinci aşamasında ya ordunun emir komuta zinciri içinde müdahale etmek zorunda kalacağını hesap ederek kendi başına karar vermiştir ya da ordunun en üst kademeleri ile emir komuta zinciri içinde bir darbe “pazarlığı” yapmanın sonucunda bunu “uzlaşma formulü” olarak kabul etmiştir.
Hangi ihtimalin daha güçlü olduğunu bilemem. Ama darbe gecesi olayların akışının ikinci ihtimalin gerçeğe daha yakın olduğu izlenimi verdiğini söyleyebilirim. Gösterebileceğim en önemli kanıt, asli darbeci ekibin Genelkurmay binasına bir saldırıyla girmemiş oluşlarıdır. Darbeciler, bir darbe gecesinde şahsen korunması en az iki kat kuvvetlendirilmiş olması gereken bir Genelkurmay Başkanı’nı kısa bir çatışma ile kolayca derdest edip, bina bahçesinde hazır beklettikleri bir askerî helikopterle üslerine götürecek kadar kalabalık bir ekiple bina içinde “konuşlanmış” durumdadırlar zaten. Orgeneral Akar’ın, nasıl derdest edildiğini anlattığı ifadesinde, darbeci general ve üst rütbeli subayların hiçbirine dair “Sen de mi Brutus” mealinde konuşmaması da bu durumu önceden bildiğinin güçlü bir karinesi sayılabilir.
Eğer “uzlaşma” tezi daha ağır basıyor ise Genelkurmay’ın bunu “siyasal irade”nin bilgi ve onayıyla yapmış olma ihtimali de çok güçlü demektir. Ama bu iddiayı yeterli kanıtlar göstererek doğrulamamız şu anda mümkün değil.
Ancak, çok daha kesin bir ifadeyle şu iddiayı öne sürebiliriz: İster asli darbecilerin kendi kararlarına dayalı olsun; ister yukarıda işaret ettiğimiz türden bir “uzlaşma”nın sonucu olsun; eğer ortada iki aşamalı bir “darbe senaryosu” varsa; bunun ilk aşamasının amacı/işlevi hemen ardından başlatılacak ikinci aşama için “meşru/zorunlu” dedirtecek durum ve koşulları sağlamak olabilirdi ancak. Bunun için, o birinci aşamanın toplum genelinde “darbe oluyor” söylentisinin ve kanısının yaygınlaşmasına yetecek kadar sınırlı bir güç gösterisiyle icra edilmesi gerekiyordu. Darbe söylentisi ve kanısının hızla yayılması için haberleşme kanallarının tamamen açık olması da şarttı. Böylece, hem toplum genelinde azımsanamayacak bir kesimde mevcut, AKP’ye ve bizzat Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sürekli artan tepkinin bir “kurtulma” umuduyla darbe yanlısı bir hareketlenmeye dönüşmesi, hem de AKP ve Erdoğan taraftarlığının bu “tehlike”ye karşı hareketlenmesinin sağlanması ve bu iki zıt tepki herkesin uyanık ve ayakta olduğu saatlerde sokağa döküldüğünde yeterli çapta bir çatışmanın mutlaka gerçekleşeceği hesaplanmış olmalıydı. Darbe girişiminin asıl planlayıcıları, bu hesabın tutması halinde, Ordu üst komuta heyetinin “ülke elden gidiyor, iç savaşa sürükleniyoruz” endişesiyle bu kez ordunun tüm gücüyle ve emir komuta zinciri içinde müdahale etmek zorunda kalacağına inanmış veya inandırılmış (“uzlaşma” varyantı) olmalıydılar. [4] Bu ikinci aşama olacaktı.
İnandırılma (uzlaşma) nasıl mümkün olmuş olabilir sorusuna şöyle bir “senaryo” cevap verebilir: Darbeye kararlı ekibin önde gelen mensupları, bu girişimin amacına daha kolay ulaşması için “emir komuta zinciri içinde” yapılmasını sağlamak maksadıyla yüksek komuta heyetiyle temasa geçer. Veya bu girişimin istihbaratını alan yüksek komuta heyeti adına Genelkurmay Başkanı saptanmış elebaşıları görüşmeye çağırır. Her iki ihtimalde de onları vazgeçmeye ikna edemeyeceğini anlayan Genelkurmay Başkanı’nın önünde iki yol vardır. Ya derhal harekete geçerek daha hazırlık safhasında bu ekibi Balyoz soruşturmasında olduğu gibi edinilen kanıtlara dayalı olarak tasfiye etmek, tutuklatmak; ya da girişimin darbe önerisini, prensip olarak benimsemiş görünüp ilişkiyi devam ettirmek. Hangi yolun izleneceği konusunda “siyasal irade”ye danışmış, onun talimatını mutlaka almış olmalıdır.
Genelkurmay’ın “siyasal irade”den ikinci yolu izleme talimatı aldığını varsayıp “senaryo”muza devam edelim: Genelkurmay Başkanı, ordunun emir komuta zinciri içinde tek hamleyle mevcut iktidarı devirmeye kalkışmasının şöyle bir ciddi tehlike barındırdığını ileri sürüp farklı bir yöntem izlenmesinin şart olduğunu söylemiş olsun: Eğer, AKP’ye oy veren bu toplumun yarısı darbenin bu iktidarı alaşağı etmek için yapıldığını derhal görür ise çok ciddi bir direniş göstermesi muhakkak gibidir. AKP’ye oy veren genel dindar-muhafazakâr kitle ve onun bileşenleri, vaktiyle kendilerine karşı darbe yapılmış DP ve AP’nin seçmen kitlesinden çok farklıdır artık. Çok daha militanlaşmıştır ve içlerinde silahlı bir direnişe, hatta IŞİD türü oluşumlara yatkın hayli geniş bir kesim vardır. Bunlar harekete geçebilir ve dolayısıyla ülke bir iç savaşa sürüklenebilir. Bu bakımdan yapılacak darbenin en azından bir kaç hafta süreyle özel olarak AKP iktidarına karşı yapılmadığı algısını oluşturması şarttır. Bunun için önce başarı ihtimali pek de kesin görünmeyen ama AKP’ye karşı darbe kanaati uyandırmaya da yetecek çapta bir ilk girişim yapılır, bunun doğuracağı zıt tepkilerin ufak çapta ve sınırlı yaygınlıkta bir çatışma haline yol açması bahane edilerek bu kez ordu asli kuvvetleri ile “çatışan tarafları ayırmak” “ülkeyi iç savaşa sürüklenmekten kurtarmak” gibi AKP’li seçmenin epeyce büyük bir kesiminin de o koşullarda makul ve meşru bulacağı darbeyi yapar.
Daha önce de belirttiğim gibi bu “akıl yürütmeyi” darbeci ekip kendi başına da yapmış olabilir. Kendi insiyatifleri ile başlattıkları küçük çaplı girişimin yeteri çap ve yaygınlıkta bir iç çatışma yaratabilmesi halinde Ordu üst komuta kadrosunu genel bir ordu müdahalesine daha kolay zorlayacaklarını veya mecbur bırakacaklarını düşünmüş, bu ihtimale “oynamış” da olabilirler.
Ama anlaşılıyor ki bu senaryoda halkın bu denli sağduyulu davranacağı ve hangi gerekçeyle olursa olsun askeri darbenin çözüm olamayacağına dair bir bilinç edinmiş olduğu kesinlikle düşünülmemiş, hesaba katılmamıştır. Bu darbe girişimi bağlamında yapılmış tüm planları, politik çıkar hesaplarını en azından sekteye uğratan asli faktör de budur.
Bu faslı kapatırken bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor. Darbe söylentilerinin ve kanısının yayıldığı ilk birkaç saatin sonunda üzerine hesap yapılan o çatışma hali olmayınca ne ordu yüksek komutasını emir komuta zinciri içinde müdahaleye zorlamanın ne de –eğer uzlaşma varsa bile– uzlaşmanın ikinci safhasını başlatmanın gerekçesi de kalmamıştır. Bu durumda darbeci ekibin bir kısmı –“uzlaşma” söz konusu olsun veya olmasın– Genelkurmay Başkanı’nı işledikleri cürümden mümkün en az zararla kurtulmak için “aracı” veya pazarlık kozu olarak kullanmayı denemiş; en gözü kararmışlar ise ellerindeki gücü en şiddetli ve acımasız biçimde kullanarak ya umutsuzca durumu lehlerine çevirmeyi denemiş ya da zaten her şeyi kaybetmiş olmanın kapkara öfkesiyle sonucu değiştirmeyeceğini bile bile şiddet ve tahribata yönelmiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla darbeci ekibin bir kısmı da dahil, tarafların hiçbiri darbe girişiminin başarısız kaldığının belli olur gibi olduğu andan itibaren yoğunlaşan şiddetin bu dereceye varacağını, yüzlerce insanın katledileceğini aklına getirmiş bile değildi. Tahmin edilen, bu ülkenin başarısız kalmış darbe girişimlerinin zayiat bilançosunun olsa olsa biraz üzerinde bir sonuçtu. 234 kişinin ölümü, binleri aşkın yaralı, ürpertici ve haliyle büyük öfke yaratan bir tabloydu.
Bu hunharlık, toplum çoğunluğunun, en azından Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla sokağa inen kitlelerin zihninde orduya da mal edildiği için, şu anda ülke ortamına “askerî” olan her şeyi töhmetli addeden bir hava hakim. Hastalıklı bir güç kültürü ile malul olduğunu defalarca belirttiğimiz bu toplumun bu havadan sağlıklı bir anti-militarizm damıtması, kısa vadede pek mümkün görünmese de; bu yolu açabilecek bir adım, bir silkinme işlevi göreceğini umabiliriz.
Darbe girişiminin bastırılmasının hemen ertesinde, toplumun çok büyük çoğunluğunun ve tüm siyasal partilerin o girişime açıkça tavır almasının yarattığı iyimserlik ile bu vakanın Recep Tayyip Erdoğan’a çok daha güçlü olma fırsatı verebilecek olmasından duyulan endişenin karışımı bir hava egemendi ortama. Başbakan, AKP Meclis grubu ve bizzat Meclis Başkanı iyimserliği besleyecek bir dil kullanmaya özen gösteriyor, jestler yapıyorken; Erdoğan ise aksine söz konusu endişeleri çoğaltan bir dil ve tutum içindeydi o ilk günlerde. Darbecilerin başarısızlığa uğradığının belli olmaya başladığı saatlerde belki de öldürülmekten kılpayı kurtulan bir Cumhurbaşkanı’ndan hiç beklenmeyecek “bu darbe bize Allah’ın bir lütfudur” diyerek söze başlayabilen bir Erdoğan vardı karşımızda. Aynı dil ve tutumu o günün akşamında evi önünde toplanan kalabalık önünde de sürdürmüştü. Ülke, darbecilerin direnen sivil halka reva gördüğü katliamın dehşetini, darbeye ortakça karşı tavır almanın iyimserliğini, barışma havasını solurken Bay Erdoğan, adeta o havayı bozmak, “hır çıkarmak” istercesine –hiç ilgisi yokken– “Gezi Parkı’na o kışlayı isteseler de istemeseler de yapmaya kararlıyız” diye seslenebilmiştir.
Bu tavır, darbe girişimi esansında sözü edilir bir kamplaşma ve iç çatışma olmamasından, toplumun hemen tüm bileşenleri ile ortak bir tutum almasından çok memnun olmuş birine mi yoksa o ortak tavır alışın hesaplarını bozmasından rahatsız birine mi uygun düşer? Aynı soruyu o kalabalıklara “demokrasi nöbeti” için sokaklara, meydanlara yürümeye devam talimatı verip, o yürüyüşlerde toplumun büyük çoğunluğunca paylaşılacak sloganlarını değil, Sünni-Türk muhafazakârlığının alamet-i farikası olan sloganların hâkim kılınmasını teşvik etmek konusu üzerinden de sorabiliriz.
Erdoğan’ın kendi darbe gecesi “anlatı”sı bu açıdan ilginçtir. Onun anlattığına göre ortada darbe girişimini ancak eniştesinin ikazı ile öğrenen, öncesinde hiçbir devlet ve AKP yetkilisince haberdar edilmediği gibi, o ikaz sonrasında aradığı hiçbir yetkiliye ulaşamayan, adeta kaderine terk edilmiş bir Recep Tayyip Erdoğan vardır. O Erdoğan, binbir belirsizlik içinde, hatta kendisini götürecek uçakların pilotlarına “mertçe söyleyin kimden yanasınız” diye soracak kadar şaibe yüklü koşullar altında İstanbul’a inmiş ve “millet”ine “sokaklara çıkın, direnin” talimatını vermiş ve “millet”in de bu talimatı yerine getirmesi sayesinde darbeciler hezimete uğratılmıştır.
Bu anlatıda ne büyük halk çoğunluğunun darbecileri kitlesel destekten mahrum bırakışının, ne tüm muhalefet partilerinin meşru hükümetin yanında yer almasının, ne de hatta –tecrit edilenler de dahil– AKP ileri gelenlerinin Erdoğan’dan çok daha önce darbe girişimini lanetleyen, halkı direnişe teşvik eden çağrılarının rolü var. Darbenin bastırılmasının sadece iki büyük aktöründen söz ediyor bu anlatı: Ben (“Reis”) ve onun “millet”i.
Bundan önce Bay Erdoğan’ın herhangi bir konudaki “anlatı”sını bir koro olarak tekrarlamasına “alıştığımız” AKP’nin hükümet ve parti olarak bu kez de aynı şekilde davrandığı pek söylenemez. Onların 15 Temmuz anlatısında “Reis”e övgüler düzmek yine ihmal edilmiyordu. Ama bu övgüler milletin kahramanlığına yapılan vurguların ağırlığı altında neredeyse ikincil planda kalıyordu. Ayrıca millete yapılan bu vurgu Erdoğan’ın millet derken asıl kasdettikleri ile sınırlı değildi. Millet denilirken –henüz HDP seçmen kitlesi de dahil edilerek değilse bile– en azından diğer muhalefet partilerinin seçmen kitlesini de içine aldığını bilhassa belirten bir ifade tarzına genellikle özen gösteriliyordu.
Bilinmektedir ki; önder ve halk eksenine, bağına dayalı, araya herhangi bir kurum, “kademe” koymayan, fiili işleyişte var olan o kurum ve kademeleri önemsizleştiren söylem, anlatı kalıbı, en hafif deyimiyle popülist otoriter/diktatoryal rejimlerin alamet-i farikasıdır. Bu söylem/anlatı kalıbının benimsetildiği, yerleştirildiği toplumlarda Önder ile halk(ı) arasında yer alan tüm kadroların kaderi önderin iki dudağı arasındadır artık. Geçici olarak kullanılıp atılır, en hafifinden unutulmaya terk edilir hale gelmişlerdir.
Az önce işaret ettiğimiz söylem farkı, Erdoğan’ın 15 Temmuz anlatısının ince ama önemli bir rötuştan geçiriliyor oluşu AKP kadrolarının Reis ve milleti eksenine oturtulmuş anlatının bizzat kendileri için taşıdığı siyasal tehdit ve tehlikenin –nihayet– farkına varmaya başladığının işareti midir? Bu söylem/anlatı farkı “şimdilik” midir, bir süre sonra Erdoğan lehine kapanacak mı yoksa daha mı açık hale gelecektir?
Bu soruların cevabı en geç önümüzdeki sonbahar bitmeden yeterince netleşecek gibi görünüyor.
Eklemek gerekir ki bu anlatılanlarla paralellik kurabileceğimiz bir durumu AKP seçmen kitlesinde de gözlemleyebiliyoruz. Günlerdir süren “Demokrasi nöbetleri”ne katılan çok büyük çoğunluğun AKP’li seçmenlerin oluşturduğu kitlenin davranışında başlıca iki kesimi ayırt edebiliyoruz. İlk kesim bu “nöbet”leri bir Recep Tayyip Erdoğan’a övgü ve sadakat gösterisi haline getirmenin yanısıra, yürüyüş halinde iken kenarda duran topluluklara “size karşı bir zafer kazandık” edasıyla saldırmaya hazırmış gibi davrananlardan oluşuyor. Öbür yanda, bunları daha az ses çıkararak veya usulî bir katılımla izleyerek çevrelerine “çok önemli bir ortak noktamız olduğunu keşfettik” sevinciyle, bir paylaşma arzusuyla bakan ve sayıca daha fazla bir diğer kesim var.
Bunlar, Bay Erdoğan’ın 15 Temmuz’a kadar fazlasıyla yararlandığı ve AKP’li seçmen kitlesini konsolide etmekte başlıca aracı/yöntemi olan –yerleşik ifadesiyle– “kutuplaştırma siyaseti”nin artık eski işlevini büyük ölçüde yitirmiş olduğunun güçlü karineleri midir? Kesin konuşamayız ama 15 Temmuz deneyiminin, AKP’li seçmen kitlesinin siyasal “algı”sına eskiden beri ve özellikle şu son on yıldır akıtılan tarihsel tepki havuzundan türetilmiş çimentoyu çözüp çatlatmak gibi bir etkisi olduğunu ileri sürebiliriz. Bu etkinin çapını ve genişleyip genişlemediğini de zamanla göreceğiz. Ama bu noktada sadece AKP’li seçmenin kendi başına yapacağı iç sorgulama kadar, sözgelimi CHP’li seçmen kitlesinin onlarla 15 Temmuz deneyimi üzerinden kuracağı diyalogun çapı ve içtenlik derecesi de tayin edici önemde olacaktır.
Daha önce de belirtildiği üzere Recep Tayyip Erdoğan, henüz 15 Temmuz’un kutuplaş(tır)ma havasını en azından yumuşatan anıları taptaze iken o siyasete –15 Temmuz’u millet(i) ile kendisinin kazandığı zafer gibi empoze ederek edineceği kozla– daha da güçlenmiş olarak devam etme niyetini açıkça göstermişti. Hükümet ve partisinden görmüş olabileceği frenleme eğilimine rağmen bu niyetinden kolayca vazgeçmeyecek karakterde olduğunu biliyoruz. İktidar medyasının büyük bölümünün de onun izinde gittiği; hükümette, parti kadrolarında ve AKP seçmen kitlesinde fark edilebilir olan yumuşama, diyaloga girme eğilimlerini sindirmeye matuf yayınlarını sürdürdüğü de ortada.
Ama tüm bunlar, 15 Temmuz deneyiminin Erdoğan’a şimdiye kadar fazlasıyla siyasal rant sağlamış birçok kozu tamamen kaybettirmese bile büyük ölçüde etkisizleştirdiği gerçeğini görmemize engel değil. Özellikle son üç yıldır başta CHP olmak üzere tüm muhalefeti adeta genetik olarak “darbeci” olmakla ve buna Gülen cemaatinin yörüngesine girmeyi eklemekle itham edegelen Bay Erdoğan’ın bu “koz”larını kullanması artık sadece ters tepebilir. Ve görünürde bunlar kadar etkili olabilecek başkaca bir kozu da yoktur.
Ayrıca en az bunun kadar önemli bir başka nokta var. Daha bir yıl önce bu günlerde kendisini ve hükümetini “istikrar” ve “huzur içinde gelişme” ile özdeş gösterme marifetini kullanmaya soyunarak 1 Kasım seçimlerini kazanmışken; bu tarihten itibaren ülkeyi badireden badireye sürüklediğini, devraldığı her sorunu ağırlaştırmaktan başka hiçbir şey yapmadığını yığınla kanıt göstererek iddia edebilmenin tüm koşulları oluşmuştur. Yıllardır politika sahnesinde hep saldırı halinde gördüğümüz Bay Erdoğan’ın mecburen savunmaya itileceği dönem başlıyor diyebiliriz artık.
Recep Tayyip Erdoğan ve maiyeti, bu gayet muhtemel tehlikeyi ortadan kaldırmaya yetmese bile, azaltmak amacıyla halen “Fethullahçı hücreleri temizlemek” adı altında sürdürülen –ülke tarihinde görülmemiş çaptaki– tasfiye, tutuklama “harekatı”nı –MHP’yi ayrı tutmaya dikkat ederek– bütün muhalif unsurlara doğru yayabilir. [6] “Darbeciler”le dolaylı ilişki ithamının bu tasfiye ve tutuklatma dalgasını irdeleme çabalarını engelleyebildiği şu ilk haftaların tozu dumanı dağılır dağılmaz, muhalefetin ilk işi bu işlemleri nesnel ölçütler ışığında kamuoyu önünde incelemek ve tartışmak olmalıdır. OHAL ilanının verdiği yetkilerin kapsamına girip girmediğine aldırılmaksızın mevcut “dumanlı hava”dan bilistifade girişilen “devleti yeniden yapılandırma” adına alelacele yapılan düzenlemeler de öyle.
Eğer muhalefet nihayet eline geçirdiği bu saldırı-hesap sorma imkânını gereğince kullanır ve bunu AKP’li seçmen kitlesinin bilinçaltındaki ötekileştirilme endişesini depreştirmeyen yeni bir yaklaşım ve söylem içinde yapmayı becerirse Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi politik hesapları kaçınılmaz olarak berhava olacak demektir.
[1] Şüphesiz 27 Mayıs darbesi de bu zincirin ilk halkası olarak görülebilir. Ama orada içeriğine ne denli karşı olursak olalım kendi siyasal inanç sisteminden türetilmiş bir misyon ögesinden söz edebiliriz. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül’den itibaren onun yerine ordunun kendinden menkul “imtiyaz”larını koruma güdüsü almıştır.
[2] Bkz. “Darbe girişimiyle ilgili Hakan Fidan'a neden haber vermediniz diye sordum, bana bunu izah edemedi.” link
[3] Bkz. link
[4] Darbe girişiminin tepesinde kimlerin yer aldığının hâlâ muğlak oluşu da “ikinci aşama” hipotezinin kanıtı sayılabilir. O aşamaya geçilebilse idi “tepe”de elbette yüksek komuta heyeti yer alacaktı. O yüzden ilk aşamada boş bırakılmış olmalıdır.
[5] Bkz. link
[6] Şahsi bir not: Bu tutuklama furyası içinde belki binlerce insanın mağdur edildiği ve edileceği ne yazık ki gerçek. Bunların içinde ancak şahsen tanıdıklarım hakkında bilgi ve kanaat sahibi olarak konuşabilirim. Örneğin tutuklanan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç, Şahin Alpay ve Mümtaz’er Türköne’nin bırakın herhangi bir terörist eylem ve örgütle ya da “darbecilik”le ilişkileri olabileceğine inanmayı; Cemaat’in örgütsel yapısına dahil olduklarını bile sanmam. Onlar ve tüm muhtemel mağdur edilmişler adına Cengiz Çandar ve Ahmet Altan’ın T24 ve P24 sitelerinde yayınladıkları yazılara tüm kalbimle katıldığımı belirtmeyi bir borç ve yükümlülük sayıyorum.