Aslında aylardır devam eden, ama ancak gözardı edilemeyecek bir kitlesellik kazandığında, Meclis’te gösteri ve hele “üniversite işgali” gibi “geçmişi çağrıştıran” eylemler gerçekleştirildiğinde, kamuoyunun gündemine girebilen öğrenci hareketleri, hem destekleyenler hem de eleştirenler tarafından aynı “geçmişteki örnekler”e atıfla, o zaman söylenenleri tekrarlayarak değerlendirildi. Bir yanda “68’liler” o zamanki tecrübe ve derslerini konuşturdular, beri yanda “tarih tekerrürden ibarettir” cephesi, ’68’li, ’78’li kuşakların başına gelenleri hatırlatarak beklenen gözdağlarını verdiler. Birinciler, ’90’lardaki benzerlerine “haklı olma”nın maalesef yetmediğini, hattâ haklı kalmanın da yetmediğini imâ eden öğütler verdiler. Sanki onları haklı da olsalar sonunda kazanamayacaları bir davadan fazla hasar görmeden çıkmaları için daha mütevazi, daha az umut kırıklığı yaratacak bir çizgiye çekilmeye davet eder gibiydiler. İkincilerin zaten öğrencilere hak vermek gibi bir eğilimleri zaten olamazdı. Hakkın para demek olduğu hükmünün tescil edilmiş sayıldığı 1980’li yılların “düzen koruyucu” anlayışlara eklediği her şeyi paraya indirgeme “meşrûiyeti” ile de iyice çiğleşen dilleriyle, öğrenimin, hele “yüksek öğrenim”in parasız olamayacağını öfkeyle, hattâ aşağılayarak savundular.
1990’ların öğrenci hareketine, dostça ya da düşmanca yaklaşarak, “biz bu filmi görmüştük” kipinden konuşanların dikkate alması gereken ilk ve önemli nokta, 1960-70’li yılların değil Türkiye’sinde, en “ileri kapitalist” toplumlarında bile “para”nın bu denli saldırgan çiğ ve küstah konuşamadığıdır. Tam aksine, o dönemlerin öğrenci hareketleri, özellikle kapitalist metropollerde paranın dilini konuşanların savunmaya itildiği, düzenlerinin, türettikleri hayat tarzının hesabını vermek için ter döküp, özürler döşenmeye mecbur hissettikleri bir ortamın varlığında, en azından moral bir üstünlükle donanmış haldeydiler.
O yüzden de bütün o ülkelerde öğrenci hareketleri, hayal ettikleri toplumsal dönüşümle kıyaslandığında umut kırıcı denilebilecek bir sonuçla dindi ise de; bu dalganın kazanımlar hanesinde, üniversitelerde, hattâ tüm eğitim düzeninde hayli önemli düzeltmeler yaptırtmak gibi bir sonucun olduğu da unutulmamalı.
Fakat o ülkelerde düzeni koruyanlar, bunları “taviz” verdiklerini düşünerek yapmadılar. ’68’in taleplerini, eleştirilerini sistemin rasyonelleri içinde değerlendirerek, onları sistemin tıkanmış kanallarını temizlemek, genişletmek ve yeni kanallarla ona daha bir canlılık kazandıracak hale sokmak uzak görüşlülüğünü, becerisini gösterdiler. ’68 hareketini, en azından o ülkelerde hayal kırıklığı ile duraklatıp sona erdirten en önemli etkenlerden biri, hattâ başlıcası işte bu, sistemin massedebilme, muhalifinden kendini canlandırıcı unsurlar türetebilme yeteneğiydi.
Türkiye’ye gelince, fabrikalarına, bankalarına, ihracat seferberliklerine, zenginliklerinin çapı ile dünya klasmanına giren işadamlarıyla neredeyse tamamen kapitalist hale gelmiş gibi görünen bu ülkede, düzen massetme yeteneğiyle değil, “bastırma” yeteneği ile, bastırıcı gücü ile marûftur. Bu düzen ve devlet geleneğimizin, kendisine eleştiri yönelten, taleplerde bulunan kitlesel hareketler karşısındaki refleksi, bunlardan kendisini düzeltecek unsurları süzüp massetme boyutu olan bir dikkat değil, tam tersine nasıl punduna getirip burunlarını sürtebileceğini kestirmeye çalışan bir dikkattir. Burnunu sürtmek şarttır; çünkü bu ülkede düzeni temsil edenleri aşağıdakilerin “haksız” –yani sistem rasyonellerinin tamamen dışında– taleplerinden çok daha fazla haklı –yani sistemin yapabileceği, zaten yapmış olması gereken– talepleri kızdırır. “İş”lerine karışılmıştır çünkü. Aşağıdakilerin işe karışması... Bu ülkedeki her tür düzen temsilcisinin “kötülüklerin anası” saydığı şey budur.
Batı’daki ’68 ile Türkiye’deki ’68 sadece düzenlerin o hareketlere karşı tavırlarındaki farklılıktan dolayı değil, bizzat hareketlerin içeriği itibariyle de önemli farklılıklar gösterirler. Batı ’68’inin siyasal iktidardan çok toplumun hayat tarzına, milyonlarca küçük fabrika gibi düzeni otomatik olarak üreten bu “hücre”ye, dönüşümün anahtarını burada döndürmeye, dinamiğini buradan türetmeye çalışan genel eğilimine karşılık, Türkiye’nin ’68’i tarihsel alışkanlığımızdan “sapmayarak” devlet ve siyasal iktidar katına yoğunlaştı. Sosyalizm bu yoğunlaşmaya iktisadî düzeni de katarak biraz daha derinlik kazandırdı, ama “yukarıdan aşağı (veya aşağıyı) dönüştürme” karakterini de takviye etti. Yaklaşım farklılığını belki de en iyi özetleyecek örnek, Batı ’68’inin Çin ve Mao’nun Kültür Devrimi ile ilgilenmesine karşılık, Türkiye ’68’inde Çin ve Mao’nun “Halk savaşı ile iktidarı ele geçirme stratejisi”ne odaklanıyordu ilgi.
1996 yılında Türkiye’de öğrenci hareketi, –çoğu kişinin artık olmaz, tarihte kaldı bunlar demeye hazırlandıkları bir noktada– 1980’lerden beri görülmedik kitlesellikte bir hareket oluşturduğunda, gerek taleplerinin içeriği ve kaynakları ile gerekse eylem tarzları ve üslûpları ile 1980’lerin sonlarından itibaren Batı toplumlarında –genel bir dalga oluşturmamakla birlikte– ard arda ortaya çıkmaya başlayan öğrenci hareketleri ile hayli sıkı bir benzerlik içindedir.
İlk kez 1987’de Fransa’da, yüzbinlerce öğrencinin katıldığı hareketin ardından ertesi yıllarda İtalya ve İspanya başta olmak üzere birçok ülkede azımsanamayacak çapta öğrenci hareketleri oldu. “Yeni bir ’68 mi?” diye sordurtacak ölçüdeydi bunlar. Lise öğrencilerinin de geniş çapta katıldığı bu hareketlerde öğrenci taleplerinin özü, sistemin eğitim, öğrenim politikasında açıkça seçkinci bir yaklaşımın egemen olmaya başlamasından duyulan hoşnutsuzluk ve bu politikanın temel araçlarından biri olarak paralı eğitimin giderek kazandığı ağırlığa tepkiydi. Bugün 1995’in son aylarından beri üniversitelerde giderek genişleyen hareketin taleplerine bir bütün olarak bakıldığında da aynı şeylerin söz konusu olduğunu görmek zor değildir.
O halde 1990’ların Avrupa ve Türkiye’sindeki öğrenci hareketlerinde düzen, devlet ve hayat tarzına dönük radikal eleştiri, dönüştürme umudu –belki şimdilik– söz konusu değildir ama, aynı içerikte bir sorunlar paketi yürürlüktedir.
Ancak dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta var. Az önce Avrupa’daki ’68 öğrenci hareketinin en azından orta ve yüksek öğrenime ilişkin eleştiri ve taleplerinin yönetimler tarafından dikkate alındığını, bunun sonucunda eğitim düzeninde ciddi düzenlemeler yapıldığını belirtmiştik. Oysa Avrupa’daki son dönem öğrenci hareketlerinin hemen tümü hükümetlerin okul sistemini “daha rantabl” hale getirmek adına yürürlüğe sokmak istedikleri “reform paketleri”ne tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Bu hareketler sonucunda reform paketlerinin yürürlüğe konması bazı yerlerde ertelenmiş, bazı yerlerde ilk fırsatta yeniden teşebbüs edilmek üzere geri çekilmiş, bazen biraz değiştirilmiş, ama vazgeçilmemiştir. 1990’larda roller değişmiş, “statüko”yu değiştirmeye çalışan düzen ve devletlerin karşısında statükonun korunması için sokağa dökülen öğrenciler gibi bir manzara ortaya çıkmıştır.
Bütün bunların “bilgi toplumuna, bilgi çağına geçiş”ten söz edildiği bir tarihsel noktada oluyor olması da, ilginçtir.
İlginçtir ama, hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü “bilgi toplumu”, bilginin de nihayet “metalaştırılabildiği” bir toplum anlamına geliyor. Yani bilginin de “üretimi”nden edinilmesine ve kullanılmasına –“tüketimi”ne– kadar tüm süreçler ve bu arada alışveriş (mübadele) mekanizmaları da herhangi bir metanın üretim-tüketim döngüsünden neredeyse farksız hale gelmiş, getirilebilmiştir. Dolayısıyla artık bilgi de tüm diğer metalar gibi muamele görebilir. Yani sadece parayla alınır satılır hale gelmiş olmakla kalmaz, tıpkı genelde aynı kullanım değerine sahip mallar kalitelerine göre ucuz ya da pahalı olabiliyorlarsa; edinilecek –satın alınacak– bilgi de ödenilen para ölçüsünde kaliteli olacaktır. Dolayısıyla aynı bilginin değişik alım güçlerine uygun türleri de “üretilmeli”dir. O halde “paralı eğitim” mal-bilginin mübadele değeri farklılıklarına göre “pazar”a sunulabilmesini düzenlemek için “zorunlu” bir mekanizmadır. En pahalı öğrenim kurumlarının sadece en kaliteli öğrenim elemanlarına, ders araç ve gereçlerine sahip kuruluşlar olmakla kalmayıp aynı zamanda öğrencilerine en fazla özgürlük tanıyan yerler olması da normaldir. Çünkü okul, bilginin sadece kullanılmak üzre edinildiği yer değil, aynı zamanda üretiminin de öğrenildiği yerdir. Bilgi üretiminin ön koşulu ise özgürlüktür. O halde öğrencilerini bilgi üretme “mesleği”nin en üst dereceleri için yetiştiren okulların hem en pahalı, hem de en özgür ortamlı okullar olması; buna mukabil parasız okulların sadece bir atımlık kullanım değeri olan bilgiler veren, üretmeyi ise kaale bile almayan yerler olup, özgürlükten nasipsiz, boğucu ortamlar olmaları da “normal”dir.
Bu noktada az önce sözünü ettiğimiz statüko konusuna yeniden eğilebiliriz. Avrupa’da ve Türkiye’de öğrencilerin korumak, devlet ve düzen temsilcilerinin kesin olarak değiştirmek istedikleri statükonun içeriği nedir? En özet ifadeyle öğrenci hareketi, her şeyden önce bizzat bilginin statüsünde meydana gelen bu değişmeye, yani onun tüm insanlığın ortak edinimi olarak taşıması gereken meta olamazlık vasfının kaldırılmasına tepkiyi “temsil ediyor”. Devlet ve düzen ise o statünün “geçmiş”e ait olup artık geçersiz sayılması gerektiği fikrindedir.
Şüphesiz “çağımızın gerçekleri” veri alınarak bu tavırlar kıyaslandığında öğrencilerin “gelişmelerin gerisinde”, tarihen daha “geri” bir noktada durdukları, oysa devlet ve düzenin “gelişme”nin doğrultusuna uygun, bu doğrultuyu hızlandıracak bir tavırdan konuştukları, “gerçeklikler”e uyarlı bir dil kullandıkları bile öne sürülebilir. ’68’deki “suçluların telaşı” içindeki düzen ve devletle değil, parasız ve seçkinci olmayan bir eğitim politikası isteyen öğrencilere karşı öfke ve küçümseme duygularını –şimdilik– zor zaptederek bakan, “nasıl olsa kaybedecek, boyun eğeceksiniz” diyebilmenin güveniyle, üstünlük duygusuyla “sabreden” bir düzen ve devlet var bugün.
1968’in öğrenci hareketi, bilgiyi hem insanlığın ortak hazinesi hem de edinilmesi ve kullanımıyla insanları bireysel ve toplumsal mutluluğa taşıyacak en önemli unsur sayan Aydınlanmacı zihniyetin bu mirasını temsil ediyor, onun şahlanışı anlamına geliyordu. Bunun en görkemli, ama sonuncu şahlanış olduğunun o sıralarda elbette farkında değildik. 1968, bilginin henüz tam meta haline dönüştürülemediği, ama bilginin ve üretiminin metalar aleminin hizmetine koşulması yolunda hayli mesafenin aşıldığı, bilgi ve bilgi üretiminin evrensellik vasfının, aydınlatıcı olma yükümlülük ve sorumluluğunun önemsenmez hale geldiği bir noktada, bu duruma Aydınlanma ideallerinin içten bir sahiplenişi ile karşı çıktı. Henüz o idealleri elinin tersi ile itip, yerlerine 1980’lerin o ünlü “yükselen değerleri” gibisinden bir şeyler koyamamış olan kapitalist devlet ve düzen, iki yüz yıldır kendisini haleleyen Aydınlanma felsefesi ve zihniyetinin parlak ithamı karşısında suçüstü yakalanmış gibi gerilemek zorunda kaldı.
O zamanlar da paralı okullar vardı. Ama o sıralarda “paralı okul” denilirken, asıl olarak, ancak para sayesinde diploma sahibi olabilecek kadar düşük performansa sahip öğrencileri olan, düzeysiz okullar kasdedilirdi. En üst düzeyde eğitim veren paralı okullar da –özellikle Amerika’da– vardı ama bunlar hem o düzeydeki bir eğitimi “hak eden” yetenekli yoksul öğrencilere çok ucuz burslar veren vakıflarla desteklenmekteydi hem de bilgiyi Aydınlanma felsefesinin normları içinde algılayan bir anlayışın içindeydiler. O nedenledir ki, 1968’in öğrenci olayları Amerika’da özellikle bu paralı ama seçkin üniversitelerde boy verdi. Aydınlanma felsefesi en üst düzeyde bilgi ve bilgilenmenin en üst düzeyde bir toplumsal sorumluluk yükleyen bir bilgi ve bilgilenme hali olması gerektiği fikrine inanan bir “aydın” tipinde somutlaşır. 1968’in hemen tüm ülkelerde en “seçkin” öğrenci katmanlarından, en üst düzey eğitim kurumlarından başlaması, hareketin öncü ve önder kadrolarıyla “kaleleri”nin bunlar olması şaşırtıcı değildir.
1968, bilginin bizatihi meta haline dönüşmesine son bir adım kalmışken, tam o kavşak noktasında, o adımı atmanın götüreceği uğursuz yolu sezmişçesine yapılmış bir uyarı, bir dikkat ve uyanma çağrısıydı. O dönemde “aydın” son kez ve o zamana kadarki mirasının tüm imkânlarını kullanarak toplum(lar)u “aydınlatma”ya koştu. Ama uyanın mesajı kitlelerden ziyade, o mesajı “uyanık”lığa dönüştüren devlet ve düzenler tarafından dikkate alındı. Bu sonuçlar belirginleşmeye başladığındaysa “aydın”lar tarih sahnesinden de çekildiler.
Devam etmeden önce bir noktayı daha belirtmek gerekir. Aydınlanma felsefesinde “bilgi”, yalnızca şeylerle ilişkimizi daha verimli, daha etkili kılacak veriler olma özelliğiyle değil, davranışlarımızın temeli haline getirildiği oranda insanı –hayvani durumdan pek de farklı olmayan– kendimize ve varoluşumuza dair cehalet, bilgisizlik, köleleştirilebilme halinden çıkaracak, olgun ve özgür kişiler olmalarını sağlayacak özelliklerle de yüklü bir anlama sahiptir. Dinî düşüncenin imana yüklediği işlevler neyse bilginin de Aydınlanmacı yaklaşımda benzetilebilir bir işlevi vardır. Ve yine nasıl dinde iman birtakım ibadet pratiklerine indirgenemez, ondan ibaret sayılamaz ise, tıpkı bunun gibi Aydınlanmanın bilgi kavramı da şeylere ilişkin bilgilere, yani ürün, verimlilik ve etkinlik artışı gibi semereleri olan bilgi türlerine indirgenemez. Hattâ o verimlilik, etkinlik artışıyla ne denli iftihar etse de, kendine güveni pekişse de; Aydınlanma felsefesi, bunların, asıl amaç olan insanın, insanlığın ilerlemesi, yani hayvani güdülerden giderek tamamen kurtulacak bir olgunluk, özgürlük ve uygarlık haline doğru yürümesi hedefinin sadece araçları olduğunu varsayar.
Ancak kapitalizmle içiçe yaşanan modern bilimlerin gelişme sürecinde bilim ve bilginin bu etik-moral arka planı giderek silikleşmiş, daha doğrusu silikleştirilmiştir. Bilimin bir üretici güç olma vasfının kapitalizmde mübadele değeri üretmenin gereklerine göre yönlendirilip kullanılması, yalnızca o etik boyutun silinmesini değil, bizatihi bilginin içeriğinin tedrici bir biçimde değişmesine de yol açmıştır.
Nasıl başlangıçtan günümüze, kapitalist üretim tarzında üretici işlevlerin bölünmesi, işbölümünün incelmesi ile orantılı olarak üretim arttırılabilmiş ise, tamamen aynı biçimde bilginin çoğalması da ana bilimlerin dallara, disiplinlere bölünmesi ile orantılı olmuştur. Adı bilginin evrenselliğini, evrenselin bilgisini çağrıştıran, mezunlarına bütünsel bir bilgilenme sağlayacağı düşünülen üniversiteler, zamanla “üretime –daha sonraları piyasaya– dönük” olma yönündeki baskılarla üst düzey mesleklerin öğretildiği okullar haline gelmeye başlamış, müfredatlar giderek meslekler için işlevsel bilgilerden ibaret hale gelmiştir. Üretilen bilginin “formatı” işlevsel olacağı –yani bir tür meta olarak mübadele edileceği– alanın siparişlerine göre belirlenir olmuştur.
Kapitalizmin, yani akla gelebilecek her şeyi metalaştırabilen, yani alınır satılır hale getiren ve ürettiği her şeyi alınır satılır olabilme özelliği olabilecek tarzda ortaya koyan sistemin doruğunda yaşıyoruz. Ve eklemek gerekir ki; doğuşundan yakın zamana kadar bu sistem, bu düzen hemen daima bir alternatifin tehdidi altında sürüp geldi. Aslında daha önceden beri, ama asıl olarak 1980’lerle birlikte açıkça, alternatifsiz bir sistem olarak tarihinin en sağlam, yerleşik göründüğü evresini yaşıyor. Bu sistemin en “gelişkin” olduğu ülkelerden çok daha “geri” ülkelere kadar yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanın büyük çoğunluğu, durumlarından ne denli şikayetçi olurlarsa olsunlar, her şeyi meta, toplumu –hattâ insanlığı– bir piyasa olarak algılamayı “doğal” sayan zihniyeti eleştirisiz kabullenir hale gelmişlerdir. Geçmişte, kapitalizmin yüzlerce yıla varan bir yerleşikliğe sahip toplumlarda dahi, paranın dışındaki faktörlerce de belirlenen toplumsal hiyerarşi, hızla paradan, “para kazanmayı bilmek”ten başka hemen her kıstası dışlar biçimde teşekkül eder olmuştur.
O nedenle, bu zihniyetin bu denli kendini kabul ettirmiş olduğu bir dünyada, “parasız eğitim” talebi, bu zihniyetin mantığında, bundan doğrudan yararlanacak geniş yoksul kesimlerin indinde dahi “meşrû” bir talep gibi benimsenememektedir. Anayasa’nın devlete mecburi, parasız vermekle yükümlü kıldığı ilköğrenim hizmetini dahi fiilen yarı paralı biçime sokmuş ve bundan dolayı toplumdan sözü edilir bir tepki görmemiş olan devlet, Türkiye toplumunun “paralı eğitim”i zaten bir “veri” olarak kabul etmiş olduğunun “bilinci”ndedir. Ana okullarından, bu düzeyde hazırlık kurslarına kadar resmî okullar düzeninin yanında bir ur gibi on yıllardır büyütülen “eğitim sektörü”, çoktandır öğrencilerin ve velilerinin nazarında resmî ilk-orta öğrenim okullarından daha fazla önemsenmekte, daha işlevsel addedilmektedir. Resmî ilk ve orta öğrenim okulları, seçkin eğitim veren okullara girebilmek için gerekli bir formalite belgesini veren yerler kadar değer taşımaktadır ancak. Dolayısıyla Türkiye’de, daha şimdiden, ödenilen para ile alınan eğitimin kalitesinin giderek birbirine uygun hale geldiği bir paralı eğitim düzeni, en alttan en tepeye neredeyse kurulmuş sayılmalıdır. “Parasız” resmî eğitim düzeni çökmüş, tamamen kaldırılacağı anı bekleyen bir kalıntı haline gelmiştir.
Dolayısıyla bugün, üniversite öğrencilerinin, “parasız eğitim”den çok “harçların indirilmesi” talebi etrafında oluşturdukları kitlesel hareket, belki harçların bir miktar indirilmesini, en azından gelecek yıl arttırılmamasını sağlayabilir. Ama, bu hareket, eğer bugünden başlayarak, bizzat bilginin ve bilimin kendisinden bilgi edinme ve üretmenin yollarına, kurumlarına, bilgi ve paranın içiçeleşmesinin, bilginin metalaşmasının mahiyetine kadar uzanan; buradan hareketle bir adı da “bilgi toplumu” olan önümüzdeki çağın bu hâlâ kutsal “bilgi” sözcüğü ardında bizi nasıl acımasız, çiğ ve ürpertici ihtimallerle yüklü bir insanlık durumuna sürüklediğini gösteren bir sorgulamanın ilk adımlarını atmazsa, çok değil, iki-üç yıl sonra bile hatırlanmayacak bir hareket olarak kalır. Ama eğer, ’68’lilerin önlerine koymuş olduklarından çok daha devasa olan, sabırlı, uzun erimli ve çok yönlü bir çabayı gerektiren bu sorgulamanın en azından ipuçlarını yakalar ve sürdürürlerse; şüphesiz sadece onların değil, “bilgi”yle şu veya bu şekilde ilgili her kesimin katkı ve katılımını gerektiren bir çözüm arayışının öncüleri olarak, ’68’lileri de aşarak tarihteki yerlerini alırlar.
Her ne kadar ’68’lileri çevreleyen, onlar için ciddi bir güç kaynağı olan moral üstünlük havası ve hali şu anda söz konusu değilse de; hiç de umutsuz bir mücadele olmayacaktır bu. Hatırlanmalıdır ki; bu yazıda karanlık yüzüyle değindiğimiz “bilgi toplumu” aynı zamanda da bilgi için edinim, “üretim” ve iletim araç ve kanallarının alabildiğine zenginleştiği, öte yandan bizzat bilginin içeriğinde köklü bir dönüşümün hayli ileri işaretlerinin çoğaldığı bir durumun, bir potansiyel imkânlar serisinin varlığı da demektir. Tarih boyunca insanlığın ortak hazinesi, davranışlarımızı ve dolayısıyla bizi “ayırdedici” insanî kılan biricik “şey” olan bilgiyi, her zaman şimdi ve gelecekte de tüm nesillerin alınteriyle, gayretiyle oluşmuş bir mirastan beslenerek “çoğaltılan”, yetkinleştirilen “bilgi”yi, bu reddi imkânsız boyutlarının, özelliğinin tam aksine bir forma sokmaya çalışmak, parayla orantılı bir “hak”kın konusu haline getirmek; daha da önemlisi –bu yazıda değinme imkânını bulamadığımız– geniş yığınları fiilen “insanlık dışı”na itecek ürpertici bir hiyerarşiyi böylece kurmaya yönelmek – gidişat bu yöndedir...
Eğer bütün bunlar, anlatacak donanımı, azmi ve moral gücü olan insanlar varsa; kapitalizmin meta ve tüketim toplumunun presleri ile alabildiğine geriye itilmiş, sıkıştırılmış geniş yığınları, insanlığın o büyük hazinesini devralacak ve onu yeniden insanlığın yetkinleşmesinin hizmetine sunacak bir atılımın fitili olmaya yeter.
ÖMER LAÇİNER