Nostalji ile Ütopya Arasında

1

Bilirsiniz felsefe tarihi bir dizi karşıtlıklar tarihidir. Burada karşıt konumların, uzlaşmaz düşüncelerin, tavırların hikâyesi anlatılır. Yine bilirsiniz bunların hemen hemen hepsi de ötekini yanlışlamayan, daha doğrusu yanlışlayamayan karşıtlıklardır. İşte böylesi karşıtlıklardan biri de gülen ve ağlayan filozoflar Demokritos ile Herakleitos arasında kurulmuştur. Anlatılan o ki, bu iki ünlü filozof birbirinden kökten farklı iki karşıt dünya görüşünü temsil ediyorlarmış. Bu karşıtlıkta, Demokritos, insanlara mutluluk ve huzur vaat eden “Altın Çağ”ın gelecekte olduğunu düşünen, bu nedenle de gülen iyimser filozofu; Herakleitos ise, “Altın Çağ”ın, o huzur ve mutluluk ülkesinin geçmişte kaldığını düşünen, bu nedenle de ağlayan kötümser filozofu temsil ediyormuş. Kısacası biri gözünü geleceğe çevirmiş, diğeri ise geçmişe: Felsefenin aydınlık ve karanlık yüzü!

Basit ama, nihayetinde hepimizin taraf olduğu, olabileceği esaslı bir karşıtlık değil mi bu? Huzur ya da mutluluk dediğimiz ulaşılacak bir hedef mi yoksa uzaklaşılan bir ülke mi? İşte bazen o bazen de bu tarafına rahatlıkla geçebileceğimiz bitimsiz bir tartışma. Bir tarafta ütopya, diğer tarafta ise nostalji: Arzu ve özlem. Her ikisi de bir tür “yurtsama” biçimi; kendini burada huzursuz hissetme hali. Ve bu iki (henüz ya da artık) “yok-ülke” arasında uzanan Şimdi’nin boğucu toprakları: Mecburi gurbet...

Aslında ütopya ve nostaljinin birbirlerine pek de uzak olmadıkları sanırım yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bir kere, bazı nostaljilerin içlerinde gizil bir ütopya barındırabileceklerini, geçmişi olduğu gibi değil olmasını istedikleri gibi kurgulayabileceklerini; bazı ütopyaların da açıkça nostaljiden beslenebileceklerini, geçmişin ideallerini geleceğe yansıtabileceklerini biliyoruz. Dahası, farklı insanî hallerden kaynaklanmalarına rağmen, her ikisinin de ortak bir noktada buluştukları söylenebilir sanıyorum. Bu ortak nokta da, onların şimdi içindeki huzursuz, eğreti konumlarıdır, diyebiliriz. Yine her ikisi de bu huzursuz, eğreti konumdan Şimdi’yi sorgulamayı, sarsmayı amaçlar. Biri gelecek, diğeri ise geçmiş adına yapar bunu. Şimdi, hem ütopya hem de nostalji açısından acı verici, bunaltıcı bir an, sıkışılmış ve bu nedenle de aşılması, kurtulunması gereken bir durumdur. Çünkü Şimdi, bizi geçmişten koparan ya da geleceğe uzanışımızı engelleyen bir andır, işte nihayetinde. Nostaljik bakış için Şimdi, güzel olan her şeyin gömüldüğü bir mezar; ütopik bakış için ise, güzel olan her şey adına gömülmesi gereken bir ölüdür.

2

Oysa insanın trajedisi de işte burada ve şimdi başlıyor. Çünkü yaşamak, İspanyol düşünür Ortega Y Gasset’in sözleriyle, “... bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır. İnsan ancak burada ve şimdi yaşar. Yaşam bir anlamda mutlak güncelliktir.[1] Biz sadece Şimdi’yi yaşarız. Yüzümüzü ister geleceğe ister geçmişe dönmüş olalım, değişmeyen tek gerçek bizim Şimdi’de olduğumuzdur. Yaşamın tek gerçek alanıdır Şimdi. Bugün şimdi “olan”dır; başımıza gelendir o. Şimdi’de her şey, kendi tasarımlarımızın, eylemlerimizin sonuçları bile başımıza gelir. Kısacası, Şimdi’de biz, bırakın dışımızdaki şeyleri, kendimize bile marûz kalmışızdır. Yine Ortega’nın sözleriyle, “.. yaşam, ortam koşullarına eşittir. Her birimiz kendi ortamımızda birer kazazede olarak yaşarız. Suyun yüzeyinde kalabilmek için ister istemez ortamı kulaçlamak durumundayız.[2]

Evet, insan her zaman “burada ve şimdi” yaşamaya yazgılı bir varlık. Şimdi, insanın tek yaşam alanı. Ortega’nın vurguladığı son derece önemli bir gerçek bu. Ancak Ortega başka bir önemli gerçeği daha vurguluyor: “Bir deniz kazasından artakalmış olmanın bilinci”yle hareket eden insan, “burada ve şimdi” ortamını unutabilme, gözlerini kendine çevirebilme ve böylece tefekküre dalıp hayal kurabilme yeteneğine sahip bir varlıktır da aynı zamanda. Evet, insan tıpkı diğer varlıklar gibi “burada ve şimdi” yaşamak zorunda. Ancak insan bu tefekkür yeteneği sayesinde, Şimdi’de yaşamasına, yaşamak zorunda olmasına rağmen, Şimdi’yi geçmiş ve gelecek bağıntısı içinde yaşayabilen bir varlık olma özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılıyor. Gerçekten de, örneğin bir hayvan sadece Şimdi’de ve Şimdi’yi yaşar. O, içinde bulunduğu ortamın ve anın tutsağıdır. Ortega’nın söylediği gibi, hayvan “kendi varlığının yöneticisi değildir, kendi kendisinden kaynaklanmaz yaşantısı, hep kendi dışında olup bitene, kendisinden başka olana dikkat kesilmiştir.[3] İnsan ise, bu tutsaklığı unutabilen bir varlık. Geçmişi anımsayan, geleceği tasavvur edebilen, düş kuran ve bütün bunları yapabilmek için Şimdi’yi, ortamını unutabilen; başka bir deyişle, yaşamak yerine düş kurmayı tercih edebilen kendine özgü bir varlıktır insan.

3

Şimdi, insanın boğuşmak zorunda olduğu ortamı olduğuna göre, diyebiliriz ki aynı zamanda bir sorunlar, bunalımlar, sıkıntılar alanıdır da. İşte bu noktada ütopya ve nostalji, yani arzu ve özlem Şimdi’ye bazen katlanabilmenin bazen de direnebilmenin insanî araçları olarak devreye girerler. Şimdi, katlanma araçları, kaçış biçimleri olarak kullanıldıkları sürece her ikisine de katlanabilir. Ancak ütopya ve nostalji Şimdi’ye direnmenin araçları, onunla yüzleşme biçimleri olarak kullanıldıkları sürece tehlikeli hale gelirler. Arzu ve özlem bir muhalefet kaynağı haline geldiğinde, ütopya ve nostaljinin düşleri Şimdi’nin karabasanlarına dönüşür. “Olan”ın alanı olan Şimdi’de, ütopya ve nostalji bir muhalefet formu haline geldiğinde, geçmiş ve gelecek “olması gereken”in alanı olarak tasavvur edilir. Şimdi ise, geçmişi “olmuş”un, geleceği de “olacak olan”ın alanı olarak dondurmaya, ele geçirmeye çalışır. Artık geçmiş, gelecek ve şimdi kavga halindedir, burada.

4

Belki aşırı bir genelleme olacak ama, bu kavgayı günümüze uyarlarsak, Şimdi’ye hükmeden modernite ile onun sağ ve sol muhalifleri arasındaki mücadelede nostalji daha çok sağın, ütopya ise daha çok solun kalesi olmuştur diyebiliriz. Kuşkusuz aynı karşıtla boğuşmaları nedeniyle sol ve sağ muhalefetin renkleri birçok yerde birbirine karışmıştır, ancak yine de bu mücadelede sağın daha çok geçmişe, geçmişin yitirilmiş değerlerine; solun ise geleceğe, geleceğin ulaşılabilir ideallerine bağlı bir siyaset çizgisi izledikleri söylenebilir, sanıyorum. Doğal olarak birçok durumda, özellikle de Şimdi’yi hükümranlığı altına almış modernite koşullarında böylesi muhalefet tarzları bazen ayaklarının yerden kesilmesi gibi ciddi sorunlar yaşamakta ve dolayısıyla bu tarz muhalefetin dayanakları olan ütopya ve nostalji radikal karakterini yitirip modernitenin sınır tanımayan “şeyleşme” sürecine marûz kalabilmektedir. İşte aşağıda, bu tarz muhalefetin, özellikle de solda, tipik olarak da Marksist solda baskın olan, vurguyu geleceğe kaydıran politika tarzının yarattığı bazı sıkıntılar ve bunların aşılabilme yolları üzerinde durmaya çalışacağım.

5

Aslında bir düşünce sistemi olarak Marksizmin, yazının başında sözünü ettiğimiz iki farklı dünya görüşüyle ilginç bir alışverişi vardır. Marksizm’de Demokritos’un gelecek umudu ile Herakleitos’un bir daha asla geri dönülemeyeceği fikri birleştirilmiştir. Yani ütopya ile nostalji içiçe geçmiştir Marksizmde. Ama yine de iyimserlik ön plandadır. Her şeyden önce ilerlemeye inanılır. “Altın Çağ”ın provaları geçmişte de bulunabilir ama, aslı gelecektedir. Kısacası kurtuluş önümüzdedir. Bu nedenle Marksizm özlemden çok arzunun çocuğudur; geleceğe tutkundur. Şimdi, geçilmesi gereken bir andır Marksizm için. Şimdi’nin sıkıntıları -ki çoğu durumda doğum sancılarına benzetilir- geleceğin mutlu günleri için yaşanması gereken bir bedeldir. Başka bir deyişle Şimdi, telafisi ancak gelecekte mümkün olan bir bedel olarak yaşanır; yaşamın değil ertelemenin alanıdır burası. Kapitalizmi sosyalizm, onu da komünizm telafi edecektir. Sorunlara ve tabiî ki insanlara düşen ise beklemektir, tıpkı sonunu bekleyen Tarih gibi...

Doğal olarak, bu “ütopik gelecek politikası” süreç içinde, Agnes Heller’ın “şimdinin araçsallaştırılması” olarak tanımladığı duruma yol açan bir tür “gelecek metafiziği”ne dönüştü. Heller’ın sözleriyle, bu metafizik politika anlayışı, “şimdiki kuşakları, farazi bir özgürlük, hattâ var olmayan gelecek ölümlülerin ‘iyi olmaları’ uğruna feda etme”yi içeren “apaçık bir kölelik eylemi”ne[4] yol açmaya başladı. Kuşkusuz Heller bu yargıyı, büyük bir ihtimalle reel sosyalizm deneyimlerine bakarak veriyordu. Ancak, sanırım bu yargı, sosyalist iktidarlardan sosyalist muhalefet deneyimlerine kadar genişletilebilir. Çünkü, ne yazık ki sol, sadece iktidarda değil, muhalefette de Şimdi’den vazgeçti. Söylemini esas olarak hep gelecek zaman kipinde kurdu. Bu da, yine doğal olarak sol muhalefetin Şimdi’yle kurduğu ilişkilerin önce sahiciliğinin, sonra da bizzat bu ilişkilerin kendisinin ortadan kalkmasına yol açtı. Modernitenin, “geç” haliyle de olsa kapitalizmin hâlâ “şimdi”miz olmasında, birazcık da solun bu müzmin gelecek politikasının payı vardır diyemez miyiz?

“Şimdinin araçsallaştırılması”na yol açan bu “nihai amaçlar”a yönelik politika anlayışının yarattığı başka bir kaçınılmaz sonuç ise, modernitenin ayırt edici özelliği olan, toplumsal ve politik sorunların hızla çoğalması ve çeşitlenmesi olgusunu görememesi, bunlarla yüzleşmek zorunda kaldığı yerlerde de, bu heterojen sorunlar yumağını, iktidar hedefine kilitlenmiş stratejisi içinde homojenleştirmeye, kendi mevcut sorun hiyerarşisi içinde tali bir konuma yerleştirmeye çalışması, dolayısıyla da bu sorunları gündeme getiren yeni toplumsal hareketlerle sahici ve güçlü ilişkiler kuramaması oldu. Kuşkusuz vurgulamakta fayda var, bu, stratejik bir hatadan değil, bizzat stratejinin kendisinden kaynaklanan bir hatanın sonucuydu. Bir kere heterojenlik, bu yeni toplumsal ve politik sorunların doğasında vardı ve bunları homojen bir toplumsal sorun metafiziği içinde eritmek mümkün değildi. İkincisi, bu sorunları gündeme getiren yeni toplumsal hareketler, iktidara gelmeyi değil, makro ya da mikro her düzeydeki iktidarı, iktidar talebini sorgulamayı amaçlıyorlardı. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, bu hareketler gündeme getirdikleri sorunlara gelecekte değil, “burada ve şimdi” çözüm istiyorlardı. Kısacası, yeni toplumsal hareketlerin yükselişi, Marksistlerin önüne bir ittifak değil, her şeyden önce bir intibak sorunu çıkarıyordu. Şimdi sol muhalefet, özellikle de Marksistler, eğer marjinal bir ütopyacılar cemaati haline gelmek istemiyorlarsa, eski görüşlerini acımasızca sorgulayıp, Şimdi’yle ve Şimdi’nin sorunlarıyla bağlarını kurmak zorundadırlar. Başka bir deyişle, “şimdi ve burada” politika yapmanın yollarını bulmak zorundadırlar.

6

Sanırım bu doğrultuda yapılması gereken ilk şey, Agnes Heller’ın Arendt’in metinlerinde örtük bir biçimde bulunduğunu iddia ettiği bir “ölümlüler politikası” geliştirmektir. Yine Heller’ın belirttiği gibi, “Arendt’in kuramında ‘ölümlüler politikası’nın ilk niteliği, ‘kurtarıcı politika’nın eskatolojik temeli olan ‘tarihin sonu’ kavramının reddedilmesidir.[5] “Burada ve şimdi” politika yapmanın, yapabilmenin temel koşulu sanırım bu. Her türlü teleolojik politikalardan vazgeçip, politikayı kendi içinde bir amaç olarak değil, şimdi ve burada karşılaştığımız sorunların aşılma yolu olarak görmemiz gerek. Sorunları hiyerarşik bir düzen içinde değil, diyalojik bir yapı içinde gören, homojen değil heterojen bir politika yapma tarzı geliştirebilmemiz gerek. Sorunsuz bir dünya arzusu ya da özlemiyle, gelecek kuşakları ipotek altına sokan aşkın bir politika anlayışı değil, belki sonsuza dek sorunlu kalacak bir dünyada boğuşmayı göze alan bir politika anlayışı geliştirmek zorundayız. Şimdiki sorunlarımıza bulduğumuz çözümlerin, gelecek kuşakların sorunu haline gelebileceği bilinciyle hareket eden; özgürlüğü kurumsallaştırmayı değil, kurumları özgürleştirmeyi amaçlayan; profesyonel değil, amatör ruhlu bir politika, sanırım ihtiyacımız olan şey bu.

Yitirilmiş bir cennet özlemimizle ya da ulaşabileceğimiz bir cennet arzumuzla, ama yine de işte şimdi buradayız. Asla kaçamayacağımız bir yazgı bu. Her şeyi şimdi ve burada yaşayacağız, cenneti de cehennemi de, geçmişi de geleceği de, çünkü nostalji ve ütopya arasında, buradayız.

[1]Ortega Y Gasset,İnsan ve “Herkes”, çev. N.G. Işık, Metis, 1995, s. 9-10.

[2]A.g.e., s. 10.

[3]A.g.e., s. 33.

[4]Agnes Heller-Ferenc Feher, Postmodern Politik Durum, çev. Ş. Argın - O. Akınhay, Öteki, 1993, s. 152.

[5]A.g.e., s. 151.