’80 yıllarda feminizm –’90 yıllarda feminizm– Osmanlı feministleri gibi dönemsel kategorileştirmeler beni biraz rahatsız ediyor. Halbuki biliyorsunuz, zaman aslında yeknesak ve boş bir soyutluk değil, kesintisiz bir oluştur – geçmiş ile şimdi daima birliktedir. Kadın hareketi içinde daha önce yapılanlar, düşünülenler, yapılmayan ve düşünülmeyenler, kızılanlar, kabul edilenler, nefret edilenler, öğrenilenler, bugünün içinde bir biçimde mevcut. O nedenle, ’80 sonrası feminizminden söz ederken, aslında tabiî ki bugünden söz ediyorum... Dolayısıyla tarihten ders çıkarmak değil, ama bugün durduğumuz noktayı anlamak, çözümlemek için, bugünü oluşturan yığına şöyle bir bakmakta fayda var.
Türkiye’de ’80 sonrası feminist hareket, küçük gruplarda doğdu ve uzun bir dönem de harekete ivmesini, rengini veren, bu gruplar oldu. Daha çok evlerde toplanan bu gruplarda birbirlerini tanıyan, hayatları birbirine yakın kadınlar, bir anlamda kendi kadınlık hikâyelerine yeni bir gözle bakmayı denediler, bu denemeden çok şey öğrendiler: herhalde en başta da kendi annelerinden çok daha “ileride”, “kurtulmuş” filan olmadıklarını. Özellikle sol hareketlerden gelen kadınlar, hayatı bir tür “vazifeli personel” gibi yaşarken, yani hep kurtarılması gereken birileri, yeni dönemde yeni görevler, dünyanın yükü, düzenin çarkı vb. ile uğraşırken gözden kaçırdıkları, erteledikleri, bastırdıkları, unuttukları, bilmezden geldikleri kendi “kadınlık durumları” ile hesaplaştılar; en azından bunu denediler. Sonra, böyle bir mahremiyetin, sıcaklığın ve yakınlığın olduğu yapıların kendilerini nasıl açtığını, üretken kıldığını gördüler. Örgütlenme dendiğinde ilk akla gelen formel ve hiyerarşik yapılardan çok farklıydı, küçük kadın grupları; ama annelerinin kabul günlerinden de farklıydı. Çünkü “politik”ti. Çünkü ezilmenin fark edilmesi, dillendirilmesi, paylaşılması ve ortak bir mücadele alanı açılmasını hedefliyordu.
Böyle bir yapı, kadın-erkek eşitliği söyleminin dışına çıkıp kadınların farkını keşfetmeye ve öne çıkarmaya çok uygundu - nitekim, öyle de oldu. Feminist dergisinde en açık ifadeleri görülen bu vurgu, yakın zamana kadar feminist hareketi belirledi. Pembe kâğıtlar, ıspanaklı kol böreğinin de son derece saygıdeğer olduğu muhabbetleri, erkeklere karşı biraz mizahi, biraz tepeden bir tavır, kızkardeşlik kavramının kazandığı popülarite... bu tarzın işaretleriydi. Feminizmin bir tür zıpırlık gibi algılanması tehlikesine karşın, feministler bu tavrı sürdürdüler ve bence bu büyük bir cesaret ve militanlık isteyen bir tavırdı. Hareketin çok hızlı büyümesine bakılırsa, pek çok kadın için kendilerine yakın buldukları, içinde yer alabileceklerini hissettikleri bir atmosfer anlamını taşıdı.
Ancak küçük gruplara dayalı genişlemenin bir sınırı vardı ve birkaç yılda bu sınıra dayanıldı. Her ne kadar hareketin içindeki pek çok kadına genişlemek ve büyümek gibi hedefler anlamlı görünmediyse de feministlerce yaratılan politik alan, onlar tarafından değilse, başka birilerince doldurulacaktı.
Küçük grupların bir başka handikapı da feminizmin kolayca bir alt kültüre dönüşmesine ortam hazırlamalarıydı. Birbirine benzer hayatlardan gelen, birbirini çok iyi tanıyan az sayıdaki kadından ibaret yapılar, çok kısa sürede kendi dilini, işaretlerini, kodlarını oluşturdu. Bir ara bir kadının tipine bakıp feminist olup olmadığını anlamak mümkün hale gelmişti! Bunu pek mesele etmeyenler olabilir ama, bence bir alt kültüre dönüşmek, her türlü politik iddiadan vazgeçmek anlamına gelir, kendi adıma bunu biraz iç sıkıcı buluyorum.
Feminist hareket, küçük grupların yanısıra, kampanyalar çevresinde de örgütlendi. Kampanyalar, çizgileri çok farklı olsa bile, kadın gruplarının ortak bir kısa vadeli hedefe yönelik olarak birlikte iş yapmalarını sağladı. Bir yandan da feminist kadınların küçük grupların darlığı ve boğuculuğundan çıkıp sokakta, “başkalarına” bir dert anlatma reflekslerini korumalarına yaradı. Ancak kampanyalar doğal olarak süreklilik taşımıyordu, böylece küçük grupların hareketliliklerinin kaybolmasıyla birlikte kampanyaları besleyen kanal da tıkanmış oldu.
Daha önce feminizmin yarattığı bir politik alandan söz etmiştim; bu alan, ’90’lı yıllarda devlet feminizmi diye çok kabaca tanımlanabilecek bir yaklaşım tarafından dolduruldu. Devlet feminizminin kadın kurtuluş hareketinden en önemli farkı, bir biçimde uluslararası kurumlarla ve/veya devlet kurumlarıyla sıkı ilişkisi. Bir başka ayırdedici özellik olarak da “fark” vurgusunun yerini “eşitlik” söylemine bırakmasını görüyoruz. ’80’li yılların o zenginliği, renkliliği ve kıpır kıpırlığı, yerini daha durağan, kendini fikirler ve hayallerden çok projeler ve işlerle tanımlayan, asla zıpırlıkla suçlanamayacak, ama tuhaf bir biçimde kadınların ancak çıkar ilişkisi kurabildikleri bir yapıya bıraktı. Aslında bu “tuhaf” sayılmaz, “başkası” ile ancak ona doğru yolu göstermek, onu kurtarmak ya da en beteri kendi kimliğini sağlama almak üzere ilişki kurabilen bir yaklaşımla varılabilecek yer başka neresi olabilirdi ki? Kadınlardan, kadınların sorunlarından, “kırsal kesim”den cehaletten... en çok söz edildiği dönem, feminist politikanın bir tür kalkınma programı muamelesi gördüğü dönem oldu – kaderin cilvesi!
“Gönüllü kuruluş” lâfı bu dönemde sık sık telâffuz edilmeye başlandı: sanki feminizm devletin işiymiş de bazı kadınlar devletin işine yardım ediyorlarmış gibi. Devletin küçülmesi muhabbetiyle bazı işlerin “sivil toplum örgütleri”ne yıkılmasının aynı döneme gelmesi de tesadüf değil belli ki. Uluslararası kuruluşların sağladığı fonlarla böyle bir hummalı faaliyet dönemine girdik.
Başta da söylediğim gibi, zaman soyutça ilerlemez, geçmiş, bugünün içinde mündemiçtir. Dolayısıyla, “bak işte, nereden başladık, nereye geldik” demek yerine, peki, bütün o canlılık, o arayış, hayaller, fikirler... nereye gitti diye sormak gerek.
Bugün feminizm, öyle ya da böyle, on yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak bir yaygınlığa sahip. Bu yaygınlığın yanısıra, müthiş bir çeşitlilik de var. Belki “mainstream”in gücü bu çeşitliliği görmemizi engelliyor, ancak “Refahla koalisyon yaparsa Berna Yılmaz kocasını boşasın”, ya da “kadınımız Avrupa Birliği’ne girmek istiyor” filan gibi açıklamalar yapanlar seslerini duyurabiliyorlar, ama yine de başkaları var.
Bana öyle geliyor ki, bulunduğumuz yerden yola devam etmeden önce bazı önemli soruları sormamız gerekiyor:
• Bu toplumdaki cinsiyetçi örüntüleri doğru olarak çözümleyebildik mi? Yoksa kendimizi Batılı orta sınıf şablonlara kaptırıp hayatın gerçekliğini yakalayamaz hale mi geldik?
• Özel olanın politikasını yapmanın anlamı nedir? Kadınlar açısından ezilmenin hangi boyutu “özel”, hangisi “kamusal”dır? Bu ikisine ilişkin politikalar birbirinden ne kadar farklı olacaktır? Yani kadınların örneğin ücretsiz aile işçisi olarak ya da informel sektörde sigortasız çalışmaları ile doğurganlıklarının ailedeki ya da devlet yönetimindeki erkeklerin müdahalesine tâbi olması farklı politik mücadelelerin konusu mudur?
• Ufkumuzu Kürt hareketinde, cezaevi kapılarında, kamu sendikalarında var olmaya çalışan kadınları da içerecek biçimde genişletmek için ne yapmalıyız?
• “Başka kadınlar adına konuşmamak/kimseyi kurtarmaya soyunmamak” ne demektir? Böyle başlayıp kendi bulunduğu yerden görebildiği ufukla politikasını sınırlayan biri “başkası”nın varlığını kabul ediyor mudur?
• “Kadınlık bilgisi” ve “kadınlık değerleri”nin politik anlamı ne olabilir?
• Kadınların kendi kamusallıkları ve dillerini daha geniş bir kamusallıkla ilişkilendirmek/geçişli hale getirmek mümkün müdür?
• Cinsiyetçi örüntüler erkekleri nasıl etkiler? Erkeklerin kendi erkek kimlikleriyle yüzleşmelerinin politik anlamı ne olabilir?