Eğer olağanüstü bir gelişme araya girmezse, iktidardaki partiler en geç bu Mayıs ayı ortasında acilen yasalaşması istenen bir “demokratikleşme paketi”ni Meclis’e ve kamuoyuna sunmuş olacaklardır.
Bilindiği gibi bu girişimi zorunlu kılan faktör, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne alınıp alınmaması hakkında nihai kararı verecek Birlik Parlamentosunun tutumudur. Bu parlamentoyu tatmin edecek bir demokratikleşme projesini yürürlüğe koymadığı takdirde üyeliğinin onaylanmayacağı Türkiye’ye açıkça bildirilmiştir. Dolayısıyla eğer önümüzdeki günlerde iktidar partilerinin öncülüğünde bir “demokratikleşme” paketi yasalaşır ve yürürlüğe girerse, bu hiç de o partilerin ta 1980’li yıllardaki muhalefet dönemlerinden beri Türkiye toplumuna verdikleri sözün yerine getirilmesi olmayıp, –ne yazık ki bu ülkenin demokratikleşme sürecindeki hemen her önemli adım gibi– “dış faktör” zorlamasıyla yapılan bir düzenlemedir.
Nitekim iktidara geldikten sonra açıkça görülmüştür ki; özellikle hükümetin büyük ortağı DYP’de ciddi bir demokratikleşme niyeti olmadığı gibi, partide ağırlıklı bir kesim o yöndeki girişimleri kösteklemeye kararlı bir anlayışa sahiptir. Ve şimdi “paket”in esas sahibi rolünü üstlenmeye hazırlanan DYP’nin bu anlayış ve yapısı da değişmiş değildir. Ancak DYP’nin mevcut durumda Gümrük Birliği’ne katılmayı Türkiye için neredeyse toptan bir kurtuluş kapısı olarak sunmaktan başka çaresi kalmamıştır. Gümrük Birliği’-ne kabul edilmeyi –kendi hanesine yazılacak– çok büyük bir başarı, âdeta çağ açan bir olay olarak sunup, bu “kozu” kullanarak yitirdiği oy desteğini yeniden sağlamayı, hattâ bu kozun rüzgârıyla önümüzdeki seçimi kazanabilmeyi hesaplamaktadır. Üç yılı aşan iktidar döneminde bırakın demokratikleşme yönünde adım atmayı, hattâ atılan adımları kösteklemekle yetinmeyi, ülkenin demokrasi sicilini daha da karartan girişimlerin öncülüğünü kimseye bırakmamış bir DYP’yi “demokratikleşme paketi”ne sarılmaya iten hesap budur.
Kaldı ki DYP, ortağı CHP’nin ister göründüğü Batı standartlarına yakın bir demokratikleşme paketini yasalaştırma niyetinde de değildir. O, Türkiye’nin Gümrük Birliği kapısından itile kakıla da olsa sokulmasına yetecek kadar bir “demokratikleşme”den yanadır. Batı’nın o pakete özellikle Kürt sorununa demokratik çözümler arama imkânı verip vermediği noktasından da not vereceğini bilmekte, bunun için “paket”in bu sınavdan da kıl payı sıyrılabilecek kadar esnemeye müsait olmasını yeterli bulmaktadır.
Yani Türkiye empoze edicisi ve onay makamı “dışarıda” olan bir “demokratik” düzenleme planına kendisini uyduracaktır. MHP de dahil merkez partilerinin hiçbiri paketin bu özelliğinden rahatsız değildir. Yasalaşma ve ilk uygulama safhasında Batı’dan paketin Gümrük Birliği’ne kabul için yeterli olamayacağına dair uyarılar alınırsa ona bir miktar daha demokratikleşme eklemeye de hazırdırlar.
Görünen odur ki; paketin yasalaşması sürecinde sadece CHP, bu düzenlemenin sırf Gümrük Birliği’ne giriş vizesi alınabilmesi faktörü gözetilerek yapılmasını yeterli görmeyip, Türkiye toplumunun da daha fazla demokratikleşmeye ihtiyacı olduğu tezini ileri sürecektir. CHP bunu yapmakla, daha fazla demokrasi talep eden Alevi ve Kürt toplulukların eğilimlerine sözcü olmayı ve böylece yakın döneme kadar önemli kısmıyla ona oy desteği sağlamış, ama son yıllarda uzaklaşarak ayrı mecraların arayışına girmiş bu toplulukları yeniden “kazanmayı” deneyecektir.
Fakat tutumlarını bu topluluklara göre değil, ülke çoğunluğunu oluşturan Sünni Türk ve Türkleşmiş toplulukların siyasal eğilimlerine göre “ayarlayan” merkez-sağ partiler yelpazesinin zımni işbirliği karşısında CHP’nin yalnız kalacağı ve paketin bu merkez-sağ “blok”un isterleri doğrultusunda yasalaşacağı şimdiden bellidir.
Bu partiler, asıl temsilcisi olmak için rekabet ettikleri o çoğunluğun, özellikle 1990’lı yılların olayları içinde şekillenen düşünüş tarzıyla, daha ileri bir demokrasi istemek şöyle dursun, mevcut düzeyi dahi gönülsüzce kabullenme noktasında olduklarını bilmekte ve partiler olarak da aynı kanıyı esasta paylaşmaktadırlar. Örneğin Kürt sorununun daha fazla demokrasi ile barışçıl bir çözüm mecrasına gireceği yolundaki tezler, bu çoğunluğun ve merkez-sağ partilerin indinde yenilgiyi, başedememeyi kabullenme çağrısı gibi algılanmaktadır. Bu ruh hali içinde “daha fazla demokrasi” ile öncelikle Kürtlerin ve sırasıyla Alevilerin... edineceği hak ve garantiler –hiç de somut bir dayanağı olmadığı halde– âdeta kendilerinden alınıp “öteki”lere verilen, dolayısıyla “biz”i zayıflatan şeyler olarak görülebilmektedir. Şüphesiz bu, özellikle 12 Eylül rejiminin devleti Türk-İslâm sentezinin mantığınca yeniden tanziminin büyük etkisiyle Sünni-Türk çoğunluğa empoze edilmiş bir “egemenlik” duygusu ile doğrudan ilişkili bir “rahatsızlık”tır.
O duygu ve rahatsızlık, bilhassa PKK hareketinin genişlemesi ve güvenlik güçlerinin bir türlü bu sorunun üstesinden gelememesi ile artmış, sonuçta “askerî çözüm”den başka yollar aranmasını “özü”nden taviz vermek gibi algılatan gayet gerilimli bir ruh haline gelip dayanmıştır. Türk milliyetçiliğinin beratına sahip MHP’yi hızla popülerleştiren ve merkezdeki tüm partileri de etkisi altına alan bir faktördür bu.
O halde “demokratikleşme paketi”nin gündeme getirileceğinin belli olduğu 1995 Mart’ında, “dış faktör”, yani Batı belli bir demokratikleşmeyi zorunlu koşul olarak empoze ederken, ağırlıklı iç faktörün “demokratikleşme”ye bakışı yukarıda belirtildiği gibi idi. “Batı”nın zorlaması çözülen Türkiye toplumunun kendilerini “azınlık” konumuna itilmiş gibi hisseden topluluklarınca bir tutunum imkânı olarak görülüp benimsenirken, kendisini sadece çoğunluk gibi değil, “egemen” gibi de görmeye alışmakta olan Sünni Türk, Türkleşmiş kitleler demokratikleşmeyi en azından “tehlikelerle yüklü” bir gelişme olarak görme noktasındaydılar. Ayrıca bu kesim, kimlik ve egemenlik bilincinin somut ifadesi gibi anlamlandırdığı Ordusunun Güneydoğu’da nihai sonucu alamadığını da görüyor, o da Orduyla birlikte “demokratikleşme”nin bu durumda gündeme sokulmasının “yenilgi”yi kabul ve tescil demek olacağını düşünüyordu.
Merkez partileri ve özellikle işbaşındaki iktidar partileri, “dışarı”nın zorlaması ile içerideki çoğunluğun bu düşünüş tarzı arasındaki uyuşmazlığın oluşturduğu kilitlenmeyi PKK hareketine karşı büyük çapta bir harekâtla aşmayı deneyebilirlerdi. Bu harekâtla kesin sonuç alınmalıydı; daha doğrusu ülke çoğunluğunun kesin sonucun alındığı, PKK’nın “belinin tamamen kırıldığı” izlenimini edineceği biçimde yürütülmeli ve sunulabilmeliydi. Böylece hem ordunun –dolayısıyla kendisini onunla özdeşleştirmiş “egemen” çoğunluğun– “şerefi” korunmuş olacak, hem de aynı unsurların “demokratikleşme”yi bir taviz, bir bedel gibi algılayan gerilimli ruh hali yatıştırılmış olacaktı.
O nedenle, merkez partilerin tam desteğiyle Kuzey Irak’ı da kapsayan bu çok geniş çaplı ve iddialı askerî harekâtın gerçekten de PKK’nın “işini bitirecek” sonuçlar alıp almadığı sorusunun serinkanlı bir cevabı bu bağlamda önemli değildir. Önemli olan öldürülen PKK’lı sayısı, o da yetmezse ele geçirilen, tahrip edilen lojistik malzemenin büyüklüğü ile PKK’ya ne denli ağır bir darbenin vurulduğu izlenimini yaratabilmek, ülke çoğunluğu nezdinde bir “nihai zafer” değilse bile, büyük bir galibiyet havası yaratabilmektir. Devletin tüm propaganda imkânları seferber edilerek başlatılan ve hâlâ da devam eden “Mehmetçik’le el ele” kampanyası –ki toplum, bireyler ve her türden kuruluşu ile bu kampanyaya katılmaya “çağrılmaktadır”– o galibiyet havasını pekiştirmek üzre devreye sokulmuştur.
Bu ortamda demokratikleşme paketi, egemen çoğunluğun isteği veya rızasından çok, “ses çıkarmaması” gibi pasif bir faktörün varlığında “dış faktör” gözetilerek yasalaştırılabilecektir.
Ancak görünen odur ki, merkez-sağ partilerin damgasını taşıyacak bu “paket” o içerikte olacaktır ki; eğer umulan olmaz, yani Türkiye Gümrük Birliği’ne kabul edilmez ise, paket yürürlükten kaldırılmasa bile, uygulama yeniden eski haline, hattâ eskisinden daha da daralacak bir çerçeveye döndürülebilecektir. Çünkü bu durumda paketin verdiği kadarıyla bile olsa demokratikleşmenin –çoğunluk nezdindeki– gerekçesi kalmamış olacaktır. Az önce de işaret edildiği üzre, bu çoğunluğun ve onları temsil eden, eğilimlerini yansıtan merkez-sağ partilerin yaklaşımında bu demokratikleşme, zaten onların kendileri için de talep ettikleri bir şey değil, Gümrük Birliği’ne alınmak gibi bir kazanımın karşılığında ödemeye razı olunan bir bedeldir.
Vurgulamak istediğimiz nokta, Türkiye’deki çoğunluğun “daha fazla demokratikleşme”yi kendisinden, yani egemenlik statüsünden verilen bir “bedel” bir “taviz” olarak gören bir yaklaşımın zemininde durduğudur. DYP, şu anda bu çoğunluğun sayısal olarak az bir bölümünü temsil etmekle birlikte, bu kesimin tümüne egemen mantığın en çıplak biçimini sergilemekte, zaten bir araç olarak kavrayageldiği demokrasiye artık mübadele edilebilir bir maldan öte değer biçmediğini göstermektedir.
O nedenledir ki; eğer 1995 Sonbaharında Türkiye Gümrük Birliği’ne alınmazsa, DYP’nin bilhassa körüklediği o aşırı –ve çoğu gerekçesiz– beklentiler balonunun patlamasından doğacak tepki, öncelikle DYP’yi önüne katıp sürüklerken, bu parti tutunabilmek için bu kez de demokrasinin bir mal gibi elden çıkarılmasının “öncülüğü”ne soyunabilecektir. Böylece Türkiye’deki çoğunluğun demokrasi anlayışının temsilcisi ve ana mecrası olarak başladığı tarih, demokrasiyi hiçbir zaman bir amaç, gelişmenin tâbi kılınacağı bir “norm” olarak benimsememiş o anlayışın tam bir iflasıyla sonuçlanmış olacaktır.
Burada, kritik önemde olacağını sadece belirtmekle yetineceğimiz 1995 Sonbaharındaki durum ve muhtemel gelişmeler bahsine girmek değil amacımız. Şu anda Türkiye toplumunun en önemli sorunlarının birbirlerine zincirlenmiş olarak 1995 Sonbaharında öyle ya da böyle çözülecek bir düğüm oluşturduğunu vurguluyor ve bu düğümün ortasında yer alan “demokratikleşme” halkasının Türkiye’deki çoğunluk –ve “siyasal sınıf”– içinde hiç de sağlam tutamakları olmadığı noktasına işaret etmek istiyoruz.
Görünen odur ki; Türkiye toplumunun ’90’lı yıllarda tam bir çözülüş haliyle de dışa vuran bunalımı ve o çözülmenin yarattığı belirsizlik durumu, 1995 Sonbaharında yaşanacak bir “karar noktası”ndan sonra yerini şöyle veya böyle bir “netleşme” sürecine bırakacaktır.
Eğer, tüm kısıtlılığına rağmen yasalaşacak bir “demokratikleşme paketi”nin yürürlüğe gireceği şu önümüzdeki üç-beş aylık dönemde, “çoğunluğun” bu pakete razı olurken dikkate aldığı varsayımlar doğruymuş gibi görünürse, yani örneğin yaz aylarında spektaküler bir PKK eylemliliği olmaz ve umulduğu üzre Türkiye Gümrük Birliği’ne alınırsa, 1995 Sonbaharıyla birlikte Türkiye’nin –herhalde erkene alınmış– bir genel seçim süreci bağlamında görece barışçıl bir “netleşme” dönemi yaşayabileceğini ve bu ortamda çoğunluğun demokratik haklarını kullanmak ve genişletmek için eylemlerde bulunacak her kesimi “anlayışla” karşılayan bir havada olabileceğini tahmin edebiliriz.
Ama aksi olur, özellikle Birikim’in geçmiş sayılarında birçok kez işaret ettiğimiz ihtimal, yani PKK’nın kır gerillasından şehir gerillasına doğru “evrildiği” –haliyle çok kanlı ve dehşet yüklü olabilecek eylemlerle– ortaya çıkarsa... işte bu durumda şimdiye kadar kendisini şu çözülmüş Türkiye toplumunda “öteki”lere karşı güvenlik güçlerinin şahsında devlet aracılığıyla konumlamış duran, kendiliğinden harekete sınırlı biçimde geçmekle yetinen çoğunluğun –ne anlama gelebileceğini tahmin edeceğimiz– eyleme geçmesi ihtimali son derece yükselmiş olacaktır.
Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde ise artık sözün hiçbir geçerliliği kalmamış demektir.
ÖMER LAÇİNER