Özgürlük ve Dayanışma Partisi heyecanlı bir törenle açıldı. Yeni parti, basın-yayın dünyasında belli bir yaşa gelmiş çoğu kişide yakın veya uzak geçmişiyle ilgili nostaljik çağrışımlar uyandırdığı için, medyada olayın gerçek boyutlarını aşan bir yankı buldu.
“Yeni olan her şey iyidir” saplantısının egemen olduğu günümüzün magazin gazeteciliği anlayışına uygun olarak, “yeni” bir sosyalist partinin kurulmasının küçük de olsa bir medya olayı olması doğal. Bölünmüşlük sendromunun ayyuka çıktığı bir dönemde, esas ve belki tek varlık nedeni farklı kişi, üslup ve eğilimleri bir araya getirmek olan bir siyasal girişimin belli bir heyecan uyandırması da.
Nedeni ne olursa olsun, yeni sosyalist partinin kalabalık bir törenle ve coşkulu biçimde kurulması sevindirici. Umarız bu iyimser hava bir kez daha hüsranla sonuçlanmaz. Partiyi kuranlar, farklı biçimde kapıyı çarpıp çıkma şövalyeliğinin kolaylığına değil, niçin ve nasıl beraberiz ve beraber kalacağız, zor sorusuna verdikleri yanıtlara güvenerek bu önemli işe girişmişlerdir.
Kurulan partinin adı elbette anlamlı, 1970’lerde benzer bir girişimin kuracağı partiye verebileceği isimle, bugün seçilen isim arasındaki fark, sosyalist tahayyülde bazı şeylerin değiştiğine işaret ediyor. Ve sanırım bu değişim, Türkiye’de sosyalist tahayyülün zenginleşmesi, dar bir bakış açısının kısıtlayıcı görüş, değer ve ahlâkının tahakkümünden kurtulması yönünde gerçekleşiyor.
Ne var ki bunlar açılım ve zenginleşmenin dış işaretleri. Bu işaretlere nasıl bir içerik verildiği ise daha belirsiz. Yeni partinin yanılmıyorsam en zayıf noktası bu. En geniş biçimde birlikte olmanın esas amaç haline gelmesi, gerçekten sosyalizm ufkunu yeniden tanımlayacak iddialı bir yeniden kuruluş dinamiğinin önünü tıkama tehlikesini taşıyor.
Örneğin kendini Özgürlük Partisi olarak tanımlayan bir girişimin özgürlük kavramından ne anladığını büyük açıklıkla tanımlaması gerekir. Evrensel ve mutlak bir özgürlük müdür söz konusu olan? Mutlaklığı içinde erişilmez olan bir özün yansıması mıdır özgürlük? Özgürlük emeğe mi mündemiçtir? O zaman geçmiş sosyalist deneyimlerin gösterdiği gibi, özgürlük mutlak belirleyici olarak kabul edilen bir etmenin pasif bir türevi konumuna inmez mi? Örneğin özel mülkiyetin lağvedilmesiyle kendiliğinden gerçekleşen bir ikincil olgu olarak bir kez daha algılanmaz mı? Bunun somut sonuçlarını geçmişte hem sosyalist ülkeler deneyiminde, hem de devrimci sendikacılık pratiklerinde gördük. “Emek en yüce değerdir” deyip, soyut emeği kimsenin erişemeyeceği bir sırça köşke hapsedip, gerçekte emeği iktidar stratejilerinin bir aleti olarak kullanmanın nasıl mümkün olduğunu hep beraber izledik. Bazılarımız bu tür çabalara aktif olarak katıldı. Dolayısıyla bugün “emek en yüce değerdir” sloganının ne anlam ifade ettiğini sormak, hele bir sosyalistin ağzından bu laf çıkmışsa, asgari namusluluk gereğidir.
Emek en yüce değer değildir. Sosyalistler için en yüce değer, insanların özgürleşmesidir. Ömürlerini kan, ter içinde emek harcayarak tüketmenin yüce bir tarafı yoktur. Bu sadece bir gerekliliktir. Gereklilik olduğu için de, mümkün olduğu kadar azatılması için, mümkün olduğu kadar belli bir kesimin sırtına kalmaması için uğraş verir sosyalistler, Paul Laffargue’ın ünlü “Tembellik Hakkı” manifestosunun bugün gerisinde kalmak sosyalistler için bir utanç konusu olmalıdır. Amaç herkesin maden ocağına inip çalışması değil, kimsenin inmemesini sağlamanın yollarını aramaktır.
Nasıl kimsenin mülk sahibi olduğu için, iktidarı elinde tuttuğu için sözünde bir özel hikmet aramak yanlışsa, alın teri döktüğü, meşakkat çektiği için konuşanın sözüne özel ve üstün bir anlam ifade etmek de yanlıştır. Bu ya demagojidir, ya da dini ahlâkın bize aşıladığı değerlerin bir tezahürüdür.
Sosyalistlerin ifade etmesi gereken olgu soyut bir özgürlük değil, özgürlükler’dir? Sosyalistlerin savunması gereken, özgürlük idealini somutlaştıran, onun herkesin yaşamında, günlük pratiklerde cismanileşmesini sağlayan çoğul ve somut özgürlükler değil midir?
Çoğu özgürlük kavramının içi doldurulmalıdır. Çalışma özgürlüğü kadar, az çalışma veya bir müddet çalışmama özgürlüğünün de herkese tanınması buna bir örnektir. Bu özgürlüklerin lafta kalmaması için toplumun koşulsuz asgari gelir hakkı gibi bazı hakları tanıması gerekir. Başka bir örnek, kadınların erkek tahakkümünden özgürleşmeleri, bu amaçla kadın olarak somut ve özgül özgürlük haklarına sahip olmalarıdır. Beraber yaşamanın koşullarını yok etmeden herkesin dilediği yaşam biçimini benimsemesi, isterse sarıklı ve cübbeli, isterse mini etekli dolaşması, arzuladığı yaşam biçimine uygun yaşaması, katı ahlâk kalıpları altında boğulmaması, anadilini kullanıp, öğrenmesi ve öğretebilmesi gibi somut özgürlükler olmaksızın, tekil ve içi boş bir Özgürlük kavramının sosyalist demagogların elinde nasıl diktatörlük aracı haline dönebileceğini hepimiz gözlerimizle gördük.
Dayanışmaya yapılan vurgu, özgürlük kadar önemli. Ama bu bir geçici modanın ifadesi mi, belli değil? Dayanışma kavramının, emek, çalışma, devrim gibi kavramların önüne geçmesinin anlamı ve bunun sonuçları gerçekten ölçülüp, değerlendirildi mi, bilmiyorum. Ama ilk elde gözüken, dayanışma kavramının, geleneksel sosyalist söylemin sınıf dayanışması kavramına gönderme yapıyor olması. Bu ise klasik sosyalist tahayyülün işçici ve toplumu iktisadiyat perspektifi dışında göremeyen iktisadiyatçı bakış açısının geleneksel bir ifadesi demek.
Halbuki dayanışmaya yapılan yeni vurgunun, iktisadiyatın esas belirleyici olduğu salt bölüşmeci dayanışma anlayışını aşması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde kuşaklar arasında, farklı gelir grupları arasında, yüksek verimle üretim yapma şansını elde edenlerle bu şansı çeşitli nedenlerle elde edememiş veya elde etmesi olanaksız kişiler arasındaki dayanışmayı, çalışanlar veya emekçiler demokrasisinin dar sınırları içine sığdırmak olanaksız. “Emekçiyiz, haklıyız” veya “çalışan biziz, yöneten de biz olacağız” türlü sloganlar bu yeni sosyalist ufukla ne denli bağdaşıyor?
Yeni sosyalist oluşum, yeniden vahşileşen bir kapitalizmin ezici koşullarının harekete geçirdiği, ya deklase olmuş, ya da kendini bu korku sarmış insanların dinamizmine, enerjisine mi dayanıyor? Yani korkulara hitap edip, korkunun egemen olduğu olumsuz bir toplumsal enerjiden mi beslenmek istiyor? Yoksa yeni bir dünya kurmak için referanslarını ulvi ve mistik bir tarihten değil, taşıyıcısı olduğu kuruluş iradesinden alan ve bunun için var olan düzenle, bu düzenin meydan okuduğu konu ve alanlarda başa baş mücadele etmekten çekinmeyen bir toplumsal dinamizmden mi güç almaya hazırlanıyor?
Tarih, korkudan beslenen toplumsal hareketlerin, yeniden kuruluş dinamiği taşımaktan aciz kaldıklarını birçok kez gösterdi. Varoluş nedeni tepki olduğu için, bu hareketlerin tahayyülleri tepki duydukları düzenin esiri kalmaya mahkûm. Başarılı olup, iktidarı ele geçirseler bile, varlık nedenlerinin beslendiği düzenin temelde bir benzerini kurmaktan öteye gidemiyorlar.
Daha çok korkuları harekete geçirmek amacı taşıdığı izlenimi veren ve çok sık tekrarlanan sloganlardan birisi, “globalizme ve yeni dünya düzenine şiddetle karşı olmak”. Bunun içimizdeki korkuları def etmek için ritüel bir şeytan taşlamanın ötesinde bir anlamı var mı bilmiyorum? Çünkü globalizmden neyin kastedildiği pek belirsiz. Kabaca anlaşılan, eski emperyalizmin yeni zaman ve söylem içinde yerini alan bir şeytan olduğu.
Globalizme karşı çıkmanın nedeni ne? Yerel kalalım, biz bize olalım, başkalarını bizim işimize karıştırmayalım mı? Eğer öyleyse bunun sosyalist tahayyülü ayırt eden bir yanı yok. Gayet klasik bir ulusal bağımsızlık söyleminin tezahüründen başka bir şey değil. Somutlaştığı ölçüde de milliyetçilik yanı kaçınılmaz olarak üstün çıkacak bir kapalı toplum hülyasının tepkisel ifadesi olarak bunu tanımlamak abartılı olmaz.
Halbuki globalizmi başka biçimde eleştirmek mümkün. Ulusal bağımsızlığın pratikte devletin egemenlik alanı üzerindeki paylaşılmaz hakkını simgelediğinin bilincinde olarak, o egemenlik alanı içinde yer alanlar üzerinde devletin mutlak hükümranlığını sınırlamak için bir evrensellik, bir ulus-ötesi varoluş alanı aramak sosyalizmin asli olması gereken misyonlarından değil midir? Bu bağlamda, bugünkü globalleşmenin bizi rahatsız eden yanı, bunun bir globalleşme olması değildir. Eleştirmemiz, mücadele etmemiz gereken globalleşmenin bugünkü yönü ve bir avuç gücün bu yönü belirleme tekelini elinde tutmasıdır.
Bugün globalleşme olarak tanımlanan olgu, çok dar bir iktisadi etkinlik kıstası ve çok dar bir siyasal çıkar perspektifinden hareket eden sınırlı bir güç çevresinin aldığı kararların dünyanın en ücra köşelerine kadar etkisini hissettirmesidir. Bunun sosyalist alternatifi mutlak yerelleşme, dar cemaatlere kapanma olamaz. Özgürlükleri, insanî varoluşun çoğul değerlerini, demokratik karar alma süreçlerinin mutlak üstünlüğünü kabul eden farklı bir evrenselleşme dinamiğinin, farklı bir evrenselleşmeye yön verme sürecinin gelişip, güçlenmesi sosyalistlere uygun alternatiftir.
“Globalizme karşıyız” demekle yetinmek, biz ulusumuz ve devletimizle kapalı kapılar arkasında başbaşa yaşamak istiyoruz demektir. Neden sosyalistler Türkiyelileri mutlak biçimde dünyanın geri kalan insanlarından kendilerine daha yakın hissetsinler? Türk oldukları için mi? Yoksa Türklere/Türkiyelilere başka kimsede olmayan hasletler atfettikleri için mi? Bunlar elbette bir cevap olabilir. Ama böyle bir cevabın ulusalcılığı sosyalistliğini çok geride bırakan bir tahayyüle ait olduğu açıktır.
Fransız aşırı sağ lideri Le Pen, “doğal olarak ben ailemdekileri komşularıma, komşularımı hemşehrilerime, hemşehrilerimi Fransızlara, Fransızları yabancılara tercih ederim” diyerek, çemberler halinde genişleyen ve tutarlı bir kimlik hiyerarşisi tanımı yapar. Sosyalistlerin biz ve başkalarını çizerken benimseyecekleri kıstaslar Le Pen’inki gibi mi olmalıdır? Türkeş’i Türk olduğu için, ondan çok daha değerli bir Yunanlı’ya, bir Bulgar’a, bir İranlı’ya neden tercih edelim?
Eğer amaç globalleşmeye ilke olarak karşı çıkmaksa, insan hakları konusunda devletlerin mutlak egemenlik haklarını kısıtlayan oluşumlara da karşı çıkmak gerekir. Avrupa İnsan Hakları mahkemesi bazı hakların savunmasının globalleşmesinin bir ifadesi değil midir? Sosyalistlerin yerelliği yücelterek, bu tür kurumların güçlenmesi, daha da demokratikleşmesi mücadelesini boşlamaları mı gerekir?
Yeni dünya düzeni olarak tanımlanan olgu da, bugün globalleşmenin aldığı yönün başka bir adla tanımlanmasından başka bir şey değildir. Liberal ekonomi ilkeleri ve bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar devletin ulusal çıkar olarak gördüğü konularda kendilerine müdahale hakkı tanımalarının çizdiği, içeriği halen oldukça belirsiz bir düzensiz düzen söz konusu. Karşısında mücadele edilmesi gereken yeni bir dünya düzeni oluşturulması çabası değil, oluşum yetkisini dar bir kesimin kendi tekelinde tutmasıdır.
Benzer bir konu özelleştirmeye neden sosyalistlerin karşı olduğudur? Bu işletmelerde çalışanları savunmaksa amaç, bunun özgül yeri sosyalist tahayyülde doğal, sol olması bile gerekmeyen klasik bir sendikacılıktadır. Var olan kamu mülkiyeti ve bunun tasarrufu anlayışının yerini alabilecek farklı bir kamu alanı tanımı yapmadan, sosyalistlerin “sattırtmayız” demekle yetinmeleri, onların bu konudaki geçmiş sosyalist devlet pratiklerinden yeterli dersi çıkarmadıkları kanısını haklı olarak pekiştirecektir.
Sosyalistler için kamu sektörünün varlık nedeni kamu yararıdır. Ama bu devlet katının tesbit ettiği, sınırlarını onun çizdiği, fiiliyatta devlet yararı olarak işlev gören bir kamu yararı değildir. Piyasa ve devlet ikilemi dışına çıkmadan, bunları kısmen de olsa aşabilecek bir üçüncü alanın gelişip, güçlenmesini hedef almadan, devlet yerine piyasayı veya piyasa yerine devleti savunmanın sosyalistleri savuracağı yer ya utangaç liberalizmdir, ya da dogmatik devletçilik.
Sosyal ekonomi, ademi merkeziyetçi kamu hizmetleri, çalışanlara yeni tür mülkiyet haklarının tanındığı bir dayanışmacı işletme yapısı gibi önerilerin olumlu ve olumsuz yönlerini sosyalistlerin dikkatle değerlendirmeleri, “sattırtmayız!” diye haykırmaktan daha zor ama asıl onlara yaraşan bir uğraştır.
Toplumu dönüştürecek mucizevi formüller yoktur. Toplumun doğal ve korunması gereken karmaşıklığının her zaman birden çok modelin yanyana bulunmasını gerektirdiğini sosyalistlerin tevazuyla kabul etmeleri gerekir. Böylece meşum sonuçlarını kestirmesi zor olmayan bir iradeci toplum mühendisliğine sosyalistler bir kez daha soyunma sevdasına kapılmaktan belki geri dururlar.
Görüldüğü gibi, yanıtlanması gereken birçok soru var. Önce yola çıkalım istim arkadan gelsin demek de doğru bir seçim olabilir. Ama sonradan gelecek istimin bizi hiç istemediğimiz yerlere sürüklemesinin sorumluluğunu almak koşuluyla. Kalan umut kırıntılarıyla oynamanın da bir sorumluluğu olmalı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurucularının, soru ve eleştirilerimi, bu girişime dudak büküp, sırt çevirmek kolaylığına kılıf uydurmak için değil, böyle bir girişimi desteklemek yolunda yapılmış sınırlı bir katkı olarak algılayacaklarından eminim.