“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak operasyonu” denen işin Kürt meselesiyle ve jeostratejiyle ilgili sonuçları zamanla belirginleşecek. Bu işin gündelik hayata yansıyan görece ‘küçük’ sonuçları ise ayan beyan ortada - ve yeterince önemli. Bunlara kısaca değinerek altını çizmekte fayda var.
Türkiye toplumunun zaten hiçbir zaman eksikliğini hissetmediği askerileşme, had safhaya varıyor. Gazete yorumcuları Genelkurmay Plan ve Prensipler Başkanı jargonuyla konuşuyor. Başbakan, usulen “barış olsa” diyen çocukları bile “savaşa gidecek misiniz?” sözleriyle okşuyor. Zaten yüksek asker istihdamıyla fiilen gerçekleştirilmekte olan “ordu-millet” şiarı, günlük hayatın simgesel ve törensel evrenine hükmediyor.
12 Eylül döneminin plan tatbikatlarından birinin adıyla “ordulaşmış millet”in sivil sektörleri, anlamı pek de sembolik olmakla kalmayan mali destek için seferber edildi. Kamu kuruluşlarının ve bankalarının büyük boyutlu bağışlarıyla körüklenen “Mehmetçikle Elele” kampanyası, bir nevi ‘milli yoklama’ kontrolüne dönüştü: Üniversite vs. kamu kuruluşlarına yollanan ve beklenen gönüllü bağışların miktar skalasını bildiren genelgeler; televizyonda “eminim ki ilimizdeki çiftçilerimizin gönüllü kuruluşları, sanayicilerimiz büyük bir bağış rekabetine girecektir” işareti veren valiler; “şehrimizin büyük işadamlarını göremiyorum” diyen dernek temsilcileri; hatta isim vererek mahallelerindeki müteahhitlerin ve siyasi parti temsilcilerinin hâlâ bağış verip vermediğini ‘yoklayan’ vatandaşlar... Vatandaşların birbirini gözetleme güdülerini de azıcık okşayan bu medyatik içtima ayini; birazcık da, ilk günlerde ‘yetersiz’ görülen “milli coşku”yu takviye amacını taşıdığı izlenimini uyandırıyor. “Çelik Harekatı”nın hedef ve anlamı ve karar mercii ile ilgili soru işaretleri, bu kampanyanın yağdırdığı ünlemlerle örtülüyor.
Olup biten somut ve gerçek şeylerle ilgili akıl yürütmeyi dumura uğratan bu seferberlik halinin hedefi, esas olarak bizzat kendisi. Onun ötesinde, alabildiğine afaki ve ‘ortaya’ söylenerek, “Türk milletini bölmek isteyenler”e nişan alınıyor. Herkese nişan alabilen bu atışların salvosu, çok geçmeden, “Avrupa/Batı” hedefine kitlendi. Yabancı korkusu ve düşmanlığı, ecnebi dergilerde yazı yayımlayan yazarlarımızı bile kriminalize edecek düzeyde kabardı. İsviçre-Türkiye milli maçının sonucunu kutlamak üzere -yine televizyonun hararetli teşvikiyle- sokağa dökülen “Türkler”, galibiyeti “önce Kuzey Irak, şimdi İsviçre”, “intikamımızı işte böyle alırız Avrupa’dan” nidalarıyla, milli topçularla Mehmetçik’i ‘eşleyen’ akıllar yürüterek ‘anlamlandırıyorlar’. “Avrupalı olma”yı yüceltmekle Avrupa’yı düşmanlaştırmak arasındaki şizofrenik gerilim, herhalde hiçbir zaman bu kadar zihin bulandırıcı olmamıştı. Gümrük Birliği’ne girip girmeme tartışmalarında da yaşanan bulanıklık, sözkonusu gerilimin her zaman şahikasında olduğu futboldaki yaşanışıyla ‘bulantı’ diye anılmayı hakediyor...
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak operasyonu”nun Kürt meselesiyle ilgili, “jeopolitik” termlerle pek algılanamayabilecek ama belki daha önemli bir sonucu; kalıcı olup olmayacağı bilinmez ama bir ‘galip kibiri’nin belirtilerinin görülmesidir. Operasyondan beklenen ve erişildiğine inanılmak istenen başarı, “terörü ezme”nin ötesinde, Kürtlere karşı kazanılmış bir üstünlük gibi hissediliyor. Son haftalarda Kürtleri “Kürtçe konuşan vatandaşlarımız/Türkler” diye değil açıkça “Kürtler” diye adlandıran ve bu adı kullanmasına koşut olarak haklarında alaycı/horlayıcı bir dile meyleden ülkücü basın uç bir örnek - ama tek örnek değil. Kürt meselesinde “Barış Partisi”ni en azından kaale alan ‘liberal’ medyada da ‘galibin kibiri’ kendini gösteriyor. Ali Kırca’nın Yeni Yüzyıl’da geri Zaho’yla dünyaya ve umutlara açılan İstanbul arasında kurduğu karşıtlık; modern görünümlü şehirli askerlerimizin Kuzey Irak’ın ilkel ve geri beşeri coğrafyasına medeniyet götüren misyonerler gibi tasviri; Talabani ile Barzani’nin himayemize muhtaç kabile şefleri olarak tavsifi... Neticede, ‘yerli Kürtlerimiz’le birlikte cümle Kürtleri, haline bakmadan “devlet olma” vaadiyle kandırılmış, reşit olmaktan uzak, iptidai bir halkçık olarak gören bakış kuvvetleniyor.
Kürtlerin sadece rüşdünü değil kimliğini de -yine- tanımazlıktan gelen bu milli devlet aklı, açık ki, galip olmanın kibiriyle doldurduğu ‘öz’ tebasını da reşit saymıyor, medyatik içtima vesileleri dışında... Milliyetçiliğin, soyut, ezeli-ebedi bir “millet” tasarımı adına halkın bugünkü somut mevcudunu hiçe sayan zihniyetinin en çarpıcı kanıtları bu ülkede...
TANIL BORA