MÜSİAD Başkanı Erol Yarar’ın 3 Ağustos 1996’da Milliyet gazetesine verdiği kısa bir mülakatta kendilerini “Yükselen değerlerin işadamı cephesi” olarak tanımlamıştı. Söz konusu yükselen değerler, her toplumun medeniyetinde ve/veya köklerinde olan değerlerle birlikte! bunlardan faydalanarak “modernleşme” anlayışıdır. Batılılaşma olarak modernleşme anlayışının aslında bir teori değil de Batı’nın uluslararası hegemonyasını sağlamak/sağlamlaştırmak için geliştirilmiş bir ideoloji olduğu fikri, son yıllarda Batılı sosyal bilimciler tarafından da kabul ediliyor. Yerelliği/farklılığı vurgulayan postmodernizm de moderniteye giden farklı yollar olduğu anlayışına katkıda bulunuyor.
Batılılaşma olarak modernleşmenin sonu, gerçekte, modernleşme projesinin sonunu değil, değişimini ve/veya daralmasını ifade ediyor. Esnek modernleşme veya neo-modernleşme diyebileceğimiz bu yeni modernleşme anlayışı da aslında eskisi kadar ideolojik; fakat muhtemelen, topyekûn modernleşme anlayışını terk ettiği için bu fazla göze çarpmıyor. Yerelliklere, farklı kültürlere izin vermesine rağmen, esnek modernleşme anlayışının da evrensel kabul ettiği değerler var: piyasa rasyonalitesi ve şeklî demokrasi.[1] Dolayısıyla, yeni ve esnek modernleşme anlayışı, her ne kadar kültür konusunda esnek olsa da, bu iki konuda oldukça katı. İslâmcılık genelde bu iki kritere göre değerlendirilmektedir. Son yıllarda “İslâm ve Demokrasi” konusunda birçok makalenin yazılması da bu hassasiyetin göstergesi olarak algılanabilir. Buna karşılık “İslâm ve Piyasa Ekonomisi” konusunda pek az makalenin yazılması ise İslâmcılığın piyasa ekonomisi ile bir sorunu olmadığının göstergesi.
İslâmcılık, İslâm’ı koruyarak/İslâmî yollardan modernleşmeyi de amaçlayan bir harekettir. Misyonlarından biri de oryantalist (ve yanlış) bir sav olan dinin “mani-i terakki” olmadığını göstermektir. Hedef Yeşil Medeniyeti (yeniden) yaratmaktır. Bu Yeşil Medeniyeti yeniden canlandırma çabası Batı medeniyetinden olası bütün farklılıklarına rağmen, onunla en global gerçek olan piyasa rasyonalizmi konusunda birleşmektedir. Fakat, bu rasyonalizm kültürel değil, ekonomik/ekonomist bir rasyonellik olduğu için MÜSİAD tarafından da kabul edilmektedir. Dahası, uyuyan medeniyeti uyandırma amacı, kendi kendini meşrûlaştırması imkânsız olan, “neoliberal piyasa fundamentalizmini” meşrûlaştırmanın da bir aracı haline gelecektir.[2]
Burada, İslâmî ekonomi anlayışı hiç mi bir şey ifade etmiyor diye düşünülebilir. Ancak, daha önce Birikim’de bahsettiğim gibi kutsal İslâmî ekonominin şeriattaki prensiplerinin ne anlama geldiği duruma göre değişmektedir.[3] Bugüne kadar İslâmî ekonominin ne olduğu hâlâ belirlenememiştir.[4] İslâmî ekonomi büyük ölçüde bir eklektisizmdir. Bu eklektik yapıya eklenen en önemli (tek ayırdedici) unsur da mevcut ekonomik düzende benzerleri/karşılıkları bulunabilen Zekât, Kâr Ortaklığı gibi “yeni” düzenlemeler değil, homo İslamicustur. İslâmî ekonomi, son kertede, bildiğimiz kapitalist ekonomi artı homo İslamicus’un getireceği ahlâktır. İslâmî ekonomiyi diğer ekonomik sistemlerden farklılaştırması beklenen de takva sahibi homo İslamicus’un (olası) toplumsal sorumluluk ahlâkıdır. Ancak, bu farkın ne olduğunu görebilmek için önce herkesin homo İslamicus olma sürecinden (eğitiminden) geçmesini beklememiz gerekeceğini ve bu eğitimin başarısının şüpheli olduğunu bahsettiğim yazımda belirtmiştim.
Demokrasi, MÜSİAD’ın da kabul ettiği gibi uluslararası ticarette aranan bir unsurdur. TÜSİAD’ın demokrasi raporu yazdırmasının arkasında yatan nedenin de bu uluslararası ortam olduğu söylenebilir. (Bu raporun arkasında bu nedenin yatması yüzünden demokratikleşme sorunumuzu gözardı etmemeliyiz.) Ancak, MÜSİAD’ın da şeklî (mevcut) demokrasi konusunda haklı endişeleri vardır. Buna göre, demokrasi, halkın yönetimi olmaktan çok bir avuç güç sahibi insanın, parasıyla, seçmeni yönlendirdiği, hattâ onun tercihlerini bastırdığı bir ideal olmayan rejim, bir aksesuardır. TÜSİAD’ın içinde bulunmak istediği uluslararası ortam demokratiklik arayan bir ortam ise, MÜSİAD’ın içinde bulunmak istediği uluslararası ortam için demokratikleşme, en fazla, ekonomik gelişmeden sonra gelen, ikincil bir öneme sahiptir.[5] MÜSİAD’ın Homo İslamicus raporu da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Hem içerik olarak, hem de işlevsel olarak, aranılan bir araçtır.
MÜSİAD için güçlü bir Türkiye’nin yaratılması ve bu vesile ile İslâm medeniyetinin canlanması için ekonomik kalkınma öncelikli hedeftir. Ekonomik kalkınmada, günümüz şartlarında, daha çok ihracat, daha çok neo-liberalizm, daha çok piyasa rasyonalizmi demektir. Bunu sağlamak için de nasıl Doğu Asya ülkeleri kendi (Konfüçyus) kültürlerini itaatkâr işgücü sağlama gibi amaçlar için kullandıysa, biz de kendi (İslâm) kültürümüzü bu amaç için kullanmalıyız. Nitekim, MÜSİAD’ın Başkanı uluslararası alanda güç ve medeniyet Batı’dan Doğu’ya kayıyor derken, örnek aldığı, imrendiği ve Türkiye’de uygulanmasını istediği (ekonomik) kalkınma modelinin ve bu modelin neo-liberal mantık ile ne kadar uyumlu olacağının işaretlerini de vermektedir. Başkan Erol Yarar’a göre, Doğu Asya ülkelerinin kalkınma modelleri sosyal güvenlik sistemi yerine aile kurumunu güçlendirmesi, kanun-nizam hâkimiyetini sağlaması, millî şuuru ön plana çıkarması ve tembelliği teşvik eden uygulamalara yer vermemesi nedeniyle övgüye değer ve bizim toplumumuzun yapısına uygun modellerdir.[6] Bu vesile ile köklerimize dönüş, İslâm medeniyetinin canlandırılması için gerekli olan piyasa rasyonalizmini de içeren bir kökün yaratılması anlamına gelecektir. Sonuçta, homo Islamicus, Weber’in Protestan ahlâkı gibi bir işlev görerek, İslâm medeniyetinin canlan(dırıl)ması için bu dünyada zenginliği kutsallaştıracaktır, ki bu İslâm geleneğinde olmayan bir şey değildir. Ama işlevi, maddeci kapitalizmden farklı bir ekonomi yaratmaktan ziyade onu kutsallaştırmaktır.
KAPİTALİZM: ARABASI VAR...
İslâmcı bakışta kapitalizmin birbiriyle çelişen iki değişik algılanması aynı anda var: Kapitalizm hem Protestan ahlâk’a, hem de ahlâksız/bencil homo economicus’a dayanan bir sistem olarak görülebiliyor. Birincisinde, kapitalizm temelinde bir (Protestan) ahlâk olan Hıristiyan Batı kültürünün -ki bu da son kertede maddeci bir kültürdür- bir ürünüdür ve bizim değerlerimize uymaz. Bunun yerine biz İslâmî ahlâka dayalı bir ekonomik model geliştirmeliyiz, ki bu model de İslâm ahlâkına dayandığı için kapitalist ekonomiden farklı olacaktır. İkincisinde ise, kapitalizmde hiçbir ahlâk unsuru yoktur. Kaba maddeci, zenginliği bir amaç olarak gören, sadece kâr ve maliyet ölçülerini gözönüne alan, maksimum fayda peşinde koşan bencil insan (homo economicus) modeline dayanan bir sistemdir. Eşitsizlik, mutsuzluk, adaletsizlik gibi sorunlar da buradan kaynaklanmaktadır. Son yıllarda uygulanan ve ekonomiyi insanların ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli bir araç olmaktan çıkarıp kendi başına bir amaç haline getiren, meşrûiyetini sadece ekonomik gelişmeye dayandıran ve bunun otomatik olarak insanların ihtiyaçlarını karşıladığını varsayan neo-liberal politikaların eleştirilmesi elbette güçlü bir çıkış noktası. Ne var ki, İslâmcı MÜSİAD için de ekonominin hedefi insanların mutluluğu değil, İslâm medeniyetinin canlandırılması olacaktır, bu medeniyet bir kere canlandıktan ve homo İslamicus yaratıldıktan sonra, insanlar otomatikman mutlu olacak, aç açık kalmayacaklardır.
İSLÂMİ KAPİTALİZM: FARKLI MEFKURE HEYECANI
İslâm medeniyetini canlandırmanın bir aracı da maddeten terakkidir.[7] Bunun için Müslümanlar her alanda Batı’dan üstün olmaya çalışmalı, onlar gibi iyi arabalar (nedense iyi arabalardan kasıt esasen Mercedes’ler) üretmeli, yüksek teknoloji kullanarak bağımlılıktan kurtulmalıdır. Bu vesile ile İslâm medeniyeti Batı ile ahlâk(sızlık), dejenerasyon vb. hariç her alanda rekabet edebilir hale gelmelidir. Bizim “güzel ahlâkımız” da bu rekabete eklendiğinde Batı’ya karşı üstünlüğümüz ortaya çıkacaktır. Özünde, Batı’nın teknolojisini, maddi üstünlüğünü alalım, kendi manevi değerlerimizi koruyalım çizgisinin bir devamı olan bu anlayış, MÜSİAD için de geçerlidir. Nitekim, MÜSİAD “raportörü” Niyazi Kahveci’nin de dediği gibi, İslâm iyi incelendiğinde görülür ki kalkınma için önerilen modellerin özü dinde vardır ve tek yapılacak şey bu özü bulmak için İslâm’ı iyice incelemektir.[8] Örneğin, peygamber sünneti olan Medine Pazarı bize pazarın müminlere teslim edildiğini öğretmektedir. Dolayısıyla İslâmî bilinç, şuurlu Müslüman, “bir lokma bir hırka” tuzağına düşmemelidir. Bu vesile ile ticaret de bir ibadet haline gele(bile)cek ve maddeten terakki kutsallaşacaktır. Bu zorlu ve uzun bir mücadeledir ve inançları çok sağlam, birlikteliğini sağlamış, bilgili, çalışkan bir milletin işidir. Bu mücadele dünya kaygısı ve arzusu yerine, ecdadımız gibi kendini bu uğurda vakfetmiş, emeklilik düşüncesini aklından çıkarmış fert ve millet ister.[9] Ancak bu bilinçle zenginleşildiğinde ibadet edilmiş olur ve bu amaçla zenginleşen biri aslında zenginleşmiyor, İslâm medeniyetini yeniden canlandırıyordur.
“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim” söylemine benzetebileceğimiz bu anlayış mevcut modele (İslâmî bir) alternatif üretmekten ziyade, bu düzen içinde hangi değerleri manipüle ederek başarılı olacağımızı öğretmektedir. Aslında eleştirdiği bu kapitalist düzene bir mefkûre heyecanı katarak onu yeniden üretmeyi meşrûlaştırmaktadır. Bu anlayış, geçmişte millî burjuvazinin yaratılmasında da vardı. Fark o günkü millî burjuvanın Türk, bugünkünün de Müslüman olmasından kaynaklanıyor. Bu benzerliği ve farkı görmek için Zafer Toprak’ın, Millî İktisat-Millî Burjuvazi[10] adlı incelemesinde aktardığı Ömer Seyfettin’den kısa bir alıntı yapmakta yarar var. Ömer Seyfettin’e göre, Türkler bugün “ferden” zengin olmak için değil, Türklük mefkûresi için iktisat ve ticaret âlemine atılmıyorlardı. “Türk ticareti Türklük mefkûresi ile beraber yürüyecek, beraber yükselecektir” diyordu Ömer Seyfettin. MÜSİAD da İslâm medeniyetini yükseltme heyecanıyla “piyasaya” girmiştir. Bu ulvi amaç için kâr edecektir. Bu vesile ile sevap da kazanmış olacaktır.
İSLÂMİ EKONOMİ: TOPLUMSAL SORUMLULUK AHLÂKI
Aslında, homo İslamicus sadece bizim değil, aynı zamanda bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olan değerlere sahip bir insan tipidir. Çünkü, homo İslamicus helâl ve meşrû yollardan kâr ederken toplumsal ve vicdani sorumluluklarını unutmayan, emeğin hakkını veren, adaleti üstün tutan, ahlâk sahibi kanaatkâr bir insandır. Takva sahibi olduğu için esas sorumluluğunun Allah’a karşı olduğunu bilir. Fayda anlayışı, homo economicusunkinin tersine sadece kişisel fayda ile sınırlı değildir. Homo İslamicus bir işveren toplumsal sorumluluğunun farkında olduğu için işçisine hakkını, alnının terini verir. Dahası, homo İslamicus işveren o kadar toplumsal sorumluluğunun farkındadır ki, işçisinin alnının ne kadar terlediğini ondan daha iyi “takdir” eder! Çünkü, homo İslamicus işveren sadece İslâm medeniyetinin yükselmesi amacıyla yatırım yapan, kâr eden ve istihdam yaratan bir girişimci değildir, aynı zamanda İslâm ahlâkına sahip olduğu için bencil olmayan, sadece kendini düşünmeyen, toplumsal dengeleri gözönünde tutan bir işverendir. Bu işverenin daha çok kâr ederek İslâm medeniyetine daha çok hizmet etmek ve muhabbetle yaklaştığı işçisinin hakettiği ücreti vermek arasında dengesiz bir tercih yapması ise söz konusu değildir. Çünkü, o takva sahibi olduğundan iyi/doğru takdir eder. Kaldı ki, gerek kendisi, gerek işçisi için İslâm medeniyetini yükseltme ulvi amacı ön planda olduğu için yaratılan değerlerin paylaşımı diye bir sorun yoktur, aksine ikisinin de ortak bir amacı vardır. Bu bağlamda, patron ve işçinin çıkarlarının çatışmadığı da açıkça görülebilir.[11] Dahası, bir işçi İslâm medeniyetinin canlanmasına hizmet eden bir patronun yanında çalışarak, sadece para değil, sevap da kazanmaktadır. Tabiî, bu arada girişimci patronuna da para/sevap kazandırmaktadır. İslâmî prensiplere göre belirlenecek ücretin, bildiğimiz piyasa ve/veya firma kârlılığı şartlarına göre belirlenecek ücretlerden farklı olmayacağı ve bu nedenle de homo İslamicus bir işverenin kârlılığı İslâm’a hizmet için düşünmesinden ve “adam azmeder zengin olur, şükreder adam olur” düsturu gereği şükretmesinden başka hiçbir farkı olmayacaktır. Çünkü, aslında kapitalist rasyonalitenin barometresi olan kâr(lılık) prensibi bozulduğunda İslâm medeniyetini canlandırma yürüyüşüne çelme takılmış olacaktır. Ancak, gene de homo İslamicus bir işçi Allah’a şükretmesini ve çalışmanın bir ibadet olduğunu ve öbür dünyaya da yatırım yaptığını bilecektir. Dolayısıyla, aldığı ücretten tatmin olmasa bile, işini severek, tezcanla, süratli, temiz, hammadde ve malzemelere ihtimam göstererek ve emir ve talimatları dinleyerek yapacaktır. Homo İslamicus bir işçi, toplumda dayanışma ve işbirliği olduğunun ve maddiyata dayalı bir çatışma olmadığının farkındadır. Bu bilince sahip olduğu için grev düşünmez (zaten böyle bir hakkı da yoktur, çünkü grev maddeye dayalı bir çatışmaya dayandığı için İslâmî değildir).[12] Mevcut sendikal hareket ise aslında işçi ve işveren arasında bir çatışma olmadığının farkında olmadığı için, Türk ekonomisine katkıda bulunmak üzere değil, reaksiyoner bir hareket olarak ezilen işçi zümresini işverene karşı teşkilatlandırmak ve güçlendirmek gayesi ile ortaya çıkmıştır. Halbuki, İslâmî anlayışta ise ben çalışma arkadaşlarıma ne verebilirim düsturu önce geldiği için, işçi ve işveren arasında böyle bir çatışma yoktur ve bu çatışma ekseninde kurulacak sendikalara da gerek yoktur.[13] Yarar’a göre, ülkemizde İslâm medeniyetine hizmet edecek, (muhtemelen kendisinin istediği çizgide, sarı) İslâmî bir sendikacılıktan bahsetmek lazım.
SONUÇ
MÜSİAD’ın alternatif ekonomi anlayışının tek farkı kendi kendini meşrûlaştırması zor olan mevcut piyasa rasyonalizmini, farklı bir şekilde meşrûlaştırmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre, piyasa rasyonalizmi İslâm medeniyetinin yeniden canlanmasının bir aracı, İslâm medeniyetinin canlandırılması amacı da piyasa rasyonalizminin meşrûlaştırılmasının bir aracıdır. Bu vesile ile piyasa rasyonalizmi de kutsallaşabilecektir. Piyasa rasyonalizmi açısından bakıldığında, MÜSİAD’ın İslâmî ekonomisi de son onbeş yıldır yürürlükte olan neo-liberal global konsensusa katılmaktadır. Velhasıl, MÜSİAD bize alternatif bir ekonomi değil, alternatif bir meşrûlaştırıcı ideoloji önermektedir. Ekonomi, MÜSİAD’a göre de, insanların ihtiyaçlarını gidermesi için değil, İslâm medeniyetinin yükseltilmesi için gerekli bir araçtır. Gerçek fark olarak görülebilecek İslâm medeniyetinin canlandırılması şuuruna sahip homo İslamicus ise gene piyasa rasyonalitesini daha kolay işletecek, (olmayan) sosyal hakları kaldırarak insanları çalışmaya “sevk edecek” piyasa rasyonalitesinin ideolojik kılıfıdır. Yeşil Medeniyeti canlandıracak İslâm ahlâklı ekonomi, bildiğimiz kapitalizmden çok farklı bir ekonomi olmayacaktır.
[1]J. Alexander, “Modern, Anti, Post and Neo”, New Left Review, 210, (1985), s. 63-101. Çok kutuplu dünyanın piyasaya bağlılık temelinde birleştiği konusunda, ayrıca, bkz. Agnew ve Corbridge, Mastering Space: hegemony, territory and International political economy, (Routledge, Londra, 1995) Nitekim, MÜSİAD Başkanı, demokrasinin ideal bir rejim olmadığını söylerken, uluslararası ticarette (bile) aranılan bir unsur olduğunu da kabul etmiştir.
[2]John Gray, Enlightenment’s Wake: Politics and Culture at the Close of Modern Age, (Routledge, Londra, 1995).
[3]“İslâmî Ekonomi ve Refah’ın Adil Ekonomik Düzeni”, Birikim, 59 Mart 1994.
[4]MÜSİAD bu belirsizlik bağlamında oldukça önemlidir, çünkü Türkiye’de somut İslâmî ekonominin ne şekil alacağını, daha doğrusu alamayacağını da belirlemektedir.
[5]Burada, Türkiye’de demokrasinin genelde, örneğin Avrupa ile bütünleşmek için, bir aksesuvar/araç olarak görüldüğünü de belirtmeliyiz. Bu demokrasi anlayışı konusunda bkz. Ümit Cizre Sakallıoğlu, Toplum ve Bilim, 68 (Kış 1995), s. 66-87.
[6]26.7.1996, Hürriyet.
[7]2.10.1994, Yeni Asya.
[8]24.9.1994, Milli Gazete.
[9]Erol Yarar, 20.11.1994, Yeni Asya, vurgu eklendi.
[10]Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995, sayfa, 169.
[11]Değerin emek teorisine göre bu imkânsız bir durumdur.
[12]MÜSİAD’ın Homo İslamicus raporu 27.12.1994, Milliyet ve 25.12.1994. Milli Gazete.
[13]Erol Yarar ile mülakat, 27.1.1996, Zaman.