2012 yılında, Adana'da, 26 yaşındaki Emine Akçay saç kurutma makinesini 6 yaşındaki oğlunun eline tutuşturup “al bunu, hem kardeşini hem kendini ısıt” diyerek başka odaya gidip intihar etti. Oduncu elinde yalnız 6 TL olan kadının haline acımış, 10 kilo odunu ücretsiz vermişti. Ama odunlar nemliydi ve bir türlü yanmadı. Genç kadın da çareyi ölmekte buldu, çünkü yoksulluğun içinden çıkamamıştı; belli ki çıkmaya dair bir umudu da kalmamıştı.
Tüm kamuoyu bu olaya çok üzüldü, iktidara ve yoksulluğa lanet yağdırdı; bir anne bu iktidar ve yoksulluk yüzünden geride iki çocuğunu bırakıp ölüme gitmişti. Yani ortada bir suçlu varsa, bu iktidar ve kahrolasıca düzendi. Ceza açısından bakıldığında, zaten kendini öldürmüş biri, kendini öldürdüğü için -en azından bu dünyada- cezalandırılamazdı; üstelik intihar eden kişi fiilin, aynı zamanda, mağduruydu da. Ama suç açısından bakıldığında kamuoyu genç kadının, ölümü kendi iradesiyle seçtiğini düşünmüyordu. Kadın bu kadar yoksul ve çaresiz olmasaydı intihar etmeyecekti; bu kadar yoksul ve çaresiz bırakılması ise, radikal liberal görüşlerin aksine, kendi kusuru değildi. Bir devlet, yurttaşlarının refahını sağlamak zorundaydı; bu onun asli göreviydi ve devlet bu görevi yerine getirmediği, yurttaşlarını yoksulluğa mahkûm ettiği için asli suçluydu. Emine Akçay'ın intihar eylemi ile devletin görevini ihmali arasında kuşku götürmez bir nedensellik bağı vardı ve bu bağ çok kuvvetliydi. Genç kadın kendi iradesiyle ölümü “seçmemişti”; buna zorlanmış ya da mecbur bırakılmış, önünde başka bir yol olmadığına inanmıştı.
Saint Omer (2022 / Fransa / Alice Diop) filminin kahramanı 25 yaşındaki Laurence Cory ise başka bir şey yaptı. On beş aylık kızı Elise’i öldürdü. Suçunu itiraf etti ve yargılama başladı. Kendisi hâlâ hayattaydı ama kızı artık yaşamıyordu. Herkesin gözünde annelikten nasibini almamış bir evlat katiliydi. Elbette savcı da onlarla aynı fikirdeydi. Laurence hamileliğini, kendi annesi dahil, herkesten gizlemiş, doğumu evde kendi kendine yapmış, doğumdan sonra bir kez bile dışarı çıkmamış, insanlar ne onu ne de küçük Elise’i bir kez olsun görmüştü. Çocuğun bir kimliği de yoktu. Savcıya göre tüm bu hususlar, çocuğun taammüden (tasarlayarak) öldürüldüğüne dair kesin kanıttı. Laurence her şeyi baştan beri planlamıştı. Kimse, devlet de dahil, Elise’in varlığından haberdar olmadığına göre ölümünden de haberdar olmayacak, dolayısıyla kimse daha önce var olan ama şimdi olmayan bir insanın peşine düşemeyecekti. Laurence kendi isteğiyle gebe kalmış, kendi isteğiyle doğum yapmış ve sonunda da kendi isteğiyle çocuğunu öldürmüştü. Tüm bunlar genç kadının kendi isteğiyle ya da özgür iradesiyle gerçekleşmişti. Ve yine savcıya ve dünyanın çok önemli bir bölümüne göre herkes kasıtlı, yani isteyerek bir suç işlediğinde bunun cezasını çeker, bedelini öderdi. Halihazır hukuk bunu vazederdi çünkü.
Elbette “özgür irade” çok cezbedici bir kavramdır. İnsanların sınırlı ya da sonsuz seçenek içinde, o iradeye dayanarak seçim yapması fikri kulağa hoş gelir. Çünkü akıl sahibi bir varlık olarak insan, seçimlerini kendi iradesiyle yaptığını, başka hiçbir şey tarafından belirlenmediğini düşünmek ister. Aksi takdirde aklından, dolayısıyla insanlığından şüpheye düşecek ve yaşamın içinde başka şeyler “yüzünden” sürüklendiğini hissedecektir. Bu hal ise ne insanı ve aklını her şeyin üstüne koyan ve karar mercii olarak da sadece insanı tanıyan liberal ideolojiye uygundur, ne de onun, bu insanın özgür iradesiyle suç işlemesini cezalandıran hukukuna. Akıl sahibi bir varlık olarak insan özgür iradesiyle suç işlemeyi seçerse, bu özgür seçiminden dolayı sorumlu olacak ve ceza yaptırımıyla yüz yüze kalacaktır.
Özgür irade tahayyülünde insan tarihten, geçmişinden ve çevresinden bağımsız yüzergezer bir varlık olarak ele alınır. Ayrıca bu algıda “özne” kavramının da payı çok büyüktür. Ve insan özne olarak bir kez tanımlandığında mutlak bir güce erişir ve bu güçle, belirleyen ve karar veren konumuna erişir. Elbette insan bu konuma kolay kolay gelmemiştir. Her şeyi Tanrı’nın belirlediği ve insanın ancak onun çizdiği yörünge içinde hareket edebileceği ve bunun sonucunda da yaşadığı her şeyin Tanrı’nın iradesiyle vuku bulacağı anlayışından kaynaklanan kadercilik/fatalizmle yüz yıllar boyunca süren uğraşlardan sonra insan dizginleri ele almayı başarmıştır. Ancak kaderciliğin de modern insanın oluşumunda bir yol açtığı söylenebilir. Tanrı’nın her şeyi belirlediği doğrudur ama yine Tanrı tarafında belirlenen iyiyi ya da kötüyü seçmek yine insana bırakılmış, bu seçimlere Tanrı tarafından farklı sonuçlar bağlanmıştır. İnsanın yaşamı ve geleceği Tanrı tarafından belirlenmiş olsa bile yine de kötünün yerine iyiyi seçebilecek olan insandır ve insana bu konuda kısmi bir irade “bağışlanmıştır”. Ama nihayetinde insan, Tanrı’nın iradesinden kaynaklanan -iyiyi ve kötüyü de saptayan- bir belirlenmişlik içinde yaşar ve ölür.
İnsanın belirlenmiş olduğu anlayışı sadece kadercilikte hayat bulmaz. İnsanın tarihle, kendi geçmişiyle ve çevresiyle belirlenmiş olduğunu ve iradenin pek de bir hükmünün olmadığını determinizm de söyler ama buradaki belirlenmişlik Tanrı’nınki gibi, sonuçları baştan beri kesin olan bir belirlenmişlik değil, yaşamın kendisiyle ve seyriyle, başka bir ifadeyle yaşandıkça belirlenen ve nedenlerin sonuçları doğurduğu, o sonuçların başka nedenlere yol açtığı bir akış içinde “yaşanarak” “oluşan” bir belirlenmişliktir. Determinizmde tıpkı kadercilik gibi insan iradesine, özgür iradeye çok az pay bırakır. Her iki anlayış bakımından da her şeyi özgür iradesiyle seçtiğini ve yaptığını düşünen coşkulu insan karşısında, durum yeterince umutsuzdur.
Laurence Senegalli bir siyahidir. Babasıyla ilişkisi yüzeyseldir. Annesi ile ilişkisi de kötüdür ama annesi aşırı derecede hırslı bir kadındır ve Laurence’dan onun istek ve yetenekleri dışında çok şey beklemektedir. Ayrıca onu bir Fransız gibi yetiştirmekte kararlıdır, yalnızca Fransızca konuşturur ve kendi dilini konuşmasına bile izin vermez. Laurence çok yalnız bir çocukluk geçirmiştir; bu yüzden kitaplarla yoğun bir bağ kurar, okumayı çok sever. Üniversiteye gitmek, yüksek lisans ve doktora yapmak ister. Bir şekilde Fransa’ya gelir ama beş parasızdır. Bir süre teyzesiyle kalır ama kadın yanında fazla barındırmaz onu. Sonrasında çocuk bakıcılığı yapsa da yine hayallerinin çok uzağında, yarı aç yarı tok yaşamaktadır. Yüksek lisansa devam edemez, sadece birkaç ders almakla yetinmek zorunda kalır. En sonunda da okuldan kaydı silinir. Akabinde babası yaşındaki bir adamla romantik bir ilişkiye girer ve maddi imkânsızlık yüzünden onun yanına taşınır/sığınır. Ama esasında adam evlidir ve Laurence’ın hiçbir duygusal ihtiyacını karşılamaz. Sonunda Laurence hamile kalır ama adam bunu da yok sayar. Laurence okula devam edemez, bir stüdyo dairede yalnız başına bir gebelik geçirir ve sonunda çocuk doğar. Adam bebekle hiçbir şekilde babalık bağı kurmaz. Ama mahkemede adam, Laurence’dan “sevgi dolu ve çok ilgili bir anne” olarak söz eder. Sonunda Laurence bir plajda çocuğu öldürür.
Savcı Laurence’ı cani bir anne gibi göstermekte kararlıysa da iddiaları Laurence’ın avukatının savunması takip eder:
Sayın jüri, bu dinlediğiniz, hayalet bir kadının ifadesi. Kimsenin görmediği bir kadın. Kimsenin bilmediği bir kadın. Yavaş yavaş kaybolmaya dair bir hikâye bu. Trajik bir cehennem yolculuğu; bir annenin, çocuğunu beraberinde götürdüğü. Bu kadın en büyük suçu işledi. Bir çocuğu öldürdü. Kendi kızını öldürdü ve bunu kabul ediyor. Bu, aklımızın alamayacağı, tahammül edilemez bir olay. Bir annenin on beş aydır bağrına bastığı kendi yavrusunu öldürmesi. Onu bir canavar olarak görmek daha kolay. Bir canavarın da hakkından gelmek gerekir. Dolayısıyla ceza kanunun sayfalarını karıştırıp, onu suçlu bulabilirsiniz. Ancak bunu yaparsanız sayın jüri üyeleri, bir yargıya varacaksınız belki, ama adaleti sağlayamayacaksınız. Sadece en basit soruya cevap vermiş olacaksınız. Jüri üyeleri olarak kendinize esas sormanız gereken soruya değil. Eğer kendinize o soruyu soramazsanız, plajda takılıp kalacaksınız. İşlenen suçun korkunçluğu karşısında sersemlemiş bir halde. Neden? Laurence Coly o kadar sevdiği ve gözü gibi baktığı kızını öldürmesine ne sebep oldu? Neden en başında doğum esnasında öldürmedi? Elise öldü, çünkü annesi delirdi. Bu delilik, öldürerek onu koruyacağına inanmasına sebep oldu. Onun yolculuğunda iki üç noktayı hatırlayalım lütfen. Gözünüzün önüne gencecik bir kadın getirin. Hırslı ve istekli, Paris’e yeni gelmiş ve kendinize şu soruyu sorun: Bu kadın nasıl oldu da partnerinin stüdyosunda saklanan, yalnız ve görünmez birisine dönüştü? Luc Dumontet’in yanına taşındığında Laurence Cory’nin bir geliri yoktu. Ne bankada hesabı vardı ne de sosyal sigortası. Üniversiteden kaydı silinmişti. Garip sesler duyuyordu. Halüsinasyonlar ve korkunç rüyalar görüyor, garip işaretleri deşifre etmek için uğraşıyordu. Annesiyle ara sıra yaptığı telefon görüşmeleri dışında dış dünya ile bağı kalmamıştı. Yalnızlığı o kadar somutlaşmıştı ki, hani neredeyse elle tutulacak haldeydi. Hamile kaldığını ve dünyaya bir kız çocuğu getireceğini işte böyle bir zamanda öğrendi. Esas gerçek şu ki, Laurence Cory ne hamileliğini ne de doğumu gizledi; gizlediği kendisiydi. Başkaları tarafından görülemezdi. Anneliği internetten öğrendi, çok korkuyordu; mücadeleye, hayata devam etmeye çalıştı ama kaybetti. Ona yardım edecek kimse yoktu, kimse onu anlamadı…
Avukat müvekkilinin akıl sağlığını kaybettiğini söyler ve tedavi edilmesine karar verilmesini talep eder ama bu talebin kabul edilip edilmediğini ya da Laurence Cory hakkında nasıl bir hüküm verildiğini bilmiyoruz, film bunu söylemiyor.
Çocuklarını sağ bırakıp kendini öldüren bir anneye gösterilen şefkatin, kendini yaşatıp çocuğunu öldüren bir anneye toplum tarafından gösterilmeyeceği, değil şefkat, “kutsal anneliğe” hiç yakışmayacak canice eylemden dolayı işin -toplumun yapısına göre değişen şekillerde- linçe kadar gidebileceği bir gerçektir. Ancak, neyse ki hukuk diye bir yapı vardır ve o hukuk medeni dünyada bu işi gayet medeni bir şekilde çözecektir. Topluma göre, çocuğunu kasten öldürmek bir seçimdir ve bu seçimi yapan kişi de özgür iradesiyle yapmıştır. Çünkü modern dünyanın öznesi, hatta sahibi insandır ve tüm yapıp ettiklerinde özgürdür. Tıpkı toplumun yapısına uyduğu ve ihtiyaçlarına cevap verdiği iddia edilen hukukun, suçun özgür iradeyle işlendiğini iddia etmesi gibi. Suç işlemeyi “tercih eden” bireyler hukuk tarafından yargılanıp cezalandırılır ve böylelikle de toplumun düzeni ya da masumiyeti korunmuş olur.
İşin hukuk açısından anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Toplumun hukuku kurması gibi, hukuk da toplumu kurar. Halihazırdaki toplum da kendi özgür ve kadiri mutlak bireyini çoktan inşa etmiş modern toplum olduğuna göre, hukuk da bu modern toplumun hukuku olacaktır. Ama aynı zamanda bu toplum, gerek doğal hukuk gerekse pozitif yasalarla hukuk tarafından kurulmuştur ve yine o hukuk tarafından korunacaktır. Modern insanın toplumun temeli, yapıtaşı ya da çimentosu olduğunu varsayan hukukun, o insanın kendi özgür iradesiyle davrandığını kabul etmemesi halinde hem halihazırdaki toplum ve düzen kavramı yerle bir olacak hem de ortada suç ve ceza diye bir şey kalmayacaktır. Çünkü bir insan, davranışlarını özgür iradesiyle belirleyemiyor ve o davranışlar kendi iradesi dışındaki etkenler tarafından belirleniyorsa, ortada “suçlu” denilebilecek kimse olmayacaktır.
Hukukun toplumu ya da toplumun hukuku kurması konusundaki ön kabuller “özgür irade”nin kabulünü ya da benimsenmesini de kolaylaştırır. Bu kurma ya da kurulma genellikle bir başlangıca işaret eder ve irade sahibi öznelerin -kişilerin ya da toplumların- o iradeye dayanarak özgür bir şekilde bir yapı kurduklarını kabul eder. Bu bir toplum sözleşmesi ya da anayasa, savaş veya barış kararı yahut devrim olabilir. Tarihin ve yaşamın akışı içinde birtakım iradeler ortaya çıkar ve bir şeylere karar verir. Dolayısıyla bu irade sahipleri çeşitli seçenekler içinde, özgür iradeleri ile, bir seçim yapar. Bu özneler tarihten, sosyolojiden, antropolojiden vesaireden soyutlanarak ve onlardan hiçbir şekilde etkilenmeden ve içinde sürüklenmeden “tarih yazarlar” ya da sosyoloji veya hukuk.
Faillerin iradeleri elbette tarihte ve toplumda rol oynar, ancak bu kısmi bir iradedir ve ne bu iradenin kendisi ne de fiiler hiçbir şekilde başka olgulardan soyutlanamaz. Bir olayın öyle ya da böyle değil de şöyle gerçekleşmesi, bir olgunun o şekilde değil de bu şekilde ortaya çıkmasının nedenleri vardır ve farklı nedenler farklı sonuçlar doğurur. İnsan ya da toplum da o nedenlere ve sonrasında sonuçlara maruz kalır. Sonuçlar da yeni nedenlerle birleşerek başka sonuçlara kapı açar. Hukuk da tarih boyunca çok farklı yollardan ve aşamalardan geçmiş, son olarak da modern topluma uyarlanmıştır. Hukukun insan iradesine verdiği değer ve özgür iradeye duyduğu sonsuz inanç tam da bu modern insanın ve onun toplumunun tezahürüdür. Bu hukuk sayesindedir ki modernizmin akıl sahibi, her şeye kadir insanı yaptığı yanlış seçimlerinden de o akıl ve irade sayesinde, kendisi sorumlu olacak ve başına gelen melanet için toplumu ya da düzeni suçlayamayacaktır. Her koyun kendi bacağından asılacak, suçlu insan ile tarih, siyaset, iktidar, sosyoloji, psikoloji, nöroloji, antropoloji vesaire arasındaki ilişki ve nedensellik bağı kesilecek, suçlu suçun faili olacaktır. Hukuk, bir insanın bir davranışı neden yaptığını, neden öyle değil de şöyle eylediğini, neden suç işlediğini hiçbir zaman sorgulamayacak, sadece yasanın öngördüğü cezalandırma şartları ile yetinecektir. Böylelikle de eseri olduğu toplumu, arızaları hukuk yoluyla gidererek koruyacaktır.
Hamile olan akademisyen ve yazar Rama, tüm davayı izler. O da siyahidir, onun da annesi ile ilişkisi sorunludur ve bebeği doğurmaktan o da çok korkmaktadır. Ama iyi bir işi ve sevgi dolu bir partneri vardır. Kuvvetle muhtemel çocuğunu öldürmeyecektir.