Tansu Çiller’in RP oylarıyla aklanmasından sonra Refahyol koalisyonunun fiilî varoluş amacının ikinci ögesi de gerçekleştirilmiş oldu. Dolayısıyla bundan böyle Refahyol hükümeti her an sona erebilir. Çünkü her iki taraf da bu koalisyondan beklediği yararı esas itibariyle elde etmiş sayılır artık. Bu yararların karşılığında, genelde -ve özel olarak birbirlerine karşı- kullandıkları bazı önemli kozlarını da büyük ölçüde geçersizleştirmiş oldular.
Örneğin DYP -diyelim bir RP-ANAP koalisyonu olsaydı- lideri hırsızlıktan mahkûm edilecek bir parti olarak yok olma tehlikesiyle yüz yüze kalmaktan kurtularak sağladığı yararın karşılığında, 1995 seçimlerinde kendisine epey oy sağlamış olan “laiklik savunucusu” parti kozunu elden çıkarmıştır. O koz ise DYP’nin Demirel’den miras ekabirlerinin şahsında değil, Bayan Çiller’in modern, okumuş kadın görünümüyle hayli inandırıcı kıldığı “imaj”ı sayesinde kullanılabilmişti büyük ölçüde. 1995 seçimleri arifesinde DYP’nin zaten bundan başka oynayacağı kartı da yoktu. Refah Partisi ile koalisyonu kabul ederek o kartı kaybetmiş oluyordu ama, zaten o kartı da Bayan Çiller’in “imajı” sayesinde oynayabilmişti. Dolayısıyla Çiller partisine “kurtulmam için o kartı harcayın” diyebilirdi. Bunu demiş ve DYP’ye bu alışverişi kabul ettirmiş olmalı ki, DYP teşkilatının kilit ve önde gelen adamlarının, Çiller’in “temiz” kâğıdını alacağı günler yaklaştığında “hareketlendikleri” görüldü. Anlaşılan RP-DYP pazarlığının gerisinde bir de DYP ekabiranı ile Çiller arasında bir pazarlık vardı. Galiba Çiller’in elinde temiz kâğıdıyla yolcu edilmesi sürecine de girdik. DYP, Çiller’in “götürdüklerinden” dolayı mahkûm edilmesinin partiyi de götürücü tehlikesini atlatmış olarak yoluna nasıl devam eder bilemeyiz ama, DYP’nin “ağır topları”nın şimdilerde cevabını aradıkları sorunun bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
RP’ye gelince, “hükümet edebilir parti” vizesini almakla kalmayıp, güvenilir bir merkez sağ-muhafazakâr parti olmaya ne denli “yetenekli” olduğunu göstermek gibi bir yarar sağlamış, her şeye rağmen Orduyla uzlaşmaya amade olduğunun ve bu arada “derin devlet” için elverişli bir kalkan olabileceğinin işaretlerini vermiş; buna mukabil şu genel çürüme ortamında epeyce kullandığı dürüstlük, ahlâkilik gibi değerleri savunabilmenin sağladığı getiriyi, bu kozu terk etmiştir.
Fakat önemle belirtilmelidir ki; bu terk edişin bedeli yalnızca RP’ye o değerleri temsil ettiği zehabıyla yönelmiş veya yönelebilecek seçmenleri kaybetmiş olmak değildir. RP, dini, İslâmiyeti temsil eden bir partidir. Onun Çiller’in aklanması ve Susurluk olayındaki tavrı İslâmiyetin, ahlâkî bir güvence, sağlamlık vermediğini, veremediğini bir kez daha tescil edilmesi anlamına da gelmektedir. RP tabanı ve çevresindeki dinî hareket, bu olaylar kendilerinde de vicdani ve ahlâkî kaygılar, hattâ isyan duygusu yaratmış olmasına rağmen, RP’nin tavrına hak vermiştir. Onun iktidardaki parti olarak gösterdiği gerekçeler, ya da RP’nin şahsında kendilerinin iktidarda olduğunu dikkate alarak düşünmeleri, o vicdani ve ahlâkî kaygılarını bastırmalarına yetmiştir. Bu iktidar mantığının, dinin moral ve ahlâkî vasfına üstün olduğunu kabul etmek demektir. Din -İslâmiyet- ahlâkı özü saymıyorsa, ya da ahlâk dinin özünden doğmuyorsa savunulabilir bir kabullenmedir bu.
Gerçi, İslâmiyetin siyaset kültüründe, tarihsel deney mirasında devlet ve iktidarın şeriatla yer yer çelişebilen örfî hukuka göre davranabilme hakkı kabul edilmiş ise de, gerek Çiller’in aklanması, gerekse Susurluk olayı bağlamında RP’nin tutumu örfî hukukun ilkeleri ile bile uyuşmamaktadır.
Nitekim bundan kaynaklanan rahatsızlık, “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemine bazı RP’lilerin ve RP’ye yakın duran Hak-İş, Mazlum-Der gibi örgütlerin verdiği destekte ifadesini bulmuştur. Oysa bilindiği üzere Susurluk olayının üzerine gidilmesi, devletteki kirlenmenin örtbas edilmemesi yönünde doğan toplumsal duyarlılığı canlı tutmak için başvurulan bu pasif eylem, Erbakan ve RP merkezi tarafından eleştirilmiş, alaya alınmış hattâ hakarete yeltenilmiştir.
RP’nin doğrudan kendisini hedef almayan bu eylemin kendisine karşı da yönelmesine çanak tutan bu tavrını az sonra daha etraflı ele alacağız. RP merkezinin “hata” gibi gözüken bu tavrının gayet hesaplı bir tutumun parçası olduğunu göreceğiz.
RP tabanının ve çevresindeki dinî hareketin bu hesabı içlerine sindirip sindirmedikleri ayrı konu. Ama sindirmeseler dahi RP’yi caydıracak bir tepki gösteremeyeceklerini kesinlikle söyleyebiliriz artık.
Çünkü, RP’nin iktidara ortak oluşundan bu yana geçen kısa süre dahi yeterince açıklıkla göstermiştir ki; Türkiye’deki dinî hareket, dinî ilkeleriyle iktidar olma ve kalma isteği arasında bir ihtilaf çıktığında tercihini -büyük çoğunluğu ile- iktidardan yana kullanmaya teşnedir. Bunu yalnızca bilinen tarihsel nedenlere bağlamamak gerekir – ki bu tercihi savunanlar böyle gerekçelendirme gayretindedirler. Bizce aslî neden Türkiye’deki İslâmî hareketin ve genel olarak Sünni Müslüman geleneğinin dinî-ahlâkî ilke ve öncüllerini her şeyden -örneğin iktidar ve iktidar sahiplerinden- önemli sayan bir genel tutum geliştirememiş olmasındadır. İslâm’ın tarihi boyunca şeriat ve onun gerekleri iktidar sahiplerinin örfi hukuku ve “siyasetin mantığı” karşısında ikincil, tâbi bir konumda olagelmiş, iktidarın şeriatla çelişebilen bir eylemini açıkça eleştirebilen bir şeriat sözcülüğü değil, iktidarın bu kabil eylemlerine ses çıkaramayan, dahası şerî kılıf hazırlayabilen şeriat sözcülüğü egemen olmuştur.
O nedenle, Birikim’in baştan beri belirttiği RP’nin siyasal düzenin merkezine onu korumak ve takviye işleviyle dahil olmaya çalıştığına dair görüş, gerçek ve olabilir sayıldığı ölçüde mevcut dinî hareketin geniş çoğunluğu açısından rahatsız edici değil, aksine sevindirici bir ihtimal olarak görülmektedir. RP’nin “düzenle uzlaşması” bunlar açısından hayal kırıcı değil, belki de “hayallerini süsleyen” bir sonuçtur. Dolayısıyla Birikim’in geçen sayısında öne sürdüğümüz RP’nin “devletin çekirdeği”yle uzlaşma peşinde olduğu, Ordunun da buna göründüğü kadar asla karşı olmadığı, şu andaki “itişme” görüntüsünün ise bir pazarlık ve “alıştırma süreci” ihtiyacından ötürü verildiğine dair gözlem, sanırız RP ve çevresindeki dinî hareket tarafından tedirginlikle değil, büyük ihtimalle “keşke...” diye karşılanmıştır. RP’nin, Nizam Partisi ve MSP’den gelen -“siyasal İslâm”ın salt siyasal kıstaslar açısından merkez sağ, muhafazakâr olan- çizgisi, özel olarak “Atatürkçülük”le ve Orduyla iktidarın mevcut paylaşılış biçimini içine sindirmeye zaten hazırdır. Bu çizginin toplumsal desteğini oluşturan geleneksel İslâmî taban ve 1980’lerden itibaren “yükselen” “İslâmî sermaye” bu paylaşımı kutsamakta hiçbir sakınca görmeyecektir.
Sakınca görebilecek belki de derin bir hayal kırıklığıyla RP’ye tepki gösterebilecek olanlar, 1980 sonrasında genel dinî harekete yeni bir hava ve dinamizm de getirmiş olan “İslâmcı aydın”, eğitimli “kadrolar” ile büyük kent varoşlarının harekete katılan kesimleri, onların eğilimli oldukları “yoksulların İslâmî” anlayışıdır.
Nitekim, RP merkezinin Çiller’i aklama tavizi karşılığında DYP ile hükümet oluşturmasından rahatsızlığını en belirtik biçimde -ancak- ihsas edebilenler de, RP merkezinin “Aydınlık için...” kampanyasına karşı tavrını eleştirip, eylemi desteklediklerini bildirenler de bu saydığımız unsurların temsil edildiği, o kesimlere yakın duran örgütler oldu.
Peki de neden RP yönetimi kendisini doğrudan hedef almayan bu eyleme üstelik en önde gelen sözcülerinden birinin -Adalet Bakanı! Şevket Kazan’ın- küstahça ifadeleriyle karşı çıkmak ihtiyacını duydu? Bay Erbakan’ın da aynı eylemi “glu glu dansı” gibi espri seviyesini açığa vuran bir tanımlama ile eleştirdiğini bildiğimize göre, Kazan’ın imamını “mum söndü” lafıyla izlemesi hiç de kişisel gaf değildir. Bu tavır alışlar RP merkezinin konuya ilişkin politikasıdır. Amaç, son haftalarda yapılan ifşaatlar, ortaya çıkan bulgu ve belgeler ışığında, şimdiye dek daha ziyade emniyet aygıtı üzerinden konuşulan “devletteki kirlenme”nin Orduyu da kapsadığının alenileşmesi üzerine “rahatsızlanan” Ordunun “hislerine iştirak” fırsatını kullanmak, böylece “Orduyla uzlaşma” zeminine bir taş daha eklemektir. RP, Orduyla uzlaşma rotasında kendisine birkaç puan kazandıracağını kestirdiği o karşı tavır alışları ile “temizlik isteyen” kamuoyunda puan kaybedeceğini bilerek, bunu göze alarak davranmaktadır.
O halde neden tam da “Aydınlık için...” eylemine mum söndü diyerek kamuoyunun tepkisini iyice tırmandırmasıyla eşanlı olarak aynı Kazan, Adalet Bakanı olduğunu dahi “unutarak”, daha on gün önce bizzat Ordunun bastırmasıyla azledilip hapse atılan Sincan Belediye Başkanını ziyaret etmek gibi bir iş yaptı? Bu da mı “gaf”tı? Değilse, “Aydınlık için...” eylemine hakarete yeltenerek Ordu nezdinde toplamayı hesapladığı puanın birkaç kat fazlasını kaybetmesi kesin olan bir davranışın, Ordunun Sincan caddelerinde gözdağı seferi yapmasına gerekçe olmuş bir kişiyi ziyaret etmenin anlamı neydi? Kazan’ın ardarda yaptığı bu iki “gaf” birbiriyle taban tabana zıt değil miydi?
Bir defa RP’nin en deneyimli, “devlet görmüş”, en eski ve kurt yöneticilerinden olan Kazan’ın üstelik ardarda “gaf”lar yapabileceğini ve bunları yapmaya şahsen karar verdiğini düşünmek dahi en hafif deyimiyle saflıktır.
İkincisi bu iki davranış mevcut laik-anti laik kutuplaşmasının sahici bir kutuplaşma olduğuna inananlar için gerçekten taban tabana çelişik görünebilir – ki bu saflık “laik” kesimde olduğu kadar “anti-laik” kesimde de epeyce yaygındır. Acaba bu kutuplaşmanın iki odağını, odaklardaki siyasal güçleri temsil edenler için de aynı sahicilik dozu geçerli midir? Her şeyden önce o güçlerin kendilerini odakta tutan, çevrelerinde toplanılmasını, kendilerinden medet umulmasını sağlayan bu kutupsallığın devamından, sürekli gündemde kalıp gündemi belirlemesinden “müşterek çıkarları” olduğu noktasına yeterince dikkat ediyor muyuz? Kutupsallığın devamı, aradaki gerilimin canlı kalması onların etrafında kenetlenmeyi sağlayan, saflarındaki merkez-kaç eğilimleri geriye iten, savunma refleksini besleyip –özellikle merkezlerin– eleştirisini ertelettiren bir süreç değil midir? Bu nedenle bir tarafın merkezince yapılan gerilim arttırıcı bir eylem, bir davranış bu mekanizma nedeniyle aynı zamanda öbür merkezin de işine gelen, onun konumunu pekiştiren sonuçlar yaratmaz mı? Kutuplaşma durumlarında taraflardan birine mensup olan bir grup ya da kişinin bulunduğu tarafın “hissiyatına” tamamen uygun düşen, ama öteki tarafta yarattığı tepkiler nedeniyle onlara bir avantaj, bir yararlanma fırsatı da veren bir eylemleri yüzünden neredeyse “karşı taraf hesabına mı çalışıyorsunuz?” ithamının yapılabilmesi de bundan dolayı değil midir? Kutupsallıkları işleten aradaki gerilimi besleyen bu etki-tepki mekanizması “birileri” tarafından “bilinçli” biçimde kullanılamaz mı? O birileri bizatihi kutupsallığın odaklarındaki güçler olamaz mı?
Pekâlâ olur. Hele o güçleri odakta tutan, onlara ortamı ve gelişmeleri belirleme imkânını bahşeden kutupsallık, her iki odağın da gündeme gelmesini arzu etmedikleri bir sorunun -ya da sorunlar yumağının- örtülebilmesini sağlıyorsa... O sorun(lar) gündeme gelebildiğinde mevcut kutupsallık geri plana itilecek, onu besleyen gerilim azalıp gündeme gelebilmiş sorunlar etrafında yoğunlaşacak ise, o sorunların çözümü bahsinde eski safları bölen yeni bir saflaşma doğurup, bu arada eski odakların yerine yeni ve farklı nitelikte odaklar teşekkül edecekse...
Türkiye’deki laik-anti laik kutuplaşması, içeriği her iki kutbun odak güçleri tarafından bilinçle çarpıtılmış ve çarpıtılmış halde kalmasına da bilhassa dikkat edilen “paravan” bir kutuplaşmadır.
“LAİKLİK” VE LAİKLİK HAKKINDA ARA NOT
Bu dergide defalarca açıklandığı üzre, bu ülkede laiklik politikalarının devleti dinden arındırmakla pek az ilişkisi vardır. Eğer Türkiye’de laik devlet, gerçekten de dinin devlet işlerine karıştırılmaması veya bir başka deyişle devletin dinler karşısında nötr olması biçiminde, bu çerçevede uygulanmış olsaydı, belki yine bir dinî hareketle karşı karşıya olurduk ama, “laik devlet” büyük ihtimalle tehlike altında olmazdı. Devlet din(ler) karşısında tarafsız olmakla yetinseydi yani bireylerine, topluluklarına hiçbir kısıtlama getirmeyip, dinî-ladinî hayat tarzları arasındaki kamusal alanda doğabilecek sorunlara uygulanacak genel hukuki ilke ve müeyyidelerin bekçiliğiyle yetinmiş olsaydı, Türkiye’de laik devlet bu olsaydı, tüm demokratların ve bu arada samimi, olgun Müslümanların çoğu bu laik devleti koşulsuz destekler ve savunurlardı. Ama Türkiye’de laiklik denen şey, bu ad altında toplum çoğunluğunun dinî veya öyle sanılan hayat tarzlarını zorla değiştirmeleri, zorla “çağdaş” denilen bir kalıba sokulmaları için yürürlüğe konulan politikalardır. Dinî hayat tarzının kamusal alanda görünmesi -sokakta çarşaf giyilmesi, dinî elbiselerle dolaşılması- ve o hayatın grupsal formları, ritüelleri -ayin, dinî öğretim- yasaklanmıştır örneğin ve bunların dinin devlet işine karışması ile hiçbir ilişkisi yoktur. Türkiye’deki laiklik, “çağdaş” denilen hayat tarzının dinî denilen hayat tarzları karşısında açık imtiyazlılığını, ötekine üstün ve onu aşağı konumda sayma hakkını veren bir anlayış ve uygulamalar serisinin adıdır.
Böyle bir uygulamayı, kendisi de o “çağdaş” denilen hayat tarzı içinde yaşıyor olsa da, hiçbir demokratın -güya lehine diye- desteklemesine, hele savunmasına imkân yoktur. Demokrasi ötekiyle temel haklar düzeyinde eşitliği sadece kabul eden değil, ayrıca bir değer olarak yücelten bir anlayışı öngörür. Hayat tarzını belirlemek kişi ve toplulukların temel hakkıdır ve bir demokrat kendisine bu konuda sağlanmış bir imtiyazı elinin tersiyle itebildiği gibi imtiyazlılık iddiasında bulunanlara karşı kendi hayat tarzını savunacak kadar da sorumluluk bilincine sahiptir.
Türkiye’nin gerçek demokratları -dolayısıyla gerçek laikleri- dinî hayat tarzına karşı yukarıda bir kısmını saydığımız uygulamalara cevaz veren tüm “Cumhuriyet kanunları”nın ilgasını savunurlar. İnsanların ve toplulukların dinî veya başka bir hayat tarzlarını ötekine fiziki bir zorlama veya engelleme getirmeksizin yaşayabilmelerini temel, tartışılmaz bir hak sayarlar. Ama aynı bilinçle de devlet ve kamu hizmetlerinin din veya herhangi bir ideoloji tarafından kurallarının belirlenmesine, öyle düzenlenmesine de karşıdırlar. O nedenle devletin Atatürkçülüğü resmî ideoloji sayan anlayışına olduğu kadar, belli bir dinin (İslâmiyetin) resmî ders olarak okutulmasına da karşıdırlar. Devlet ve kamu hizmetlerinin dinî hayat tarzının gereklerine uydurularak tanzimine -örneğin mesai saatlerinin namaz ve oruca göre düzenlenmesine de- karşıdırlar. Devlet veya kamu hizmetlisi olanlar bu hizmeti onun kendi verimlilik kıstaslarına, eşit ve süreklilik arzına göre yürütmekle yükümlüdürler. Kamusal hizmetin bu olmazsa olmaz koşulunu bilerek ona talip olmuşlardır.
Mevcut durumu “Cumhuriyet kanunlarını uygulayarak” korumayı düşleyen “laikler” de, RP merkezinin temsil ettiği eğilim de, gerçekten laik bir devleti istiyor değillerdir. “Laikler” kendi hayat tarzlarına, Atatürkçü ideolojilerine özel bir ayrıcalık tanımayacak, onları ötekilerle eşitleyecek laik bir hukuk devletinin kendilerini koruyamayacağından korkmaktadırlar. Eşitlikle yetinmemek, ayrıcalıklı, üstün konumda olmak, devletin bu konumu sağlamayı, korumayı gerçekleştirecek biçimde düzenlenmesini, işlemesini şart saymak, RP merkezi için de aynen geçerlidir. Aslında RP merkez eğiliminin temsil ettiği orta-üst sınıflar İslâmı, geleneksel İslâmî hayat tarzının devlet gücüyle takviyeli bir imtiyazlılık konumuna getirilmesine -“İslâmî devlet”e- kendisi açısından fazla bir ihtiyaç duyuyor değildir. O, bu “İslâmî devlet”i geniş yoksul tabanını şu safhada mobilize etmek, iktidarı ertesinde de belli bir süre bir tatmin olmuşluk ve zafer kazanmışlık duygusuyla yaşamalarını ve böylece denetim altında tutulabilmelerini sağlamak için istemektedir. Çünkü mevcut dinî hareketi besleyen, onun harcı işlevini gören “anti-laik tepki”, “laiklik” ile özdeşleştirdiği “çağdaş hayat tarzı”nın imtiyazlı konumunu sırf İslâmî hayat tarzının değil, genel olarak İslâmiyetin ezilme, hattâ aşağılanması olarak algılamıştır. İslâmî hayat tarzını imtiyazlı hattâ egemen kılacak bir İslâmî devletin şahsında bu aşağılanmanın rövanşı alınmış olacaktır.
RP merkez eğilimi, İslâmî devletin, sosyo-ekonomik düzeni ile bu yoksul Müslüman kitlelerin beklentilerini karşılayamayacağı ön bilgisiyle, bu kesimleri o rövanş duygusuyla tatmin etmeyi, tüm o beklentilerin yerine şeriatın egemenliğindeki toplumun vereceği “zafer” duygusunu ikâme etmeyi hesaplamaktadır.
Nitekim, bugüne kadar RP merkezinin ve genel olarak İslâmî hareketin, kitlelerini sadece İslâmî hayat tarzının sembolleri haline getirilen konu/sorunlar etrafında siyasal eyleme yönelttiklerini görürüz. Müslüman kitle mevcut düzeni sosyo-ekonomik niteliğiyle değil, “laik” görünümüyle algılamaya teşvik edilmekte, başat, belirleyici özelliğinin bu olduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla mevcut düzenin tüm sorunları -işsizlikten Kürt sorununa, “devletteki kirlenme”den paylaşım, gelir uçurumlarına kadar tüm sorunlar- doğrudan veya dolaylı olarak laikliğin yani İslâmî olmayan hayat tarzlarının sonucu olarak sunulmaktadır. Bu sunuluş, aynı zamanda İslâmî hayat tarzının tüm o sorunların çözümü olduğunu imâ etmek, bir başka ifadeyle İslâmî hayat tarzının o sorunları sorun olmaktan çıkardığını farz etmek, bu algılamayı empoze etmektir. Bugüne değin İslâmî yığınlar, İslâmî hayat tarzının önce eşitliği sağlamasına -kamusal mekânlarda ve kamu hizmetlileri için türban ve sakala, İslâmî giyim kuşama izin verilmesi- ardından mesai saatlerinin oruç-namaz vakitlerine göre ayarlanması gibi İslâmî hayat tarzının üstün, ayrıcalıklı konuma getirilmesine matuf talepler yönünde harekete geçirildiler. Ve ayrıca hem bu talepler, hem de özellikle -Ayasofya’nın yeniden cami yapılması, Taksim camii gibi- “laiklerin elinde”ki mekân ve yapılarla ilgili talepler mutlaka bir “fetih” argümanıyla o kitlelere sunuldu.
RP, yapısal çözüm konusu olan, olabilecek hiçbir toplum sorununa yapısal nitelikte bir çözüm önermemektedir. Yapısal ya da radikal denilebilecek yegâne talebi, Türkiye’nin yüzünü İslâm ülkelerine çevirmesi, Avrupa Birliği’ne değil, öncülüğünü yapacağı bir İslâm Birliği’ne -Ortak Pazar’ına- katılmaya çalışması üzerinedir. Bunu da İslâm dünyasının lideri olunacağı vurgusuyla yapmaya bilhassa önem vermektedir. Bu arada da hayli yoğun bir fetih, egemen olma çağrışımının varlığı dikkat çekicidir.
İster içeride, ister dışarıda fethin ve egemenliğin nasıl bir yapı, nasıl bir düzen ve hangi radikal çözüm mekânizmalarıyla gerçekleşebileceğini sormayan, tartışmadan inanmaya hazır bir ruh haline sesleniştir bu. Dolayısıyla bastırılmış değil, ezilmiş bir bilinci harekete geçirir. Ezilmiş, yani fethetmek, egemen olmak gibi sonuçları alacak vasıfları bizzat kendisinde varsayamayacak denli tahribe uğramış bir bilinç... Bu vasıfları kendisine seslenende varsayan, buna inanan ve inandığı ölçüde şiddetle –bir fizik güç olarak– ve bununla yetinerek harekete geçebilecek bir bilinç durumudur bu. O nedenle ezilmiş bilinç, fizik gücünü emrine verdiği otoritenin hangi sorunları ve nasıl çözeceğini sormaz. Söylenmişse de tartışmaz, inanır sadece. Kendisinin değil, otoritesine inandığı -kendisini teslim ettiği- kişi veya merciin fethi veya egemenliği yeter ona. Daha doğrusu onun egemenliğini kendi egemenliğinin yerine tamamen ikâme eder.
Dolayısıyla hareket içinde İslâmî hayat tarzının biçimsel gereklerine en sıkı sarılan, en fazla anlam yükleyen ve onun topluma egemen olmasını tam bir zafer olarak algılayan ve bununla sonuna kadar yetinebilecek olan, o zaferin timsali olarak gördüğü hareket lider(ler)ine tam bir teslimiyetle bağlananlar genellikle yoksul Müslüman kitlenin en ezilmiş kesimleridir. Ve yine genellikle toplumsal statü yükseldikçe bütün bu ezik bilinç semptomlarının dozu azalır. Fethetme, tamamen egemen olma yerini hiyerarşinin en üstünde olmayla yetinmeye hattâ bu en üst konumu paylaşıyor olmaya bırakır. Ve buna paralel olarak İslâmî hayat tarzının biçimsel gereklerine hassasiyet de azalır.
RP türü hareketlerin “laik” muhafazakâr merkez sağ eğilimlerle paylaştığı, aralarındaki farkın azaldığı ve dolayısıyla mücadelenin yoğunlaştığı alan da burasıdır. Cumhuriyetin çağdaş yaşam tarzını yerleştirme çabaları ve iktisadî-sosyal gelişmeler sonucu, orta-küçük sermaye sahipleri ve “meslek adamları”nın çoğunluğu oluşturduğu bu kesimin önemli bir kısmı, mevcut “laiklik”ten yana olmakla birlikte, 1980’li yılların ortalarından, özellikle de sonlarından itibaren bu tavrını tutarlı ve kararlı biçimde sürdürmekte giderek daha fazla zorlanmaktadır. Özellikle büyük kentlerin dışında sosyo-politik hayatı belirleyen daha alt tabakaları nüfuzu altında tutabilen bu kesim, İslâmî hareket yoksul Sünni kitleler içinde güç kazandığı oranda bir tercih sorunu ile karşı karşıya gelmektedir. Tercih yapmayı giderek kaçınılmaz kılan bir diğer etken, bizzat bu kesim içinde dinî hareketin yayılmasıdır. Gerek tabandan gerekse yanıbaşlarından gelen -İslâmî hayat tarzına uymaya, onun alanını genişletme çabalarına destek olmaya çağıran- baskılara karşı tutarlı bir direniş gösterememekte; alıştığı, benimsediği “çağdaş yaşam kalıplarını terk etmeyi istemediği halde, onu İslâmî hayat tarzına karşı “Müslüman” sıfatını sahiplenerek savunacak sağlam bir inanç zemininden yoksun bulunmaktadır.
Oysa geçmişte gerek kırsal kesimdeki Sünni yoksul kitleler arasında yaygın olan Melamilik ve onun Kalenderilik gibi güçlü kolları ve gerekse kentsel orta tabakalar içinde hayli geniş taraftara sahip Mevlevilik, Bektaşilik gibi tarikatlerin tasavvufi-deruni-İslâm yorumları, biçimsel bir İslâmî hayatın ortodoks savunucularına karşı manevi, moral ve kültürel boyutuyla zengin, biçimsel gereklere uymayı ikincilleştirmiş bir İslâmî hayat anlayışını güvenle öne sürebilmekteydiler. Cumhuriyet yönetiminin tarikatleri toptan yasaklaması daha gevşek ve merkezileşmeye daha az uygun bu tarikatleri özellikle güçsüzleştirdi. “Laiklik” uygulamalarının İslâmî hayat tarzının formel gereklerine yönelik zorlama ve baskılarını kendi İslâm yorumları açısından öze ilişkin bir baskı olarak görmeyen, o nedenle de bunlara karşı direnme ihtiyacı duymayan, dahası laik-çağdaş hayat tarzı kalıplarına uymakta zorlanmayan o tarikatler giderek zayıflayan varlıklarını sürdürmekle birlikte, İslâm adına bir direnişin odağı olma imkânını kendiliğinden Sünni -ortodoks- İslâm’ın tekeline bırakmış oldular.
Dolayısıyla Cumhuriyet rejimi, gerçek bir laik devletin üzerinde yükseleceği zeminin inşâsını bizzat laiklik uygulamalarıyla önemli ölçüde imkânsız kılmıştır. Batı, Hıristiyan dünyasında devletin laikliğini güvence altına alan aslî denge, açıkça ateist inançlarına göre yaşayanlarla dindar, Hıristiyan olduklarını kabul eden kesimler arasındaki dengenin yanısıra bizzat bir dine -Hıristiyanlığa- mensubiyetin eşit derecede güçle savunulabilen farklı biçimleri arasındaki dengeye de dayanır. Türkiye’de ise ne ateist olduğunu açıkça ilân eden ve bu ilânı meşrû addedilen güçlü bir akım ne de İslâmî hayat tarzı konusunda ciddi farklılıkları olanlar vardı.
Mevcut durumu “Cumhuriyet kanunlarını uygulayarak” korumayı düşleyen “laikler” de, RP merkezinin temsil ettiği eğilim de gerçekten laik bir devleti istiyor değillerdir. “Laikler” kendi hayat tarzlarına, Atatürkçü ideolojilerine özel bir ayrıcalık tanımayacak, onları ötekilerle eşitleyecek laik bir hukuk devletinin kendilerini koruyamayacağından korkmaktadırlar. Anlaşıldığı kadarıyla RP merkezi ise, dinî hareketin genişleyen yoksul tabanının dinî -İslâmî- devlet ve düzenden beklediği ekonomik-sosyal-insanî umutları tatmin edemeyeceğinin ön bilgisiyle, bu kesimleri “Şeriatın egemen olduğu toplum” hedefine yoğunlaştırmanın “faydaları”ndan vazgeçemeyeceği için laik bir devleti istemez. Çünkü İslâmî devletin gücüyle topluma egemen veya imtiyazlı kılınacak akımların inançlar, hayat tarzı farklılıkları karşısında “tarafsız” olan bir devlette uzlaşmalarına götürecek bir rotaya iltifat edilmiştir. Aksine devlet açıkça bir taraf olmayı, bir tarafı temsil etmeyi seçmiş, laikliğin farklı inançlar, hayat tarzlarının varlığında bir tarafsızlığı, nötr bir devleti ifade eden aslî anlamının Türkiye’de belli ve bir diğerine karşıt bir hayat tarzı olarak algılanması gibi bir çarpıklığa uğratılmasına bizzat önayak olmuştur.
Türkiye’de dinî hareket RP merkezinin hayli etkin egemenliği altında olmasına rağmen, onun temsil ve empoze etmeye çalıştığı ortodoks-selefi-biçimci ve muhafazakâr/milliyetçi bir siyasal anlayış, düzen ve hedef sunan İslâmiyet yorumu ile yetinemeyecek kesim ve eğilimleri de içermektedir. Giderek sayıları artan iyi öğrenim görmüş, kalifiye mesleklerin gerektirdiği geniş ufukluluğa yatkın gençler, özellikle kadınlar ve varoşların, sarsılan taşranın artan eşitsizliklerden ezilmiş, bunalmış yığınları o “aykırı eğilimleri” kaçınılmaz biçimde üreteceklerdir.
Bunların RP merkezine karşı muhalif bir hareket, özerk bir güç oluşturma ihtimali hayli yüksektir. Bu muhalefetin RP’ye karşı dinî çevrelerden yapılmış daha önceki muhalefetten açıkça farklı bir yön ve mahiyet taşıyacağı da kestirilebilir şimdiden. Daha önceleri, 1980’li yılların sonlarına kadar selefî -ortodoks- İslâmiyetle uyumlu tasavvufi tarikatlerin -Nakşibendilik, Kadirilik gibi- bir takım güçlü kolları RP’nin bağımsız bir İslâmî politik güç oluşturma ve bunu siyasal merkezin -mümkünse egemen- bileşenlerinden biri haline getirme stratejisini fazla “radikal” bulup, mevcut merkez sağ partileri desteklemeyi sürdürmüşlerdi. RP bunların muhalefetlerini 1990’lı yıllarda hayli azaltmış, bir kısmını bünyesine dahil edebilmişti. RP’nin iktidarın başat ortağı olmasıyla birlikte bünyeye dahil etme sürecine daha bir hız verilmiş, RP merkezi bu noktada ne denli kararlı ve ciddi olduğunu göstermek için bu tarikat-cemaat ileri gelenlerinin tümüne Başbakanlık konutundaki o ünlü daveti vermişti. RP bu tarikat ve cemaatlere “İslâmcı bir parti” kimliğiyle siyasal düzenin yerleşik güçleri arasına katılabileceğini, o güçlerle pekâlâ uzlaşabileceğini göstererek, onların korkularını gidermeye çalışmaktadır.
Bunu başardığı, özellikle Orduyla fiilî bir uzlaşmayı sağladığı, Orduyla merkez sağ partiler arasında kurulmuş iktidar paylaşımına dair statükonun kendisiyle de devam ettirilebileceği kanısını yerleştirebildiği oranda RP merkezin, merkez sağın kalıcı ve başat gücü haline gelebilecektir.
Ancak bunu başardığı oranda mevcut dinî hareket içinde daha öncekilere benzemeyen yeni bir muhalefetin ortaya çıkması da kaçınılmaz olacaktır. Bunlar, şu yukarıdaki işaret edilen durum ve konuma varmış bir RP’nin kendisine bağlanmış “radikal” umut ve beklentileri boşa çıkardığını, harcadığını düşüneceklerdir.
Biçimsel İslâmî hayat tarzının yaygınlaşması önündeki engelleri kaldıran, onu “çağdaş yaşam”la en azından eşitleyip, daha egemen olabileceği umudunu canlı tutan bir noktaya gelmek ve Müslüman sıfatlıların yönettiği bir “güçlü devlet”, dinî hareketin geleneksel tabanını, ezik bilinçli kitleleri ve RP’ye kayabilecek merkez sağın muhafazakâr orta sınıf seçmenini tatmin edebilir. Fakat dinî harekete 1980’li yıllardan itibaren dinamizm ve yeni bir kimlik kazandıran kesimler bununla yetinemediği gibi hayal kırıklığı içine de düşebilirler. İslâmiyetin gücünü ortodoks-muhafazakâr -hattâ milliyetçi- kesimler gibi askerî, ekonomik ve siyasî başarılardan çok, toplumsal moral ve kültürel bir alternatif yaratmasında ve bunu “modernizm”in karşısına niteliksel bir üstünlük iddiasıyla dikebilme hayaline yakın duran bu kesimlerin, bu içerikle radikal bir muhalefet, özerk bir güç oluşturmaya yönelmeleri beklenebilir.
Bu muhalefetin siyasal iddiasını daha da keskinleştirmiş -Hizbullahlar gibi- bir İslâmî anlayıştan değil, İslâm’ın parlak yüzyıllarını -şekilci, muhafazakâr güç ve akımların sapkınlık ithamlarını göğüsleyerek- bezeyen tasavvufi akımlardan besleneceği, o geleneğin haldeki mirasçısı olmaya soyunacağı güçlü bir varsayım olarak öne sürülebilir. Nitekim bunun şimdilik zayıf ve örtük de olsa işaretleri vardır.
Söz konusu radikal çıkış ve muhalefet nüveleri, dinî hareketin tamamını RP etrafında kenetlenmeye iten laik-anti-laik geriliminin sürekli gündemde tutulması sayesinde kontrol ve otokontrol altına alınabilmişlerdir. Dolayısıyla RP merkezi şu yukarıda işaret edilen merkeze yerleşme, merkez güçleriyle uzlaşma hedefine varıncaya kadar o gerilimin sürekliliğine muhtaçtır. O nedenle kimi zaman gerilimi aşırı yükselten bazı jest ve girişimlerin bizzat RP merkezince yapılması ne şaşırtıcıdır, ne de onun “uzlaşma” stratejisine aykırıdır. Örneğin ünlü Adalet Bakanımızın hem devletteki kirlenmeyi -üstelik bu kirlenmenin Orduya da enikonu “bulaşmış” olduğuna dair yeni bulguların “heyecan”ı tazeyken- protesto eden “Aydınlık için...” kampanyasını “mum söndü” gibi tepki-kışkırtma dozu pek yüksek bir çağrışımla nitelemesi, hem de hemen ardından “laik”lerin, özellikle de Ordunun şiddetle tepki gösterip hapse atılmasını sağladıkları Sincan Belediye Başkanını “ziyaret etmesi” hiç de birbiriyle çelişen iki jest değildir. Bunların her ikisi de bütünlüklü bir stratejinin parçalarıdır.
Nitekim Kazan’ın bu jestleriyle laik-anti-laik gerilimi yeniden başköşemize oturduğu gibi, “devlet sorunu”muzu bu gerilimin dışında bir demokratik yeniden yapılanma/kuruluş zeminine oturtmaya uygun içerikteki “Aydınlık için...” kampanyasını da laik-anti-laik geriliminin içine çekme fırsatı yaratılmış oldu. Atatürkçü ve laiklerimiz bu kampanyanın o pek sevdikleri “devlet”i tartışmaya açan içeriğinden rahatsızdılar ama, bu muhalefet eyleminin dışında da duramazlardı. Kazan onlara, anti-laiklere tepki ögesini kampanyaya sokuşturup “devlet”i aradan çıkarma fırsatını hiç de bir gaf yapıp vermiş olmadı. Onlar da “devlet” de Kazan’a ve partisine kocaman bir teşekkür borçludur.
Türkiye’nin gerçek laik ve demokratları bir odağında RP merkezinin, ötekinde fiilen “devlet”in yer aldığı ve varlığıyla sadece bu iki siyasal gücün kuvvetlenmesine yarayan, onların hesabına işleyen mevcut laik-anti-laik kutuplaşması içinde taraf olmayı -daha doğrusu fiilen o odaklardan birinin, “devlet”in yanına düşmeyi- açıkça reddetmelidirler. Bu gerilimin yapaylığını, paravan karakterini teşhir etmek, onun yerine “Aydınlık için...” gibi kampanyaların dile getirdiği toplumsal tepkiyi bir “yeniden kuruluş” sorunsalına, devletin ve toplumun yeniden inşâsı platformuna taşımak için seferber olmalıdırlar.
Eğer bu seferberlikte, bir “yeniden inşâ” çabasına katılabilecek tüm ögeler dikkate alınabilirse; eğer laik ve demokrat olmanın tüm içeriği ve gereklerine uymak başat bir ilke haline getirilir, her şeyden önce bu ilkeye göre davranmak koşulsuz kabul edilirse, böylece laik ve demokrat olmak tüm “arılığı” ile o seferberlikle “vücut bulursa”, mevcut laik-anti-laik kutuplaşmasının safları çok geçmeden sarsılacak ve dağılabilecek, seferberlik hareketi o kutuplardaki güçlerin karşısına bağımsız bir güç, zengin bir potansiyel olarak dikilebilecektir.
Bu seferberliği başlatmaya ilk aday olan güçler, örneğin sosyalistler, bir belediye başkanının tertiplediği yasal bir toplantı yüzünden, orada dile getirdiği fikirler nedeniyle apar topar azledilmesi, hapse atılması ve üstelik o kasabanın caddelerinde tanklar gezdirilerek gözdağı verilmesi gibi her safhası demokrasiye aykırı bir sürece ses çıkarmamak gibi, demokrat kimliğimizi, bilincimizi yaralayan bir tavır almak zorunda kalmayacaklardır, kalmamalıdırlar artık. O Sincan Belediye Başkanı daha önceleri “devlet”e şirin gözükmek için “Orak Çekiç Mahallesi’nin adını Fatih Mahallesi yaptım” gibi yalanlar söyleyebilen, Sincan’ı oruç tutmayanlar için yaşanmaz bir yer haline getirmek için uğraşan biri olabilir. Sosyalist ve demokrat olarak, o zat ve onun gibilerle kendi zeminlerimizde elbette mücadele edeceğiz. Ama karşıtlarının bile ihlâl edilmiş haklarını korumayı görev bilmek, gerçek sosyalist ve demokrat akımın yaşayabileceği, sahiplenebileceği bir niteliktir.
Sosyalistler, gerçek bir yeniden yapılanmayı, kuruluşu birlikte düşünüp tartışabilecekleri her kesime, her eğilime ellerini uzatarak, ürünlerinden biri ve başlıcası da gerçek laiklik ve demokrasi olacak olan bu seferberliğin öncü unsuru olabilirler ve olmalıdırlar. Bu görevi önlerine koymakla, başlatacakları hareketin toparlayabileceği zengin bir potansiyel vardır. Ve Türkiye’nin umut bağlayabileceğimiz bir geleceği olacaksa, onu sadece bu potansiyel temsil edebilir, gerçekleştirebilir. Gerisi ise sadece karanlıktır, karanlığın birbirine akraba farklı görünümleridir.
Aydınlık için... daha geniş ufuklu ve yürekli düşünmenin ışığına ihtiyacımız var. Şubat’ın yanıp sönen mumları umarız Mart’tan itibaren bu ışığı oluşturmaya yönelirler.
ÖMER LAÇİNER