Türkiye-İsrail: Anlaşma, uzlaşmanın teminatı olabilir mi?

Türkiye ve İsrail, altı yıl aradan sonra, uzun ve inişli çıkışlı bir müzakere sürecinin ardından ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardılar. İsrail kabinesinden geçen anlaşma metnini oylama sırası Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde. Süreç sorunsuz işlediği takdirde, iki ülke karşılıklı olarak büyükelçilerini gönderecek ve böylelikle ilişkilerde yeni temiz bir sayfa açılmış olacak. Popüler tabirle ifade etmek gerekirse, Türkiye-İsrail ilişkileri “reset”lenecek.

İmzaların atılması ardından kamuoyunda tartışmalar daha çok tarafların ne alıp ne verdiği üzerine yoğunlaştı. Hâlbuki belki de asıl tartışılması gereken müzakere sürecinin neden yer yer kesintiye uğradığı, çözümsüzlük halinin uzatılmasının bilinçli bir siyasi tercih olup olmadığı ve anlaşmanın vaat ettiği getirilerin altı senedir sürdürülen dargınlığın yol açtığı siyasi ve toplumsal hasarı telafi edip etmeyeceği.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşmesine yol açan nedenleri tahlil etmek, hem bugün vardığımız noktayı doğru şekilde değerlendirmek hem de ileride ilişkilerin daha sağlıklı bir zemine oturtulması açısından oldukça önemli. Benzer şekilde, iki ülkeyi yıkılan köprüleri onarmaya iten iç ve dış etkenleri incelemek tarafların beklentilerine ve kurulacak ortaklığın niteliğine ışık tutacaktır.

Mavi Marmara’ya adım adım nasıl yaklaştık?

İlişkilerdeki kırılma noktası, 2010 yılında Mavi Marmara olayı –9 Türk vatandaşının hayatını kaybettiği, Türkiye’den Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerince düzenlenen operasyon– olarak kabul edilse de iki ülkenin arası aslında çok daha evvelden açılmaya başlamıştı.

Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk ettiği 2008 yılının Aralık ayında İsrail Başbakanı Ehud Olmert, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek için Ankara’ya geldi. Bu görüşmeden üç gün sonra İsrail’in Gazze’de Dökme Kurşun Operasyonu’nu başlatması ilişkilerde hasar bırakan ilk darbe oldu.

1 Ocak 2009’da, Davos’taki Dünya Ekonomik Zirvesi’ne damga vuran “One Minute” krizi ise İsrail’in kendisine ihanet ettiğini düşünen Erdoğan’ın içinde biriken öfkenin dışa vuruluşuydu bir anlamda. Gazze’nin tartışıldığı panelde, kendisine İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e tanınan konuşma süresinin yarısı kadar zaman verilmesine içerleyen Başbakan Erdoğan toplantının moderatörünü taraflı olmakla eleştirmiş, Gazze’deki operasyonlara ilişkin Peres’e “Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!” diyerek diplomatik gerilimi bir üst seviyeye taşımıştı. 

 



Diğer taraftan Arap sokağında Erdoğan’ın bölge lideri olarak popülaritesini artıran “One Minute” krizi, Filistin meselesini sahiplenmenin ve bölgede İsrail’e meydan okumanın içeride ve dışarıda nasıl elverişli bir siyasi araca dönüşebileceğini gösteren bir gelişme idi.

Gazze’deki savaşın yol açtığı insani dram Türk kamuoyunda Filistin hassasiyetini tetiklerken, İsrail karşıtlığı ile iç içe geçmiş antisemitizm de yükselişe geçti. Bir taraftan basında İsrail ve Yahudileri hedefe alan nefret söylemi, diğer yanda İsrail’i karalayıcı rollerde gösteren TV dizileri toplumdaki İsrail ve Yahudi algısını şekillendirmekteydi.

2010 yılında İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Dani Ayalon Türk medyasında giderek yaygınlaşan İsrail karşıtlığını görüşmek maksadıyla Büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’u Dışişleri’nde ağırladı. Ancak toplantı sırasında patlak veren koltuk krizi ile Ayalon’un asıl niyetinin ilişkileri tamir etmekten çok, karşısındakini küçük düşürmeye çalışmak olduğu anlaşılacaktı. Büyükelçi Çelikkol’u kendisinden daha alçak bir sandalyeye oturtarak kendince diplomatik istiskale çalışan Ayalon’un tavrı Türkiye’deki İsrail karşıtlığını daha da körükledi.

Tüm bu sarsıntılara rağmen alabora olmamaya çalışan Türkiye-İsrail ilişkileri Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırı ile adeta karaya oturdu. Olaydan hemen sonra Ankara, büyükelçisini geri çekti ve bir yıl sonra da İsrail ile diplomatik ilişkiler ikinci kâtiplik seviyesine indirildi.

Türkiye’nin İsrail politikasında iç faktörlerin etkisi

Türkiye odaklı bir okuma yapıldığında, Ankara ile Tel Aviv hattının gitgide gerilip kopma noktasına gelmesinde sadece konjonktürel gelişmelerin değil, AK Parti iktidarı döneminde Türk dış politikasının geleneksel çizgisinde gözlenen sapmanın, ülkeye biçilen “bölgesel liderlik” rolünün ve karar alma sürecinde kurumlardan çok bireylerin etkin olmasının da payı vardı.

Biraz daha açmak gerekirse, AK Parti iktidarı 2007 seçimlerini takip eden süreçte ilk acemilik dönemini artık geride bırakmıştı. O zamana dek, AB üyelik hedefi çerçevesinde uygulanan reformlar ordunun sivil siyasetin dışına itilmesini ve AK Parti’nin idari gücünü gitgide konsolide etmesini sağladı.

Bu durum, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve yine merhum Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in çok yönlü ve pro-aktif dış politika vizyonlarından esinler barındırsa da, Türkiye’nin İslâm kimliğini ön plana çıkartarak özellikle eski Osmanlı toprakları üzerinde daha etkin bir dış politika izlenmesini savunan, “stratejik derinlik” kavramı üzerine kurulu dış politika stratejisinin rahatça uygulanmasına zemin hazırladı.

Bununla birlikte dış politika yapım sürecinde mevcut kadroların yerine güven duyulan danışmanlardan oluşan çekirdek gruplarla işbirliğinin tercih edilmesi, deneyimi karar alma sürecinden dışlayan, teksesli ve lideri onaylayıcı bir yapının ortaya çıkmasına neden oldu. Dış politikanın, lideri iktidarda tutacak siyasi hamleler üzerine kurulması da aslında kavramsal açıdan bir hayli muğlak olan iç politika-dış politika ayrımını tamamen ortadan kaldırdı. Böylelikle, dış siyasette atılacak adımların, içerideki siyasi tabanı harekete geçirecek, siyasi birer koza dönüşmesinin önü açıldı.

Tüm bu iç faktörlerin üzerine “stratejik derinlik” çerçevesinde Türkiye’ye yüklenen “mağdurların hamisi” ve “bölge lideri” olma rollerini de ekleyelim. Genç ve dinamik nüfus, büyüyen ekonomi, laik ve Müslüman kimlik ve jeopolitik konumuyla Türkiye’nin dış politikada etkin, yapıcı ve diyalog kanallarını açık tutan siyaseti Arap Baharı’nı takiben daha ideolojik ve mezhep odaklı bir yöne kayana dek uluslararası camianın da takdirini topluyordu. Bunun sağladığı özgüven, hükümetin daha cesur adımlar atmasına dayanak sağlıyordu. Ancak doğu-batı eksenleri arasında gözetilen denge politikasının terk edilerek, Ortadoğu liderliğine odaklanılması İsrail ile ilişkilerin bozulmasının maliyetini bir anlamda düşürdü. Aksine İsrail’e meydan okumak bölge ülkelerinin sempatisini kazandırıyordu. Bu sebepledir ki İsrail’i ve İsrailli liderleri kişisel olarak hedef alan sert söylemler gündelik siyasetin bir parçası haline geldi.

Dolayısıyla Türkiye, İsrail ile Mavi Marmara sonrası ilişkileri düzeltmek için özel bir çaba içine girmedi. Ekonomik ilişkileri siyasi bunalımdan izole etmeyi başaran iki ülkenin aslında arasının iyi olduğunu, bilinçli olarak anlaşmazlık görüntüsü ardına sığındıklarını iddia edenler bile oldu. Oysa Arap Baharı’nın yarattığı belirsizlik içinde Türkiye ve İsrail’i bölgede iki istikrarlı ülke olarak gören ABD, Ankara ve Tel Aviv’i barıştırmaya çalışıyordu. Bu anlamda perde arkası diplomatik temaslar sürmeye devam etti.

Mavi Marmara Sonrası Hasar Tespiti

Mavi Marmara ertesinde Türkiye, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi için 3 şart öne sürdü: Bunlar sırasıyla özür dilenmesi, Mavi Marmara kurbanlarının yakınlarına tazminat ödenmesi ve Gazze’de 2007’den bu yana uygulanan ablukanın kaldırılmasıydı.

2013 yılının Mart ayında ABD Başkanı Obama’nın Erdoğan ile yaptığı bir telefon konuşması esnasında telefonu verdiği Başbakan Binyamin Netanyahu’nun olayla ilgili üzüntüsünü dile getirmesiyle şartlardan ilki yerine getirilmiş oldu. O dönem basına yansıyan iddialara göre, Netanyahu Erdoğan’a –barış koşulları elverdiği müddetçe– Gazze’ye insan ve mal giriş çıkışında koşulların rahatlatılacağı teminatını verdi. Karşılığında Türkiye’nin Mavi Marmara operasyonundan sorumlu İsrail askerleri ve üst düzey yetkililer hakkında açılmış davaları düşürmesi üzerinde anlaştılar.

Özrün ardından tazminat miktarı ve Gazze ablukasının kaldırılması için görüşmeler başladı. Zaman içinde tarafların 20 milyon dolar tazminat miktarı üzerinde anlaşmaya vardıkları, abluka konusunda ise nispeten ortak bir noktaya yaklaştıkları basına yansıdı. Ancak hem iç hem de dış siyasetteki birtakım gelişmeler anlaşma için uygun ortamın oluşmasını engelledi.

Mayıs ayında patlak veren Gezi protestoları, yıl sonuna doğru ortaya çıkan 17-25 Aralık yolsuzluk skandalları Türkiye’de gündemin ibresini iyice iç siyasete çevirdi. Şubat 2014’e geldiğimizde Başbakan Erdoğan İsrail ile taslak anlaşmayı tamamladıklarını ancak Netanyahu’nun imzaları geciktirdiğini söylerken aslında önemli bir noktaya işaret ediyordu. 2014 Mart’ında yerel seçimlere giden Türkiye’nin iç siyasetindeki çalkantıların İsrail’i hükümet değişikliği beklentisi içine sokması imzaların atılmasını geciktiren etkenlerden biriydi. Bu süreçte bölgede beklenmedik şekilde gelişen olaylar zinciri de müzakere sürecinin aksamasına katkıda bulundu.

2015 Haziran ayında IŞİD Musul’u işgal edip, Türkiye’nin Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz’ın da dahil olduğu 49 kişiyi rehin aldı. Terörle ilgili ezber bozan vahşetiyle nam salan örgüt, kısa sürede Irak ve Suriye’de yayılarak Türkiye’ye komşu oldu.

Öte yandan, Temmuz ayında İsrail’in Gazze’de başlattığı Koruyucu Hat Operasyonu, yol açtığı sivil kayıplar ve bölgesel tahribat nedeniyle sadece Türkiye’den değil, uluslararası kamuoyundan da tepki topladı. Türkiye’de aralarında Mavi Marmara yardım seferini düzenleyen sivil toplum kuruluşlarının da bulunduğu muhafazakâr kesimler İsrail’in operasyonlarının hesabının Türkiye’de yaşayan Yahudilerden sorulması gerektiğini savundular. Hatta sosyal medya ve basında 6-7 Eylül benzeri pogrom çağrıları yapıldı. Tüm bu tatsız gelişmeler Türkiye-İsrail arasında yakınlaşma adımlarını rafa kaldırdı.

Değerli Yalnızlıktan “Birbirine İhtiyaç Duyan İki Ülke”ye

2015 yılına girdiğimizde bölgesel dinamikler Türkiye ve İsrail’i yeniden yakınlaştırmaya başladı. Bunda kuşkusuz 2013 yılında p5+1 ülkelerinin İran’la başlattıkları nükleer müzakere sürecinin imza aşamasına ilerlemiş olmasının payı vardı. Bölgede başta İran olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan’ı içine alan Şii hilalinin nüfuz kazanması Türkiye ve İsrail’i Suudi Arabistan’ın liderlik ettiği Sünni blok yanında konumladı.

İran’la yakınlaşan ABD’nin kendisinin güvenlik kaygılarını göz ardı ettiğini düşünen İsrail, bir taraftan Gazze Savaşı’nın uluslararası kamuoyunda tetiklemiş olduğu İsrail karşıtlığını onarmaya çalışırken, bölgede kendini güvence altına alacak ittifak ağları kurma gayreti içine girdi. Bu anlamda İran tehdidi ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme algısı bölgede daha önce alışılmadık ortaklıkların önünü açtı. İsrail ile görüşmenin Arap dünyasında bir tabu olduğunu düşünürsek, Suudi Arabistan ve İsrail’in 2014’ten beri perde arkasında beş kez bir araya geldiği ve İran konusunda kararlar aldığı ortaya çıkacaktı, üstelik de taraflarca inkâr etme ihtiyacı duyulmaksızın.

Diğer yandan Sina’da giderek artan terör saldırılarından dolaylı da olsa Hamas’ı sorumlu tutan Mısır’ın güvenlik ve ekonomik çıkarları İsrail’le yakınlaşmasını sağladı. Arap dünyasıyla ilişkilerini Filistin meselesinden soyutlamayı başaran İsrail, yıl sonuna doğru Abu Dabi’de de ilk diplomatik ofisini açtı.

Denklemin bir de Türkiye tarafına bakalım. Öncelikle Türkiye’nin Esad rejiminin kısa sürede yıkılacağı varsayımı üzerine kurulu Suriye politikası büyük ölçüde başarısızlığa uğradı. Arap Baharı döneminde Müslüman Kardeşler çizgisindeki yönetimlerin başa gelmesini destekleyen, ideoloji temelli dış politika stratejisi de, siyasi gelişmelerin gerektirdiği esnekliğin gösterilememesi sonucunda Türkiye’nin birçok ülkeyle arasının bozulması ve bölgede yalnızlaşmasıyla sonuçlandı. 2011 yılının başında bölge liderliği hedefiyle yola çıkan Türkiye’nin 2015 yılına gelindiğinde İsrail, Libya, Suriye ve Mısır’da büyükelçisi kalmamıştı. Dış politikada gelişmeleri, çıkarları doğrultusunda tek başına yönlendirme gücü olmaması, Türkiye için revizyonu elzem kılıyordu.

Üstelik Arap Baharı’nın bölgede yol açtığı tahribatın ekonomik faturası da oldukça yüksekti. Libya pazarını kaybeden Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta çatışmalar sebebiyle sınır ticareti sekteye uğradı. Karayolu yerine denizyoluyla Mısır limanlarından Ortadoğu pazarlarına ulaşmak isteyen Türkiye’nin ticareti, Mısır’la bozulan ilişkiler neticesinde Sisi hükümetinin Ro-Ro anlaşmasını yenilemeyeceğini duyurmasıyla bir darbe daha aldı.

Bu bağlamda dış politikada gereksinim duyulan değişimin ilk tohumları Mart ayında Riyad’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile tahta yeni geçen Suudi Arabistan Kralı arasında gerçekleşen toplantıda atıldı. Kral Salman’ın Erdoğan’la aynı tarihte Riyad’da bulunan Mısır Devlet Başkanı Sisi ile arasında arabuluculuk girişimleri sonuçsuz kalsa da, Türkiye Suriye’de Esad rejimine ve bölgede İran’ın hegemonyasına karşı mücadele eden Suudi Arabistan’la aynı safta yer alarak, Yemen’de başlatılan operasyona da destek verdi.

Revizyonun bir sonraki ayağı, Haziran ayında Roma’da Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail Dışişleri Direktörü Dore Gold arasında gerçekleşen gizli görüşmenin duyurulmasıyla ortaya çıktı. Mavi Marmara sonrası normalleşme yolunda Türkiye’nin öne sürdüğü şartları müzakere etme amacıyla görüşmeler yeniden başlatıldı. Temmuz ayında, IŞİD karşıtı koalisyona katılma kararı alan Türkiye, yıl sonuna doğru mülteci krizi üzerinden sürdürülen pazarlıklarla da olsa AB üyelik sürecini de yeniden aktive ederek Batı ittifakıyla bağlarını güçlendirme yoluna gitti.

Bu dönem zarfında Türkiye-İsrail yakınlaşmasını hızlandıran en önemli gelişme kuşkusuz 24 Kasım’da Rus uçağının düşürülmesiydi. Krizin ekonomik ve siyasi faturasının telafi edilmesi için Türkiye revizyon politikasına ağırlık verdi. Doğalgaz ihtiyacının yarısından fazlasını, petrol ihtiyacının ise üçte birini Rusya’dan karşılayan Türkiye’nin, halihazırda Ukrayna örneğinden endişe duyarak enerji kaynaklarını çeşitleme ihtiyacı ve anlaşıldığı takdirde Akdeniz’den boru hattıyla Türkiye’ye gelecek İsrail gazı beklentisi Ankara’yı Tel Aviv ile işbirliğine itti.

15 Aralık’ta İsviçre’de bir araya gelen Türk ve İsrailli heyetler ön anlaşmaya vardıklarını duyurdu. Çerçeve anlaşmanın basına yansıyan detaylarına göre, İsrail, Mavi Marmara saldırısında ölenlerin ailelerine 20 milyon dolar tazminat ödeyecek; karşılığında Türkiye’de İsrail askerlerine karşı açılan davalar düşürülecek; 2014 Gazze Savaşı’nın başlamasına zemin veren üç yerleşimci gencin kaçırılıp öldürülmesi olayından sorumlu tutulan Hamas üyesi Salih El Aruri ülkeden sınırdışı edilecek; iki ülke enerji işbirliği kapsamında boru hattı projeleri üzerinde çalışmalara başlayacak ve karşılıklı büyükelçiler yeniden görevlendirecekti. 22 Aralık’ta Aruri’nin sınır dışı edilmesi ardından müzakere süreci hız kazandı. Ancak tarafların Gazze’deki ablukanın kaldırılması ve Türkiye’deki Hamas bürolarının kapatılması konularında görüş ayrılığı içinde olmaları nihai anlaşmayı geciktirdi.

Anlaşmadaki pürüzlere eğilmeden önce Türkiye İsrail yakınlaşmasının güvenlik boyutuna değinmekte fayda var. 2016 Ocak ayını takiben Kilis’i hedef alan IŞİD’in roket saldırılarındaki artış, fırtına obüslerinin bu saldırılara karşılık vermekte yetersiz kalışı, çözüm sürecinin bitişiyle Güneydoğu’da iç savaşa dönüşen çatışmalar, bu bağlamda Mayıs ayında Çukurca’da Süper Kopra helikopterinin PKK tarafından portatif yerden havaya füze sistemiyle (MANPAD) düşürüldüğü iddiası gibi gelişmeler Türkiye’yi savunma stratejisini gözden geçirmeye ve güvenlik kapasitesini artıracak işbirliği arayışlarına teşvik etti. ABD Kongresi’nin Türkiye’ye vermek konusunda ayak dirediği silahlı insansız hava araçlarının İsrail’den temin edilebilme olasılığının yanısıra Iron Dome (Demir Kubbe) gibi füze savunma kalkanı teknolojisine sahip olması da İsrail’i cazip bir partner olarak ön plana çıkarıyordu.

19 Mart’ta Beyoğlu’ndaki üç İsraillinin de hayatını kaybettiği bombalı saldırı ise küresel teröre karşı iki ülkenin istihbarat işbirliğinin önemini vurgulayan ve hükümetler arasında buzları eriten bir diğer gelişme oldu. Saldırı ardından gönderilen karşılıklı taziye mesajları ve İsrail Devlet Başkanı Rueven Rivlin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki telefon konuşmasının liderler bazında yeni bir sayfa açabileceği yönünde beklentiler arttı. Nitekim Türkiye, Mayıs başında İsrail’e yönelik NATO vetosunu kaldırarak, güvenlik konusunda işbirliğine açık olduğunun sinyalini verdi. Yine de iki ülke arasında nihai anlaşmanın imzalanması 27 Haziran’a kadar uzadı.

Gazze ve Hamas Düğümü

Türkiye için Gazze’deki ablukanın kaldırılması normalleşme için öne sürülen üç şarttan biriydi. İçerideki muhafazakâr tabanın hassasiyeti bu konuda atılacak bir geri adımın siyasi maliyetini de yükseltiyordu. Ne var ki İsrail açısından abluka meselesi sadece kendisini değil Mısır’ı da ilgilendiren bir güvenlik sorunuydu. Sisi hükümeti, kendi güvenlik gerekçeleriyle Gazze’nin diğer bir nefes borusu sayılan Rafah Kapısı’nı Ekim 2014’te kapama kararı almıştı. Türk tarafının Gazze’deki ablukayı kırmak için teklif getirdiği Gazze’ye yüzer liman yapılması gibi projeler, bölgede Mısır’ı karşısına almak istemeyen İsrail tarafından Gazze’ye silah ve mühimmat girişini denetleyememe riskinden ötürü kabul edilmedi. Bu açıdan bakıldığında İsrail’in Gazze’deki ablukanın tamamen kaldırılmasını kabul etmesi daha en başından gerçekçi bir beklenti değildi.

Tarafların çözmeye uğraştıkları bir diğer konu ise Hamas bürolarının kapatılmasıydı. İsrail terör örgütü olarak gördüğü Hamas’ın faaliyetlerini Türkiye’den idare ettiğini savunuyordu. Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak kabul edilen Hamas’ı, direniş örgütü olarak gören AK Parti hükümeti ise harekete sırtını dönmeden orta bir formül bulma arayışındaydı. Nihai anlaşma metni bu iki sorunlu madde üzerinde tarafların esneklik gösterebilmesi neticesinde imzalandı.

Anlaşma Detayları

Uzun ve meşakkatli bir müzakere sürecinin ardından imzalanan anlaşmayı her iki ülkenin iktidarı kamuoyuna bir zafer olarak sunmaya çalıştı. Dolayısıyla, liderler kazanımları ön plana çıkaran bir siyasi söylem benimsediler. Başbakan Netanyahu imzaların önünü açacak enerji anlaşmalarının sağlayacağı ekonomik getirilerin altını çizdi. Bu bağlamda Türkiye’ye yapılması planlanan gaz ihracatının İsrail’e yıllık 2 milyar dolar getirisi olacağı tahmin ediliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise anlaşmanın Gazze halkının yaşam koşullarına olumlu etkisini bu anlamda Türkiye’nin öncü rolünü vurgulamayı seçti. Her ne kadar Cumhuriyet gazetesi, ulaştığı anlaşma metninde ablukaya ilişkin bir madde olmadığını belirtse de iki ülkenin attığı imzalar neticesinde bundan böyle Türkiye’den Gazze’ye gönderilecek sivil amaçlı malzemeler İsrail tarafından Aşdod Limanı’nda denetlendikten sonra karayoluyla Gazze’ye ulaştırılacak. Mersin’den yola çıkan ilk geminin taşıdığı on bin tonluk yardım malzemesi bayramda Gazze’lilerin eline geçti. Yine anlaşma çerçevesinde, Türkiye’nin Gazze halkının yaşam koşullarını iyileştirecek hastane, enerji santrali ve su arıtma tesisi gibi altyapı yatırımlarına ilişkin temaslar kurmak üzere gönderdiği heyetler geçtiğimiz hafta bölgeydi.

İsrail, Mavi Marmara’da hayatını kaybedenlerin yakınlarına ödeyeceği 20 milyon dolarlık tazminatı, Türkiye’de İsrail askerlerine açılmış davaların düşürülme şartına bağladı. Karşılığında ise, Türkiye’deki Hamas bürolarının yalnızca diplomatik temsil amacıyla açık kalmasını kabul etti. İki ülkenin istihbarat şeflerinin anlaşma öncesinde yapmış oldukları toplantıda Türkiye’nin Hamas faaliyetlerine ilişkin İsrail’e güvence verdiği basına yansıdı.

Siyasi liderlerin söylemine karşılık, bugün her iki ülkede de anlaşma koşullarından hoşnut olmayan kesimler var. Örneğin, Hamas ofislerinin açık kalmasını eleştiren Yedioth Ahronot gazetesi anlaşmayı “teslimiyetin belgesi” olarak manşete taşıdı. Türkiye’de ise Mavi Marmara mağdurları ve muhafazakâr kesimler gerek Gazze’deki ablukanın kısmen kaldırılmış olması gerekse davaların düşürülmesi konusunda ödün verilmiş olmasına fazlasıyla tepkili. 2010 yılında Mavi Marmara gemisi sefere çıkmadan önce İsrail’in Türkiye’ye yapmış olduğu teklifin altı yıl sonra aynen kabul edilmiş olması, istenilseydi kriz önlenebilir miydi sorusunu ister istemez akla getiriyor.

İmzaların Atılması Kalıcı Bir Uzlaşmanın Teminatı Olabilir mi?

Kuşkusuz, anlaşmanın imzalanması ile ilişkilerin normalleşmesi yönünde önemli bir eşik geride bırakılmış oldu. Ancak tarafların bundan sonraki süreci nasıl yönetecekleri Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrine yön verecek. Geçen altı sene zarfında, yitirilen güvenin yeniden tesis edilmesi iki ülke arasında siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğinin derinleşebilmesi açısından önemli. İmzaların, “stratejik derinlik” vizyonunun mimarı Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevini Binali Yıldırım’a devrettikten sonra atılmış olmasını Türkiye’nin dış politikada yeni bir sayfa açma niyetinin göstergesi olarak okumak mümkün. Bu açıdan Türkiye-İsrail yakınlaşması, Başbakan Yıldırım’ın “dostlarımızın sayısını artırıp, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız,” beyanıyla ifade edilen ancak temelleri daha evvelden atılmış, dış politikada revizyon yöneliminin bir ürünü. Hükümet bu açılım sürecini Rusya, Mısır ve hatta Suriye ile ilişkileri düzeltme yoluna giderek devam ettireceğine dair sinyaller vermekte.

Buna karşılık, daha önce değinildiği gibi, dış politikadaki karar alıcılar, ülkenin uluslararası imajı ve dış politika-iç politika ayrımına ilişkin sorunlar geçerliliğini hâlen koruyor. Dolayısıyla revizyonun dış politikada sadece yüzeysel bir rota değişikliği olarak kalma riski var.

Ayrıca geçmişten bugüne, Türkiye-İsrail ilişkilerinin yumuşak karnını oluşturan İsrail-Filistin sorunu çözüme kavuşturulmadığı müddetçe yeni kriz alanları yaratma potansiyeline sahip. Böylesi bir durumda özellikle anlaşma koşullarından hoşnut olmayan kesimlerin seslerinin daha gür çıkacağını tahmin etmek güç değil.

Tüm bu tuzaklara karşın, konjonktürel gelişmelerin teşvik ettiği normalleşme süreci Türkiye’nin değer bazlı bir dış politika çizgisinden çıkar temelli, pragmatik bir çizgiye doğru evrildiğini gösteriyor. Siyasi iradenin bu çizgiye sahip çıkması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha gerçekçi bir zemine oturtulmasını sağlayarak, krizlerin daha az hasarla atlatılmasını mümkün kılacaktır.