Bu yazının uzun versiyonu Birikim'in 420. sayısında (Nisan 2024) yayımlanacaktır.
***
Birkaç ay önce Türkiye’de hukuku ve devleti anlamak açısından oldukça yeni yollar gösteren çarpıcı bir kitap yayımlandı: Ümit Kurt’un yazdığı ve Aras Yayınları tarafından yayımlanan Kanun ve Nizam Dairesinde: Soykırım Teknokratı Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun İzinde, Osmanlı’dan Cumhuriyet”e Devlet Mekanizması kitabından söz ediyorum. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, özel gündemini bir tarihsel kırım oluşturuyor. Fakat yasa ve düzen üzerine tüm bakış açımızı değiştirmeye davet eden oldukça geniş ve ilham verici vaatlerle dolu bir çalışma bu. Cumhuriyet’in tüm dönemlerinde haklarını ve verili yurttaşlığı öğrenmiş; anayasa ve yasalar ve kurumsal işlevler üzerine bilgiler biriktirmiş tüm o kuşaklara ve onların “bilim insanları cemaati”ne yeni yollar gösteriyor.. Asıl odaklandığı ve bugüne kadar üzerinde hiç durulmamış bir Cumhuriyet bürokratı üzerine sadece yeni bilgiler vermiyor. Aynı zamanda Cumhuriyet’in yasa, kurumlar ve toplumsal söyleminin temellerine işaret ediyor Kurt. Bir anlamda “Türk Devlet Bilimi” diyebileceğimiz ve “disipliner” bir hal almış olan bir zihniyet yapısının kodlarını çözümlüyor.
Kurt’un Temel Tezleri ve Önemi
Kitabın ortaya koyduğu mesele esas olarak şu: İstanbul Emniyeti siyasi şube kısım şefliği, kaymakamlık, müfettişlik, Danıştay başkanlığı gibi birçok kritik görevde bulunan Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1882-1953) biyografisi üzerinden tarihsel bir şiddetin; Ermeni soykırımının bürokratik ve idari veçhesine odaklanan Kurt aynı zamanda bir hukuki ve siyasi rejim analizinin bu en somut örneğine ilişkin bir laboratuvar açmaktadır. Mimaroğlu hem yüzlerce Ermeni aydınının gözaltına alınıp işkenceden geçirilmesi ve sürgün yollarında katledilmelerinde hem de tehcirde merkezî roller almış bir isim.
Vurguyla söylemek isterim ki Kurt’un kitabı bir tarihsel dönemin aktif öznelerinden birisinin bireysel ve toplumsal varlığını ifşa etmesi bakımından değil sadece, bir biyografinin izlerinden yeni bir bilimsel anlama yolunu açması bakımından da özellikle önemli. Amerikan hukuki realizminin ve zaman içinde eleştirel ırk teorilerinin kıymetli hale getirdiği biyografinin siyaset ve hukuk üzerine nasıl kapsamlı bir bilimsel analiz imkânı vaat ettiğini göstermesi nedeniyle Türkiye için bundan sonra daha çok takip ve taklit edilmesi gereken eylemli bir disiplin alanı açıyor.
Çarpıcı Tezler
Kitabın giriş bölümü alçakgönüllü bir tezle başlıyor: “Kitabın amacı “medz yeğern”in (büyük felaket) bürokratik ve idari veçhesine odaklanmak … devasa bir kitlesel şiddet hadisesinin sadece fiziksel ve çıplak şiddet yönüne odaklanmak değil, bunun altyapısını, zeminini ve iklimini hazırlayan bir fail kategorisi olarak masabaşı bürokrat figürlerini ve bunların eylemlerini ortaya koymak bu kitabın temel meramı ve muradıdır.” Hemen arkasından kırımın bürokratı Mimaroğlu’nun biyografik süreci değerlendirildikten sonra nihayet kendi teorik hattını açıklıkla ortaya koyuyor Kurt: “Şiddet sadece yıkıcı değil kurucu bir etkinliktir.” Yani tarihsel bir olay olarak şiddet üzerinden “kurulu olan”ın izleri sürülmelidir. Şiddetin sadece bir “olay” değil, “düzleyici”, “düzenleyici” niteliğinin vurgulanması Türkiye’deki geleneksel teorik hattın oldukça dışında durmaktadır. Kitabın temel tezleri bu kadar da değil. Yine bir başka tez olarak şiddetin “merkezi bir organizasyonu aşan ve çoklu failler” alanı olarak anlaşılması da can alıcı bir vurgu. Ve nihayet Türkiye’nin “failler cumhuriyeti” olarak yeniden anlaşılması ve giderek bugünkü Ortadoğu’yu “sadece bir post-Ottoman değil bir post-genocide” olarak anlamayı önermesi de kitaptan teorik sonuçlar çıkarmamıza zemin sağlıyor. Nihayetinde bütün bu tezleri belirli ve somut bir tarihsel dönem, bir kırım ve bir bürokrat üzerinden geliştirmesi ise çalışmanın kendi gücünü daha da artırıyor.
Hukuku ve Siyaseti Anlamakta İki Yol
Kurt’un dışında durduğu hukuksal-kurumsal iktidar anlayışı Türkiye’de hem sağ hem de solda oldukça güçlü ve hakim. Çok basitleştirerek söylersek Türkiye’de şiddeti, katliam ve pogromları ve bunların devlet ve hukuk ile ilişkisini anlamanın biri çok güçlü ve neredeyse tüm siyasal tarafların hafızasını belirleyen, diğeri ise henüz pek zayıf iki asli yolunun olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi modernleşmeci, ilerlemeci tarih tezine dayanır. Burada katliam, pogrom ve soykırımlar birer “marazi olay” olarak görünürler. Buna karşılık siyasal ve hukuksal düzen bir rasyonel tatbikat alanı yarattıkça tüm bu “olay”lar devletin ve hukukun pratiklerinin birer nesnesi, zaman içinde çeşitli eksiklik ve yanlışlıklarla da olsa, hatta bazen yetememiş bile olsa toplumu bir arada tutan birer kurumsal işlev yaratılmış olmaktaydı. Merkezileşme araçları olarak yasallaşma, idarileşme ve kurumsallaşma toplumu da benzeşik bir organizmanın (yurttaş)bütünsel varlığına dönüştürmekteydi. Toplumsal geleneği ve güç ilişkileri uygun olmasa bile örneğin başka bir ülkeden yasa-anayasa almak (resepsiyon) toplumsal alanı dönüştürmenin, modernleştirmenin bir aracı idi. Asimilasyon, endoktrinasyon ve entegrasyon yoluyla bir yasa ve bir hukuk inşa edilerek toplum bir rasyonel makine haline getirilecek, toplumsal kirliliklerin evrensel akılla üstesinden gelinmiş olacaktı. Sosyalist solun bir ilerleme olarak “burjuva devrimi efsanesi” (Doğan Çetinkaya hocaya atıfla) de bu ilerlemeci yaklaşımı kutlayan başka bir kulvar açmıştır.
Lafı çok uzatmadan söyleyeyim: Kurt bu ana geleneği darmadağın eden bir yerden başlıyor ve Hamit Bozarslan’ın sunuş yazısı da bu yaklaşıma güç veriyor. Kurt “kurulu devleti” bir tarihsel şiddetin içinden anlamayı öneriyor. Bozarslan ise kitabı özel bir sunuşla besleyerek Türkiye’de henüz zayıf olan farklı bir hukuk-siyaset analizi imkânını ortaya koyuyor.
Şimdi Ümit Kurt’un kitabının teorik derinliklerine doğru yola çıkabiliriz kanaatindeyim. Bundan sonraki bölümde Kurt’un kitabının bizi sevk ettiği yeni sorular ve cevaplar üzerinde duracağım.
Yeni Teorik Hat
Kurt, yaptığı çalışma ile öncelikle Türk hukuk biliminin ana hattı olan “Türk devlet bilimi”nin en çarpıcı bağlantıları üzerine düşünmeye zorluyor. Türk devlet bilimi adlandırmasını birazdan açacağım. Ama Kurt’un kitabı Mimaroğlu’nun Türk devlet biliminin kurucu figürlerinden birisi olduğunu gösteriyor. Bu da bizim Mustafa Reşat Mimaroğlu, Esat Uras, Bilal Şimşir gibi bürokrat-aydın-yazarlar ile Türkiye kamusunun oldukça dar temellerde inşa ettiği demokrasi, hukuk, adalet, suç ve ceza söylemlerinin kökenlerine doğru inmemizi sağlıyor. Şu halde kitap bizi yukarıda adları sayılan isimler ile Türkiye’de anayasa ve kamu hukuku; başka deyişle yasa, kurumlar ve suç meseleleri üzerine çalışan kuşaklar arasındaki bağ üzerine yeniden düşünmeye zorluyor. Açık soru şu: Mimaroğlu gibi kitlesel bir kıyımın birinci dereceden failleri ve onların söylemleri ile Türkiye anayasa hukuku ve kamu düşüncesinin mimarları arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir? Cemil Bilsel, Vasfi Raşit Seviğ, Hüseyin Nail Kubalı, Sıddık Sami Onar gibi ilk kuşak, Bahri Savcı, İlhan Arsel, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bülent Nuri Esen gibi ikinci kuşak, Mümtaz Sosyal, Server Tanilli gibi üçüncü kuşak ve bugünkü “ulusalcı anayasa hukukçuluğu” kariyerlerini devam ettiren son kuşak kamu hukukçuları arasında nasıl bir bağ bulunabilir?
Soru biraz erken bulunabilir. Fakat bir bürokrat olarak Mimaroğlu’nun faillerinden birisi olduğu tarihsel bir kırımı hem suç ve ceza hem de kamusal bağlamda inşa etme biçimi ile Türkiye’nin ceza felsefesi ve kamusal geleneği arasında doğrudan ve birbirini besleyici bir bağ olduğunu fark etmek hiç zor değil. Nitekim Kurt’un kitabındaki ayrıntılar bize bu soruyu sormakta aslında oldukça geç kaldığımızı söylüyor. Kurt, “Kanun ve nizam dairesinde” hareket eden Mimaroğlu’nun yasa, meşruiyet gibi meselelerle beraber Ermeni halkının politik ve kamusal vasıflandırılmasına yönelik çok önemli ve kurucu söylemlerini ortaya koymuş. Şu halde yukarıdaki sorunun cevabı bize açık bir ödev veriyor: Cumhuriyet’in yasa, kurumlar, suç ve ceza söylemlerinin inşasında kırım faili Mimaroğlu’nun kırımı meşrulaştırıcı beyanları ve inşa ettiği söylemleri ile bütün bu kamu hukukçuluğu söylemleri arasında doğrudan ve mutlaka çözümlenmesi gereken bağlar var.
Bağın en somut halini basit olarak şöyle anlatayım: Mimaroğlu, Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimler ile Osmanlı-Türk merkezî devleti arasındaki ilişkinin kamusal temellerine dair olağanüstü önemde malzemeler sunuyor. Mimaroğlu’nun Ermeni kırımını meşrulaştırmasında iki önemli nokta var: Birincisi bir temsil ve adalet gündemi olarak Ermeni halkı sorununu politik bir mesele olmaktan çıkartıp askerî bir meseleye dönüştürmesi. İkincisi ise Ermenilerin yaşadığı kırımı bir “karşılık” ve bir “ceza”ya dönüştürmüş olması. Özellikle asayiş ve savaş gibi meseleler ile temsil, hukuk, adalet. gibi meselelere dair “ahali” sorununu özdeş sayan yaklaşım Mimaroğlu’nda açıkça görülüyor. Örneğin bazı Ermeni örgütlerinin silahlı eylemleri Ermeni halkı meselesinin askerîleştirilmesini de meşrulaştırmış oluyor Mimaroğlu’nun gözünde. Böylece Türk kamu hukuku gayrimüslim halk meselesine onu tamamen bir savaş gündemine dönüştürerek yaklaşmış oluyor. Bu yaklaşımın ortaya çıkardığı kamusal sonuç ise aşikâr: Bir halk olarak Ermeniler ile politik ilişki, eşit özneler arasındaki ilişki olmaktan çıkarılmış oluyor. İkincisi bizzat politika ve hukuku var eden müzakere ve çatışmalar bölücü bir etkinlik olarak algılanıyor. Ve üçüncüsü, Ermenilere somut bir hayat alanı tanımak yerine bir tebaa muamelesi yapılıyor, Osmanlıcılık adı altında farklı etnik grupların kamusal etkinliklerini dışlayan bir eğilime giriliyor. İttihatçıların Ermenilere verdikleri söz ve “ihsan”larına dayanan kibirli ve hiyerarşik bir politik dil İTC ve Cumhuriyet kamusunun ana dayanaklarını oluşturuyor.
Türk Devlet Biliminin Kodları
Kurt, Türk devlet biliminin temel kodlarını çözmüş görünüyor. Hem de ona hem somut bir saha hem de teorik bir çerçeve vererek çözümlediğini söylemek mümkün. 2009’da yayımlanan bir yazımda[1] Türkiye’de kamu hukukunun; yasa ve kurumlar üzerine üretilen ve söylem ve analizlerin iç içe geçtiği bir bilgi üretme biçimi olduğunu ve bunun da “Türk devlet bilimi” olarak çağrılması gerektiğini iddia etmiştim. Gerçekten de Cumhuriyet ile başlayan ve içeriksiz ve muhatapsız bir modernleşme iddiasının toparlandığı bir disipliner alan oluşmuş durumda Türkiye’de. Tıpkı “Alman genel devlet kuramı”, “Fransız kamu hukuku” veya “Anglosakson siyaset bilimi” gibi Türk devlet bilimi de kendine has kapasiteleri, özellikleri ve imkânları olan bir bilgi üretme tarzını içeriyor. Esas olarak normatif bir düşünce tarzı bu ve gerçeklikte yaşananların hiçbiri bu normatif söylemi rahatsız etmiyor: “Her şey kanun ve nizam dairesinde” cereyan ediyor Türk devlet biliminde. Gerçek ile normatif olan birlikte ve sadece normatif düzlemde kavramsallaştırılıyor. Böylece tanım gereği devlet ve kurumlar hiçbir biçimde suç işleyemez hale geliyor. Suç ve ceza zihniyeti de bunu takip ediyor. Yasaları (tabuları) yapan şey utanç olmaktan çıkıyor, gurur ve övünç esas yapıcı haline geliyor. Böylece birey ve toplumun ahlâki bütünlüğünü bozabilecek herhangi bir eylem kalmıyor bünyesinde. Saf bir iyilik ve doğruluk bütün bir söylemi kuşatıyor. Örneğin şiddet bir suç olmaktan çıkıyor ve suçlulara karşı bir “ceza” halini alıyor. Yüz binlerce insanın (burada Ermenilerin) yok edilişi bir “hak ediş”e dönüştürülüyor.
Tam da burada Ümit Kurt’un tezlerinin diğer iki önemli boyutuna değinmek yerinde olacak.
“Failler Cumhuriyeti” ve “Cinayet Endüstrisi”
Kurt’un Cumhuriyet’i “bir failler cumhuriyeti” olarak telakki etmesi şiddet ile hukuk arasındaki teorik bağın bir başka ifadesi olarak görülebilir. Mimaroğlu’nun soğukkanlı ve memurin dünyası ile şiddet ve cinayet arasında bu derece açık bir ifade karşısındaki şaşkınlık duyabiliriz. Fakat bu, şiddet fiili ile rejim arasındaki tarihsel bağın ne kadar köklü olduğunu anlayamamaktan veya bunu hukuka yakıştıramamaktan geliyor. Düzenli, huzurlu ve rutin memurin bir hayat nasıl olup da yüz binlerce insanın katledilmesine bağlanabilir? Bu durumda ya devleti bir canilik aygıtı olarak suçlayabiliriz -ki bu rahatlatıcı bir indirgeme olur- ya da burada sadece memur bir cani örgütün mensubu olarak görülür ve memuriyeti araç kıldığı düşünülür; biz de böylece hukuku ve devleti kötü şöhretten kurtarmış oluruz. Yahut bu tür memur ve bürokratları kendi çıkar ve hırslarını takip eden yerel lordlar olarak düşünmeye eğilimliyizdir, ki bu durumda da hem modern devlet hem de hukuk ve hak alanları mücadelesi dehşet verici bir olaylar yığınının dışına yerleştirilmiş olur. Ama her durumda geleneksel yaklaşımlar Mimaroğlu’nun huzurlu hayatı ve teknik bürokratik dünyası ile şiddet arasındaki saklı bağlantıyı, kurucu bağı göremez.
Oysa “failler cumhuriyeti” adlandırması oldukça güçlü ve derin bir Cumhuriyet analizini de beraberinde getirmektedir. Kuşkusuz burada bir “kurucu şiddet”ten bahsedilmektedir. Fakat “kurulu” olan ve onun yarattığı şiddet konusunda da imaları barındırdığı kanaatindeyim çalışmanın. Kurucu olanın önceliği kurulu olanın mekanizmasına dair imaları da barındırır. Nitekim kitabın alt başlığı da “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet Mekanizması” adını taşıyor…
Kurt’un kökenlerine dair önemli bir gündem açtığı “failler cumhuriyeti”nin geç dönem karşılıklarına dair yakın zamanlarda bir çalışmayı (O da Kızını Öptü ve Gitti: Türkiye’nin Cinayet Endüstrisi, Ayrıntı Yayınları, 2023) biz de yaptık. 1978 yılında yaşanan Doğan Öz cinayeti ve eşi Sezen Öz’ün adalet mücadelesi üzerine hazırladığımız kitapta Türkiye’nin kendine has bir “cinayet endüstrisi”ne sahip olduğunu ileri sürmüştük. Kastettiğimiz şey Türkiye’de cinayetlerin öğrenilmiş bir siyasi ve ekonomik terfi alanı haline gelmesi ve paramiliter istihdam alanının önemli araçlarından birisine dönüşmesiydi. Foucault’nun Pierre Riviere: Annemi, Kız Kardeşimi ve Erkek Kardeşimi Ben Öldürdüm kitabında vurgulandığı gibi, şiddetin (kralın kellesinin düşüşünün) rejimi değiştirdiğini gözlemleyen kuşakların şiddeti bir politik değişim aracı haline getirmesine benzer biçimde Türkiye’nin yoksul çocuklarının ekonomik ve siyasi terfi için aydınları katlederek paramiliterleşmeleri sürecini ele aldık çalışmamızda. Cinayetlerin endüstriyel bir hal aldığı gerçeğini Sabahattin Ali cinayetinden Ahmet Emin Yalman cinayet girişimine, Doğan Öz’den Hrant Dink’in katilleri ve faillerinin hikâyelerinde rahatlıkla görebiliriz.
Kurt işte bu Cumhuriyet geleneğinin “kurucu dönem”lerine dair kökenlerini ortaya sermiş oluyor. Ve bize “kurulu” olan konusunda can alıcı bir tecrübi geçmiş sunuyor…
Türk Suç ve Ceza Zihniyeti
Kurt kitabında Türk ceza hukukunun “ruhu”nu da ifşa etmiş görünmektedir. Çalışmada Mimaroğlu tarafından ortaya konulan ve Ermeni kırımına dönük gerekçelendirmeler göz önüne alındığında Osmanlı-Türk tipi suç ve ceza anlayışının köklerinin en azından şimdilik Mimaroğlu ve Esat Uras gibi bürokratların faaliyet ve söylemlerine kadar götürülebileceğini söyleyebiliriz.
Nitekim Mimaroğlu’nun Ermeni kırımı algılamasında bir “ceza felsefesi” de vardır. Onun yaklaşımında suç ve ceza anlayışı bir hiyerarşi üzerinden ortaya konulmaktadır. Örneğin mağdur (burada Ermeniler) kendi mağduriyetini failin incinen (Türklük) kibrinden dolayı ileri sürmeye hakkı olmayan bir “nankör”e dönüştürülmektedir. Osmanlı millet sisteminin bilinçdışı burada açığa çıkar, Ermeniler kendilerine tahsis edilen yere razı gelmeyerek “ayaklanırlar”. Suç derindir. Burada mağdur Ermeniler değil, Türkler halini almaktadır. Çünkü Türklerin “mağduriyeti” haksızca bir katliam iddiası olarak ortaya çıkmaktadır. Ermeniler adeta Osmanlı millet sistemi dönemlerinde kendisine yasaklanmış olan tüm eylemleri yapmış; atla şehre girmiş, kaldırımda yürümüş, Müslüman olandan daha yüksek bir bina yapmış, böylece Müslüman öznenin konumunu sarsmıştır. Ermeni “yerini bilmemiş” ve modern bir politik muhatap olmak istemiştir. Ermeniler kendilerine yapılanları “hak etmiş” olmaktadır böylece.
Türkler ise bu sürecin faili değil, bir mağduru olarak konumlandırılmaktadır: Türklerin haksızca yapılan ithamlarla hakkının yenildiği, Batı’da sesinin duyulmadığı yakınmaları üzerine kurulu bir mağduriyet söylemi bütün o kitlesel katliamları, pogromları ve kırımları haklılığı anlatılamamış bir ulusal dava haline getirmektedir. Mimaroğlu’nun inşa ettiği bu asayiş dili büyük oranda haddini bilmemiş bir halkın (burada Ermeni halkının) talihsiz hayallerinin haklı sonuçlarını vermektedir. İşte o sonuç bir “Türk suç ve ceza felsefesi”nin tüm koordinatlarını ortaya koymaktadır.
Mimaroğlu’nun Ayak İzleri Nereye Çıkar?
Şimdi makalenin başlığındaki soruya dönmemiz gerekiyor: Mimaroğlu’nun ayak izleri nereye çıkar?
Bir şiddet biçimi olarak pogromlardan başlayalım. Türkiye uzun yıllardır Dersim tertelesi, 6-7 Eylül 1955, 1978 Maraş ve 1993 Sivas pogromlarını konuşuyor ve tartışıyor. Bizim de “Maraş Katliamı” üzerinde uzun yıllar çalışarak bir kitap yayımladığımızı da hatırlatmış olayım.[2] Diğer katliam ve pogromlarda da çok benzeri görülmekle birlikte, Maraş Katliamı’nda Mimaroğlu’nun “ruhu”nun çağrıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kurt’un kitabını okuduktan sonra Ermenilerin yerine Alevi Kürtlerin yerleştirildiği özel bir hiyerarşi ve kibirle solun ayaklanması ve bastırılması üzerine oluşturulan söylemin adeta Mimaroğlu tarafından hazırlandığı duygusu oluştu bende. Onun ayak izlerini Maraş Katliamı’nda da takip etmek insana bir hüzün duygusu veriyor doğrusu…
Ve ikinci nokta: Türkiye’nin muhalif gruplarının son birkaç yıldır her siyasi/hukuki krizde sorulan rutinleşmiş soruları var: Anayasaya neden uyulmuyor? Yasalar çiğneniyor? Yargı neden görevini yapmıyor? Daha açıklıkla ve somut olarak sorulanlar da var: Can Atalay neden serbest bırakılmıyor, milletvekili seçildiği halde? Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala bütün o ihlal kararlarına rağmen neden serbest bırakılmıyorlar? Ve başka sorular: Alevi cemevinde katledilen Uğur Kurt’un katiline iki yıl altı ay ceza verilmesi adil mi? Sivas Katliamı’nın bazı sanıkları için zamanaşımı kararı verilmesi hukuki mi?
Tüm bunlara verilen, verilecek çok sayıda cevap var. Fakat sorulara verilecek konvansiyonel cevaplar, bizi bir asırlık bir verimsizliğin içine sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Doğru cevapları ise Kurt’un kitabından çıkarılacak derslerden ve verdiği ilhamlardan çıkaracağız…
Bize gelince, demokratik bir gelecek tasarlamak istiyorsak son iki asırdır sığ sularda yüzerek idare etmeye çalışan bir kamu anlayışı ve onun şiddet pratikleri ile daha ciddi biçimlerde yüzleşmemiz ve Kurt’un açtığı yolu yeni çalışmalarla zenginleştirmemiz gerekiyor.
[1] “Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri: Türk Devlet Biliminin Doğuşu ve Yükselişi”, Ömer Laçiner (ed.), Dönemler ve Zihniyetler: 9. Cilt, İletişim, İstanbul, 2009.
[2] Orhan Gazi Ertekin (der.), Maraş Katliamı: Vahşet, Direniş ve İşkence, Dipnot, Ankara, 2021.