Güney Kore’de dokuz yıl önce askerî diktatörlük grev, gösteri ve kanlı çatışmalar sonrasında devrildi. Darbe yapıp, anayasayı ihlâl etmekten hakkında dava açılan eski diktatörün yerine, muhalefetin lideri seçimle cumhurbaşkanı oldu. O günden bu yana Güney Kore hem hızla kalkınmaya devam etti, hem de kurumsal olarak demokratik atılımların bir kısmını gerçekleştirdi.
Hızlı iktisadî büyümenin kalkınmakta olan ülkelerde muhakkak baskı rejimi gerektirmediğini vurgulayan bu örneği, Dünya Bankası 1990 başlarında yayımlanan “Kore mucizesi” adlı raporuyla selamladı. Gerçekte, Dünya Bankası ve IMF’in önerdiği yapısal kalkınma programlarına pek uymuyordu Güney Kore modeli. Devletin düzenleyici eliyle yürütülen ve topyekûn toplumsal mobilizasyona dayanan bu kalkınma, liberal kalkınma reçetelerinin başarısına örnek olarak sunuldu.
Küreselleşen ekonomi içinde aktif bir yer almanın avantajlarından şüphe edenlere Kore mucizesi gösteriliyordu. Üstelik liberallerin sosyal politika düşmanı olmalarından şüphelenenlere karşı verilecek mükemmel bir cevap vardı Kore örneğinde. 1960 yılında iktisadî göstergeler açısından Filipinler’le aynı durumda olan bu ülke, otuz sene sonra diğerini kat be kat geçmişti. İktisatçılar, iki ülke arasında bu boyutta fark yaratan unsurların başında, Güney Kore’de gelir dağılımının 1960’ta Filipinler’den çok daha eşit olmasının geldiğini iddia ediyorlardı. Böylece Kore mucizesi, sosyal adaletle kalkınmanın, dışa açık ekonomiyle gelir dağılımında göreli eşitliğin birbirini dışlamadıklarını gösteren sihirli örnek oluverdi.
Dünyanın sayılı ihracatçı ülkeleri arasında yer almaya başlayan Güney Kore, birkaç yıl önce kalkınmış ülkeler kulübü olan OECD’ye üyelik için başvurdu. Geçtiğimiz Aralık ayında tam üye oldu.
OECD’nin liderleri konumundaki ülkeler, üyeliğe almak için Güney Kore’den OECD ülkelerinde var olan sosyal hakların da kısa zamanda yaşama geçirilmesini, parlamenter demokrasinin aksamadan işlemesini ve özellikle muhalefet hakkının ayaklar altına alınmamasını talep ettiler. Güney Kore’ye demokrasiyi getiren kişi olma prestijine güvenen Cumhurbaşkanı Kim Yung-Sam, bu güvenceleri vermekte bir sakınca görmüyordu.
ILO’ya 1991’de üye olan Güney Kore, bu kuruluşa girerken iş kanununu uluslararası standartlara uygun biçimde değiştirme sözü verdi. Yüksek kalkınma hızının emek piyasasında yarattığı baskı, işçi ücretlerini hızla yükseltiyordu. Kalifiye işçi ücretleri, yılda yüzde 15-20 artarak, kısa zamanda, Japonya’dan sonra, bölgenin en yüksek ücretleri oldular. Otomobil sektöründe ücret seviyesi İngiltere’nin ücret seviyesini yakaladı. Aynı zamanda ücretli nüfus içindeki göreli eşitlik de hızla bozulmaya başladı. Tekstil sektöründe ve küçük işyerlerinde çalışanların eline geçenle, otomobil, elektronik ve benzeri yoğun teknolojili sektörlerdeki büyük işletmelerde çalışanların ücretleri arasındaki uçurum büyümeye başladı. Asgari ücret 1996 sonunda ayda 24 işgünü ve günde 8 saat için 500 dolardan biraz fazlaydı. 1995 yılında yürürlüğe giren işsizlik sigortası, üç ay boyunca son ücretin yüzde 70’ini ödemeyi taahhüt ediyordu. Bu haktan tüm ücretlilerin yararlanması ise genellikle kâğıt üzerinde kalıyordu. Sendika koruması olmayan sektörlerde, özellikle küçük işyerlerinde işten çıkarmalar işsizlik sigortası hakkından yararlanmayı engelleyen biçimde gerçekleşiyordu.
1963’ten beri varlığına izin verilen bir tek konfederasyon vardı ve o da resmî sendika konumundaydı. 800.000 ücretli emekçi ihracatçı büyük gruplarda çalışırken, 3.5 milyon ücretli 100 kişiden daha az insan çalıştıran işletmelerde toplanmıştı. Her yerde olduğu gibi sendikalaşma buna ters orantılıydı elbette. Büyük işletmelerde yüzde 80’e varan sendikalaşma oranı, küçük işletmelerde yüzde 12 seviyesini geçmiyordu. Bütün bunlara rağmen, hızlı kalkınma herkesin durumunu göreli olarak düzeltiyordu. 1960 başlarından 1980 sonlarına kadar çok düşük ücretlerle ve hemen hiçbir sosyal hak tanımadan çalışmak zorunda bırakılan Koreli çalışanlar için, alım güçlerindeki bu artış onları tatmin etmeye yetiyordu.
ILO’ya ve OECD’ye verdiği sözlere rağmen Kore hükümeti sosyal yaşamın demokratikleşmesinde ağırdan almaya devam etti. 1963’te Park Çung-he’nin diktatörlük rejimiyle getirilen sendika kurma yasakları ve birden çok sendikayı engelleyen yasalar yürürlükten kaldırıldı. Hükümet sadece 700.000 üyeli Kore Sendikaları Federasyonu’nu (FKTU) yasal olarak tanıyordu. 1995’te kurulan ve hükümetin varlığını tanımadığı 300’le 500 bin arasında üyesi olduğu tahmin edilen yeni konfederasyona (KCTU) karşı sistemli bir bastırma kampanyası sürüyordu. Bu konfederasyon üyesi telekomünikasyon sendikasının yöneticileri, sendika yasaklarını protesto etmek için sığındıkları kiliseye polisin zorla girmesiyle tutuklanmışlardı. 1987’den 1996’ya kadar 2.000’in üzerinde sendikacı tutuklanmış, 5.000 civarında sendika üyesi de sendikal faaliyetlerinden dolayı işten atılmıştı. Kore yönetici sınıfında demokrasiden anlaşılan, katı bir hiyerarşiye herkesin uymaya devam etmesiydi.
On yıla yakın bir zamandan beri yürütülen, ileri teknoloji sektörlerinde yoğunlaşma, kalitede rakip ülkeleri yakalama ve ücretlerin -artışa rağmen- Japonya ve diğer ülkelerden daha düşük kalmasını bir fiyat rekabeti olarak kullanma stratejisi, ilk dönemdeki yüzde onun üzerindeki kalkınma hızını elde etme olanağı verdi. Ama göreli avantajların hızla erimesi, 1990’ların ortalarına doğru kalkınmayı ciddi ölçüde yavaşlattı. İstihdam artar ve ücretler yükselirken, kalkınma bunun gerisinde kalıyordu.
Kalkınma hızının doğal olarak yavaşlamasına ilaveten, 1995’ten itibaren Güney Kore’nin ihracat hamlesinin soluğunun kesilmeye başlaması, hükümeti ve iş çevrelerini telaşlandırdı. Kalkınma hamlesinin soluğunun kesilmesinin tek sorumlusu olarak ücretleri ve sosyal yükümlülükleri gösterdiler. Ama ardarda ortaya çıkan ve büyük şirket yöneticileriyle devlet adamlarının bulaştığı yolsuzluk haberleri, hükümet ve şirket yönetiminin etkinliği konusundaki yaygın inancı yıkmıştı. Göreli başarısızlıktan, kimseye hesap verme alışkanlığı olmayan, hem siyasette, hem de iş yaşamında egemen olan bir tür feodal mantığın da sorumlu olabileceği fikri halk arasında güçlendi. Üstelik Kim İl-Sung’un ölümünden beri Kuzey Kore umacısı da eskisi gibi etkili olmamaya başlamıştı.
26 Aralık 1996 gecesi, yangından mal kaçırırcasına, muhalefete haber bile vermeden parlamentodan hükümetin geçirdiği yeni iş kanununa karşı gelişen büyük toplumsal tepkiyi, bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. ILO’ya ve OECD’ye verilen sosyal politikaları geliştirme sözleri, bu kuruluşlara üye olurken üstlenilen yükümlülükler, bir kenara bırakıldı. Uluslararası camiada “Kuzey Kore tehlikesinin” koruyucu şemsiyesinin, bu yerine getirilmeyen sözleri unutturacağından Kore yöneticileri emindiler.
Yeni kanun, yeni sendikaların kurulmasına 2002 yılından itibaren izin veriyordu. KCTU’nun yasallaşmasını ise 2000 yılına atıyordu. ILO’ya verilen sözlere rağmen, kamu sektöründe çalışanlara sendika hakkı tanımayan kanun, grevin pazarlık gücünü de büyük ölçüde ortadan kaldırıyordu. Grev sırasında işveren geçici işçilerle üretime devam edebilecekti. Üstelik işveren piyasanın durumunu öne sürüp, toplu işten çıkarma hakkına sahip oluyordu. Bunlara ilave olarak, haftalık iş zamanı 56 saate kadar çıkabiliyor ve iki haftanın ortalaması 44 saati geçmedikçe, işverenin ek ücret ödemek yükümlülüğü kaldırılıyordu.
Bu kanuna karşı kısmi grev biçiminde başlayan muhalefet, Ocak ayının ortasında Güney Kore tarihinin en büyük grevlerinden birini, iki sendikanın da katılımıyla örgütledi. Diğer taraftan ILO’nun sert eleştirilerine pek aldırmayan iktidar, OECD’nin Sendikal Sorunlar Konseyi Genel Sekreteri John Evans’ın acilen Seul’e gelmesi ve OECD geleneklerine göre çok ağır biçimde kanunu eleştirmesi karşısında sendeledi. Üstelik “anti-komünist sendikacılığın” kalesi ICFTU da Seul’e temsilci yollayıp, Kore sendikalarının yanında yer aldığını açıkça ifade etti. Kore hükümeti ve basının tavrı, küreselleşmeyi sadece serbest pazar ekonomisi cephesinden yorumlayanların, ikiyüzlü maskelerini düşürüyordu. Gazeteler, cumhurbaşkanının ülkeye yabancı gözlemciler gelmesinden duyduğu “şiddetli memnuniyetsizliği” dile getiriyorlar, yabancı delegelerin “Kore gerçeklerine yabancı olduğunu” iddia ediyorlardı. İngilizce yayımlanan gazetelerde ise bunun “Kore’nin içişi olduğu”, yabancıların “Kore’nin içişlerine müdahalesine karşı gerekli cevabın verileceği”ne dair resmî demeçler yer alıyordu. Bunu, birkaç gün sonra, “yabancı temsilcilerin yasadışı faaliyetlerine yasal işlem yapılacağı” tehdidi izledi. Türkiye’nin pek yakından tanıdığı nalıncı keseri gibi hep kendine yontan bir devletçi-milliyetçi söylem, medyaya bir anda hâkim oldu. Aynı medya, bir yıl önce OECD’ye üye olurken küreselleşmeye methiyeler düzmekte birbiriyle yarışıyordu.
Güney Kore’nin küreselleşen ekonomi içinde daha fazla yer alması gerektiğini savunan, geleneksel sektörleri yokmuş farzedip, sadece büyük grupların faaliyet gösterdiği işkollarını dikkate alan, OECD’ye girmek için özel çaba gösteren Güney Kore yönetici sınıfı, birdenbire küreselleşmenin beklemediği öbür cephesiyle karşılaşıyordu. Sosyal şartların olduğu; demokrasinin sadece kurumsal ve biçimsel cephesiyle değil, çatışma kültürü yerine toplumsal tartışma ve uzlaşma kültürünün egemen olması olarak algılandığı bu dünya, Kore yönetici sınıfının beklemediği bir dünyaydı. İktisadî alanda iyi öğrenci olmak artık yetmiyordu. Sosyal ve siyasal alanda da “biz bize benzerliği” aşmak gerektiği Kore yöneticilerine hatırlatıldı.
Batılı ülkelerin Kore yöneticilerine uyguladıkları baskı, Kore halkının mutluluğuna verdikleri önemden değil, örtülü bir korumacılık politikasının aracıydı elbette. Ama küreselleşmenin sadece pazarın küreselleşmesi değil, toplumsal alanın da dünyasallaşması demek olduğunu Kore yönetici sınıfı panik içinde keşfetti. Güney Kore’nin içine girdiği toplumsal ve iktisadî bunalım sarmalını, geleneksel yöntemlerle bastırmak artık mümkün değildi.
Küreselleşmeyi bir umacı gibi görenlerin ya da bunu yeni bir Altın Çağ’ın başlangıcı olarak sunanların indirgemeci yaklaşımlarına anlamlı bir yanıt bugünkü Güney Kore.