İmkânlar, Avukatlar, Hakikatler ve Masumiyet Karinesi

İzolasyon günlerimizde pek çok müze, sergi ve veritabanı ücretsiz erişim imkânı getirmişken, şu tür yorumların daha çok kadınlardan gelmesi maalesef şaşırtıcı değil: “Hem evden çalış, hem çocuğu oyala, evi temiz tut, düzenli yemek yap, eksikleri tamamla, mutfağı yerleştir, müzeyi hangi ara gezeceğiz?”

Gerçekten de imkânlar, haklar ve özgürlükler; bunları fiilen kimin kullanabileceğiyle bir bağlam içinde bulunur. Yeniliği tanıtan taraf, bir kere “herkes” deyip ortadan çekilir ve o yenilikten kimin faydalanıp kimin faydalanamadığı konusunda kendini sorumluluktan kurtulmuş sayar.

Herkese tanınan imkânları aslında herkesin kullanamaması, bunları elbette değersizleştirmez veya gereksiz kılmaz. Aksine, hukuki gelişimimizi bir bakıma, belirli kesimler için tanınmış hakların toplumun tamamına yayılması hikâyelerine de borçluyuz. Çünkü bu hep böyle olur. Özgürlük önce sınırlı başlar fakat açılan kapıdan gün gelir bu sefer gerçekten “herkes” geçer.

Bu “herkes” meselesi ise hep sorunlu olmuştur çünkü herkes, yalnızca “kendi herkesinden” bahseder. Örneklemek gerekirse; Amerikan anayasasında eğitim hakkı “herkese” tanınırken siyahileri istisna tutmaya muhtemelen gerek dahi duyulmamıştı. O dönemde siyahiler, “herkesin” içinde zaten yoktu.

Başka bir dönemde fakat yine “herkesin” içinde olmayan diğer bir grup ise kadınlardı. 1789 Fransız Devrimi bir burjuva devrimiydi ve dönem itibarıyla da, hak mücadelesinin kadınları içermesi gibi bir kaygı yoktu. Nitekim devrim sonrasında açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin orijinal başlığının “Droits de l’Homme et du Citoyen”[1] olmasının kerameti kadınlara yönelik bilinçli bir dışlama değil, o bilinçte kadınların yerinin zaten olmamasıydı. Neyse ki kadınlar algıları yıkma konusunda her zaman cesur -ve başarılı olmuştur.

Aradan geçen 231 yılda ise devrimin ve kazanımlarının “cinsiyeti” gibi bir mesele kalmadı. Bildirgeyi cinsiyete indirgemediğimizden, “İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar” gibi temellerle bir sorunumuz da olmayacağından, bağlam konusunu gözden kaçırabiliyoruz.

Derken gün geliyor, 1789’un burjuva erkeklerinin “hediye ettiği” ve özünde gerçekten çok kıymetli olan bir hak, 21. yüzyılın bütün kadınlarını tehlike altında bırakabiliyor.

Modern hukukta vazgeçilemez olduğunu tartışma konusu dahi etmemekle birlikte, masumiyet karinesinin, “kadının beyanı esastır” ilkesiyle olan ilişkisini daha dikkatli düşünmemeli miyiz?

Bu konuda öncelikle “kadının beyanı esastır” ilkesinden ne anladığımızı, yani hangi zeminde konuştuğumuzu netleştirmek iyi olacaktır. Bir beyanın esas olması, doğru olduğuna peşinen hükmedilmesi anlamına gelmez. Şüpheli hakkında bir soruşturma açılmasına yeterli görüldüğü anlamına gelir. Beyanın doğru olup olmadığı bu soruşturma ve sonrasında açılabilecek olan kovuşturma neticesinde belli olacaktır ama kadının, hatta daha genel ve ilkenin çıkış amacına daha uygun bir ifadeyle “korunmaya ihtiyaç duyanın” beyanı, iddiaların idare ve yargı tarafından dikkate alınıp incelenmesi için yeterli olmalıdır.[2]

Masumiyet karinesi ise, kaynağı olan Fransız bildirgesinde “Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılacağından…” ifadesiyle belirtilir.[3] Türkiye’deki düzenleme de buna son derece paralel; 1982 Anayasası’nın 38. maddesinde “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz" kuralı mevcut.

Her iki düzenleme de “karar koşulu” içeriyor. Peki, Türkiye’deki kadın sorunları açısından konuşursak, bir yandan karar mekanizmalarının erilliğiyle mücadele ederken, diğer yandan erkeği suçlayabilmek için yine bu eril mekanizmanın kararına muhtaç olduğumuzu kabullenmek, fazlasıyla çelişik durmuyor mu?

Bunun muazzam bir örneği, virüs sayesinde (!) gündemden kaybolan Avukat MK olayında yaşandı. İddialara göre 50’li yaşlarının sonundaki MK, genç kadınlara tacizde bulunuyordu. Bu durum MK’nın ofisinde çalışan ve onun tacizine uğrayan genç bir kadının sosyal medyada yaptığı açıklamalarla oraya çıktı. MK’nın bunu zaten hep yapmakta olduğunu, hatta tacizle birlikte cinsel saldırı, şiddet, tehdit ve şantaj geçmişinin de bulunduğunu, üstelik de bunların aslında zaten bilindiğini bizler böylece öğrendik.

Düşünülmesi gereken ilk konu, İstanbul Barosu’nda tanınan ve görevler alan birinin bu edimlerinin biliniyor olmasına rağmen hiçbir görevinden dışlanmamış olmasıdır. MK’nın nasıl biri olduğunu bilip de bu konuda hiçbir şey yapmayan, en azından genç kadın meslektaşları uyarıp onların arkasında dahi durmayan, kadın olsun olmasın bütün İstanbul Barosu üyelerinin, MK’nın yarattığı mağduriyetlere istemeden de olsa verdikleri katkıyla yüzleşmesi gerekir.

Düşünülecek diğer bir konu, bir grup kadın avukatın imzaya açtığı metinle ve yaptığı basın açıklamasıyla ortaya çıktı. İmza metni MK’nın açık ismiyle başlasa da, “ … bu olayın ilk ve son örnek olmadığını bilerek, erkek egemen yargı ve Baro pratiklerinin karşısında, 8 Mart'ı selamlayarak sözümüzü daha yüksek sesle söyleme, bir tutum belgesi açıklama gereği duyduk” diye devam ediyor ve kişilerden bağımsız olgulardan söz ediyordu.[4]

Bu metni bini aşkın kadın imzaladı. İmzalamayanlar arasında bir kısım konuyla ilgilenmiyor, bu tür “protest” metinlere imza vermeyi doğru bulmuyor veya sözü edilen soruna inanmıyor olabilirdi.

Bir kısım ise öyle değildi. Her şeyden önce, ciddi sayıda genç kadın avukat, imza vermekten “Ya bu imza sebebiyle iş bulamazsam?” korkusuyla kaçındı. Bu korkunun yaşanabildiği bir baronun, salt meslektaşına güven verememiş olması sebebiyle dahi derin bir hicap duyması gerekir.

İmza vermeyen diğer bir grup ise epey şaşırtıcı oldu. Hak mücadelesindeki emekleri sorgulanmayacak olan pek çok kadın meslektaş, imza vermemesini “masumiyet karinesiyle” açıkladı. Olaya bu karine üzerinden yaklaşan pek çok erkek meslektaş da var ve bunların bir kısmı da yine, insan hakları alanında etkin isimler. Fakat okumakta olduğunuz metnin amacı, çuvaldızı kendine batırmak. Erkek hukukçuları, MK olayındaki yaklaşımlarının farklı içselleşmiş bir hak kaygısı mı yoksa çok derinlere gömülmeye çalışılmasına rağmen en olmadık zamanlarda baş veren bir “erkek dayanışması” mı olduğu sorusuyla şimdilik baş başa bırakalım.

MK hakkında anlatılanlar ne son olaydan ne de iddialardan ibaret; somut yaşanmışlıklar ve tanıklıklar var. Fakat karine yaşanmışlık veya tanıklık değil, “mahkeme kararı” istediği için, pek çok kadın bu metni temel hak ve özgürlüklere aykırı buldu. Bu “aykırılık” metinde MK’nın isminin açıkça yazılmış olmasına da dayandırıldı fakat isim zaten çoktan yayılmış bulunduğu için, bu endişenin öze dair olmadığını düşünebiliriz. Nitekim metni hazırlayanlar da avukattı ve ismi açıkça yazmış olmalarının sebebi de hukuk bilmemeleri değil, ismin zaten biliniyor olmasıydı.

Bu tartışmalar, avukatların arasında dahi bir anda şu noktaya geliverdi: Kadının beyanının esas olmasıyla masumiyet karinesi birbiriyle çelişmekte midir?

Bu sorunun ortaya çıkabilmiş olması, “kadının beyanı esastır” ilkesinin hukukçular arasında dahi içselleşmemiş olduğunu göstermesi itibarıyla üzüntü vericidir. Nitekim tutum metninde, yaşanan veya yaşandığı belirtilen son olay sebebiyle verilen bir hüküm değil, adı üzerinde, açıklanan bir “tutum” söz konusuydu. Başka bir ifadeyle kadının beyanı hükme değil, tutumun açıklanmasına esas alınmıştı ki andığımız ilkenin isabetle uygulanmasına daha uygun bir örnek zor bulunur.

İmza metni üzerine çıkan tartışmaların diğer boyutuna dönersek; yargıdaki erilliği ifşa edip buna karşı tutum içeren bir metni imzalamamak için “masumiyet karinesi” gerçek bir sebep olabilir mi?

Bunu cevaplamak için masumiyet karinesinin amacını ve işlevini sorgulamak zorundayız. Amaç elbette kişi hak ve özgürlüklerini korumak; peki hak ve özgürlüklerin çelişmesi halinde ne yapmalıyız?

Burada işlev devreye giriyor. Bu kural nasıl bir işe yarıyor? Kişilerin haksız yere suçlanmasının önüne geçip özgürlükleri koruduğu muhakkak; aynanın diğer tarafında ise hakkında hüküm bulunmaması sebebiyle tacizlerine rahat rahat devam edenler bulunmuyor mu?

Bu hükmün bulunmamasına pek çok sebep düşünebiliriz. İmza vermekten çekinen meslektaşlar gibi, pek çok mağdur da şikâyette bulunmaktan çekinmiş olabilir. Şikâyetler edilmiş, dosyalar açılmış, delil bulunamamış olabilir -belki de mağdur şikâyetini “bir sebepten” geri çekmiştir. Belki fail kendisini yargılayacak olanlarla okul arkadaşıdır, bu dahi olabilir. Bütün bunlar, adliye koridorlarında dolaşan sayısız anıyı ve tanıklığı yok mu edecektir?

Yargıdaki erillikle mücadele için aynı eril yargının kararını zorunlu görmek yaman bir çelişki ve bu çelişkinin maalesef tek bir sonucu var: Kol kırılıp adliye koridorlarındaki fısıltıların arasında kalıyor.

Derken metnin ve tartışmaların üzerinden bir ay geçiyor ve 5 Nisan Avukatlar Günü’ne geliyoruz. Bin yıllık ezberlerin aynısı, sosyal medyayı ve telefonlarımızın hafızasını yine aynı şekilde işgal ediyor: Köle kullanmamak fakat efendilerin de olmaması, adalet savaşçılığı, hak mücadelesinin yılmaz neferliği vesaire… Avukatlar böyle lafları seviyorlar.[5]

Sloganların sesi öyle yüksek ki, koridorlardaki fısıltılar egemeni harekete geçmeye mecbur bırakan bir çığlık halini -yine- almıyor.

Üstelik bu sefer, hayatını hak mücadelesine adamış kadın avukatların, yani birebir şahıs olarak değilse bile taraf olarak “mağdurun” da rızasıyla.


[1] İnsan hakları, Türkçe ve İngilizcede cinsiyetsiz olarak ifade edilse de Fransızcada halen “Droits de l’Homme” kelimeleriyle ifade edilir. Buna yüklenen anlam ise artık cinsiyetsiz hale gelmiştir.

[2] İlke hakkında detaylı ve aydınlatıcı bir çalışma için: Özge Karlık &  Bilhan Gözcü, “Kadının Beyanı Esastır İlkesinden Ne Anlıyoruz?”, Bianet, http://bianet.org/biamag/toplumsal-cinsiyet/192617-kadinin-beyani-esastir-ilkesinden-ne-anliyoruz

[3] İlgili 9. maddenin tamamı: “Tout homme étant présumé innocent jusqu'à ce qu'il ait été déclaré coupable, s'il est jugé indispensable de l'arrêter, toute rigueur qui ne serait pas nécessaire pour s'assurer de sa personne doit être sévèrement réprimée par la loi.” https://www.conseil-constitutionnel.fr/le-bloc-de-constitutionnalite/declaration-des-droits-de-l-homme-et-du-citoyen-de-1789

[4] Basın açıklaması için bkz. https://www.evrensel.net/haber/399096/kadin-avukatlardan-yargida-cinsiyetcilige-ve-ayrimciliga-karsi-eylem

[5] Sigortasız çalışan avukatlar, meslektaşını sigortasız çalıştıran başka avukatlar, avukatlığın Türkiye’de dönüşmekte olduğu hal, mevcut yargının ve avukatlık algısının durumu başta olmak üzere; avukatlık ve avukatlar günü hakkında yazılabilecek maalesef çok fazla konu var. Bu yazıyı ise aktardığım kadarıyla sınırlı tutmak istedim.