Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), Türkiye’deki sosyalistlerin önemli bir kesirini biraraya getirerek ve ciddi bir hevesle kuruldu. Hatırı sayılır bir kalabalık ve moral toplandı. “Örgütsel dağınıklık” gibi bir mazeret ortadan kalktı. Bu mazeret kalkarken, çeşit çeşit solcunun birbirine lâf anlatması başarıldı. Bu, başkalarına, üçüncü şahıslara, sosyalist olmayanlara da lâf anlatmanın idmanı idiyse, anlamlı bir başarı sayılabilir ancak. Zira bu idman yüklemesinin, oyuncuları daha maça çıkmadan takatten düşürecek hattâ sakatlayacak denli ağır olması ihtimali hâlâ mevcut. Bu kuşkunun -ve başka bazı kuşkuların- yaygınlığından ötürüdür ki, partinin karşılaştığı destek esas itibarıyla -Melih Pekdemir’in ifadesiyle1 - “keşke”ci bir destek. Hevesli, hayırhâh hattâ fiilî katkıya açık da olsa, “keşke”ci ruh hali ağır basıyor.
ÖDP’nin cürmünden fazla yer yakan şanslı bir başlangıç yaptığını da görmezden gelmemeli. Bunda sahici bir sola olan açlığın payı var; eski tüfek edebiyatına ve “aşkın partisi” muhabbetine saplanmasına rağmen medyanın da bir miktar payı var. Tabiî medyanın babayâni/anaç sempatisinin, icabında gayet efendice bir radikal çıkış karşısında bile kolayca azarlamaya dönebileceğini de kestirebiliriz. ÖDP’nin şimdi iki mahâreti birden göstermesi gerek: Hem cürmünden büyük olan bir özgül ağırlığı korumak hattâ geliştirmek, hem de cürmünü büyütmek.
Enerjisini birbirine lâf anlatmayla, birbirine nispet yapmakla tüketmeyi de, cürmünden fazla yer yakmanın bir hayal kırıklığına dönüşmesini de altetmenin yolu, partinin kendi hikâyesini anlatmasından geçiyor.2 Bunun bir veçhesi, birazdan değinileceği gibi, anlatacak bir hikâyesinin olmasıdır. Diğer veçhesi ise kendi hikâye anlatma üslûbunu oluşturması; yani kendi sözünü kurması, her şeyi yeni baştan anlatır gibi konuşmaya gönül indirmesi...3
Sosyalistler arasında hemen herkes 1960’ların TİP’ine ve 1970’lerin devrimci hareket(ler)ine imreniyor. Her iki hatıranın güzelliği, popüler olmayı, meşrûlaşmayı (öyle “tarihten”, “haklı olmaktan”, güçten falan apartılmamış, inşâ edilmiş, yedirilmiş bir meşrûluk) başarmalarında ve samimi naifliklerinde değil midir? 1960’ların, 1970’lerin tecrübelerini taklit etmenin tarihen koşulu yok; zaten o tecrübelerin ve bizzat o üç hasletin nasıl zaafa dönüştüğünün muhasebesi de ortada. Fakat popülerlik, meşrûluk ve naiflik hasletlerinin anlam ve önemi, ’60’lardan ve ’70’lerden çıkartılması gerekli “zorunlu ders”tir.
Hikâyenin nasıl anlatılacağı, yani politik dilin nasıl kurulacağı meselesinde bu dersin iyi öğrenilmesi, “keşke”lerin en önemlilerinden birisidir, sanıyorum. Jargondan ve bol kısaltmalı, bol ezberli lügatçeden kurtularak, beri tarafta da basite indirgeme adına vulgerleşmeden kaçınarak yapılacak bir iş bu... Bu bağlamda naiflikten utanmamaya da niyetin olduğu görülüyor. Partinin kendini sıfatlarıyla tarif ettiği çağrıda vefa, sözünde durma, içtenlik vb. değerlerin yer alması; veya örneğin geçtiğimiz aylarda Ankara’da yapılan hazırlık toplantısında Ergin Atasü’nün mütevazı ve iyi insanlar olmayı vazeden konuşmasının aldığı alkış, bu yöndeki derin ihtiyacın göstergeleri. Bundan böyle mesele, bu insaniyet ve ahlâk arayışının politikayla anlamlandırılması ve hamâsete karşı panzehir olması gerekirken kendisinin hamâsete dönüşmemesidir...
Sol politik dilin esnekleşmesi, zenginleşmesi, uyarlanma yeteneğinin ve niyetinin çoğalması bakımından belirli bir birikim var; bu birikim ÖDP’ye de yansıyor. Partinin Genel Başkanlığını üstlenen Ufuk Uras’ın Kongre konuşmasındaki “partimizde bilenlerle bilmeyenler birdir” sözü de -belki biraz hayırhâh bir yorumla- jargonlar ve ‘resmî diller’ dışından konuşacaklara peşin bir destek olarak yorumlanabilir. “Partimizde bilenlerle bilmeyenler birdir” sözü, gruplar arası müzakerelerin ve “doğru çizgi” denetiminin politikayı boğmamasına dair bir ihtar olarak da yorumlanabilmelidir. Partinin içinden ve dışından, devrimciliğini ve Kürt meselesine hassasiyetini kanıtlamasına dönük denetleme teşebbüsleri gelecektir; bu denetimlerin kolaylıkla provokatif biçimler de alması beklenir bir şeydir. “Acil sorunlar” hiyerarşisiyle (daha doğrusu hiyerarşileriyle) ilgili yükümlendirmeler ve hesap sormalar, herhangi bir alanda faaliyet göstermeyi, taş üstüne taş koymayı engelleyebilecek tazyiklere dönüşebilecektir. Bu kıskaçtan çıkılması, sabır, sağduyu gibi erdemler ve kendi hikâyesini yaratma iradesi yanında; partinin çokbileşenliliğinin anlamlı ve insicâmlı bir çoğulluğa dönüşmesine de bağlı. Bileşenlerinin birbirini markaj altında tuttuğu bir konfederasyon yapısını aşabilmesi, öte yandan, partinin her zerre katkıdan ve etkileşim kanalından yararlanmaya zihnen ve fiilen açık olmasıyla ilgili.
Yine Melih Pekdemir’in “keşke”lerini anlatırken dediği gibi, duyarlılığa, dayanışmaya çağrı yapmakla duyarlılık ve dayanışma imal edilmiyor; dilin hudutları var. Velhâsıl yine cürmünü büyütme şartına, anlatacak bir hikâye sahibi olma meselesine geliyoruz. ÖDP’nin bu bakımdan eksikliği öncelikle metropoliten bir camiaya, esasen de İstanbullu bir camiaya dayanmasından geliyor. Parti girişiminin taşrayla ve varoşlarla etkileşimi oldukça zayıf.4 Varoşlardaki, kendi hiçleştirilirken bari cellâdını da aşağı çekmeye yarayan (çoğu durumda bu haliyle de meşrû, ama ‘sadece’ meşrû) kör öfkeyi inşâcı bir enerjiye dönüştürmek, partinin önündeki en zahmetli, ama o kadar da mühim iş olsa gerek.
Taşrayla bağ kurmak belki daha kolay. Fakat bizzat böyle bir partinin kurulmasıyla taşraya sirayet eden heyecanın, aşılanan güvenin yanıltıcı olabileceğini hesaba katmak gerek. Bu heyecanın ve güvenin, merkezdeki ‘büyük’lerden hikmet uman mehdici bir beklentiye dönüşmesi pek kolaydır. Ve başkalarının değil ama, sol bir partinin, taşrayı sıfat anlamıyla taşralaştıracak, darlaştıracak böyle bir ihtimalden çekeceği vardır. Özellikle de, yerelleşme/yerlileşme bakımından epeydir sıkıntı çeken (belki de bu sıkıntısını örtme kaygısıyla kuruluş şenliğinde folklora abanan), üstelik yerellik/yerlilik konularının ve kimliklerinin alabildiğine karmaşıklaşıp hassaslaştığı bir zamanda ortaya çıkan bir sol hareketin...
Bir de, Ahmet İnsel’in yazısında vurguladığı bir “keşke”nin hayatî önemi var. İşçilerle, emekçilerle kurulan ilişki ve anlam bağı, dinci bir partinin müminlerle veya milliyetçi bir partinin milletiyle/etnisiyle kuracağı türden ‘kavmiyetçi’ bir bağ olmamalıdır. Sol ‘hazır’ özneye oynamaz; sosyalist bir partinin ufku, hele Marksizmle uzaktan yakından akraba ise, kendine özne bildiği sınıfı/topluluğu temsille sınırlı kalamaz. Solculuk özneyi dönüştürmektir ve onu yeniden, yeniden inşâ etmektir.
Son olarak, programa ve stratejiye ilişkin bir “keşke”ye kısaca değinmekte yarar var. Kapitalist sistemin içinde bulunulan evresi, devrimciliğin eski tabirle “demokratik devrim” boyutuna, bu eski tabirin kavrayamayacağı bir anlam ve önem yüklüyor. Toplumun çözülüp ayrışmasına koşut olarak politik temsil hizmetinden ‘kaytaran’ devlet, bürokratik-teknokratik çekirdeği güçlenerek ve baskı aygıtını palazlandırarak yeniden yapılanıyor. Bütün dünyada yürürlükte olan bu sürece Türkiye’de devlet ‘teknik’ çekirdeğiyle yeterince olmasa da asayiş ‘hizmeti’ bakımından fazlasıyla ayak uyduruyor. Böyle bir konjonktürde devletin demokratikleştirilmesi için geniş zeminli bir mücadele, sosyalist hareket açısından kilit önemdedir. Bu önemin icabı, sadece savunma ve “teşhir” değil, sol bir alternatif hukuk devleti tasarımı oluşturmaktan geri kalmamaktır. (Mithat Sancar Birikim’in elinizdeki sayısındaki yazısıyla bu yönde bir tartışmayı başlatıyor.) Tıpkı, devletin kamusal hizmetlerinden istifa etmesine karşı çizilecek hattın, “özelleştirmeye hayır!” direncine sıkışmayıp alternatif bir kamusallık projesini önermekten ve kurmaya girişmekten geri kalmaması gerektiği gibi...
ÖDP’nin başarısı, bir nebze de, söz konusu “keşke”ci potansiyelin ısrarlarından ve hassasiyetlerinden vazgeçmeden aktif bir kuvvete dönüşmesine bağlı. İronik, karamsar, tuzu kuru bir “keşke”ciliğin bu işe yararı dokunmaz. Ama partinin bu gibi “keşke”lere karşı ironik, karamsar ve tuzu kuru tavır almak gibi bir lüksü de yoktur!
[1]Melih Pekdemir bu ifadeyi 20 Ocak 1996’da Söz’de yayımlanan mühim yazısında kullanmıştı.
[2]Parti girişimcilerinin birçoğu da bunu söylüyor. Örneğin, tam da “kendi hikâyesini anlatma” lâfını eden Masis Kürkçügil; Söz, 6 Ocak 1996.
[3]Sol politika dili üzerinde, bazı hususları bıktırasıya yineleyen şu yazılarda da durmuştum: “Sol Politika Dili Üzerine Düşünceler”, Birikim, 44 (Aralık 1992), s.22-26 ve ve Birikim, 79 (Kasım 1995), s.31-35.
[4]Varoşlarla, kent yoksullarıyla ilgili zaafın samimi bir ikrarı, İlkay Demir’in Söz’ün 6 Ocak 1996 tarihli sayısındaki yazısında var. Metin Çulhaoğlu da Söz’ün 3 Şubat 1996 tarihli sayısında “Beyoğlu” ile varoşlar ve taşra arasındaki gerilime dikkat çekiyor. Metin Çulhaoğlu bu yazısında ÖDP içindeki bilcümle gerilim eksenlerinin de taraflı ve nesnel bir dökümünü yapıyor.