Çocuklar, Taşlar, Silahlar

Gazeteci Nuri Akman’ın dolaşıma soktuğu bir videoyu izliyorum. Nusaybin’de bir sitenin apartmanları arasındaki alanda çocuklar kaçıyor. Bir el silah sesi duyuluyor. “Kaçma ulan!” diye bağıran, elindeki silahla alanda ilerleyen polisi görmeye başlıyoruz. Bu kez görüntüde olduğu yerde kalmış, ağlayan bir çocuk var. Polis bu çocuğu kolundan tutarak zorla zırhlı aracın yanına götürüyor. Site sakinleri polise sesleniyor. Bir kadın “Çocuğu korkutma!” diye bağırıyor, başka bir kadın “Abi tamam çocuktur çocuk!” diye bağırıyor. Çok iyi seçilmiyor ama “Vurma!”ya benzer bir sözcük de duyuluyor.

Her şeyden önce çocukların travmatize edilişini ve akabinde bir çocuğun “ibret olsun” diye fiziksel ve duygusal olarak istismara maruz bırakılışını izliyoruz. Kürt çocuklarının, Türkiye Cumhuriyeti devletinin polisleriyle nasıl karşılaştıklarını izliyoruz. Kürt çocuklarının, polisler karşısında can güvenliklerinin olmadığını izliyoruz. Ki bu, bilmediğimiz bir şey değildir. Çocuklara bırakılmamış bir dünyayı, çocukların haklarıyla yaşayamadığı bir dünyayı izliyoruz. Yıllardır olduğu gibi çocuklukta adalet bulamadığımızı, çocuklukta eşitlenemediğimizi, çocukluğun her zaman ve her yerde aynı gemileri olmadığını izliyoruz.

Daha sonra Nusaybin Kaymakamlığı bir açıklama yapıyor ve kısacık açıklama şöyle başlıyor:

24 Nisan 2020 Pazar günü ilimizde sokağa çıkma kısıtlamasının uygulanması sırasında, Nusaybin ilçemiz Fırat Mahallesinde devriye görevi ifa eden ekibimize bir grup tarafından taş atılmıştır. Ekip aracından inen görevli polis memuru taş atan grubu dağıtmak saikiyle havaya 1 el ateş ederek kalabalığı dağıtmak istemiş ancak uygun olmayan ve tasvip edilemeyecek bir şekilde çocukların bulunduğu ortamda havaya ateş açmıştır.

Devriye gezen ekibe hangi grup tarafından taş atıldığına dair bir detay verilmiyor, bir kanıt yok, iz yok, ses yok. Bahsedilen grubun yetişkinlerden değil, çocuklardan oluştuğunu düşünmemek elde değil. Çünkü görüntülerde çocuklardan oluşan bir grup görüyoruz. Ekip aracından inen polis memurunun çocuklardan oluşan bu grubu dağıtmak saikıyla havaya bir el ateş etmesinde de bir beis görülmüyor Nusaybin Kaymakamlığı tarafından. Çocuklar dağıldığı ve uzaklaştığı halde polis memurunun neden donakalan ve ağlayan bir çocuğu zırhlı aracın yanına kolundan çekiştirerek, zor kullanarak götürdüğüne dair de bir açıklama okuyamıyoruz. Çünkü buna dair bir açıklama yok. Polisin görevden alındığını söylüyorlar. Yeteceğini düşünüyorlar sanırım. Yetmiyor.

Aylar önce UNICEF Türkiye’den bir program sorumlusunun çocuk haklarından söz ederken “Biz çocukları sadece yaşatıyoruz,” dediğine şahit oldum. Cümledeki “biz”in Türkiye’ye ve bir temsiliyete karşılık geldiğini duyuyorum. Bu cümleye dair karmaşık hissediyorum. Türkiye’nin, devletin çocukları yaşattığını düşünmüyorum. Çocukları yaşatamıyoruz.

Biz İbrahim Aras’ı bir sokakta başı taşla ezilerek öldürülmüş vaziyette buluyoruz. Nihat Kazanhan’ı Cizre’de polis kurşunuyla öldürüldüğü için tanıyoruz. Nihat’ın arkadaşı Davut’a, Nihat’ın cenazesinde bir fotoğrafın önünde rastlıyoruz, sonrasında onun da polis kurşunuyla Cizre’de vurulduğunu öğreniyoruz. Silopili Muhammed ve Furkan kardeşlerin isimlerini biliyoruz çünkü evlerine giren panzer onları uykularında öldürüyor. Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan’ı dinliyoruz çünkü Rabia Naz adında bir çocuk Giresun’da, Eynesil’de öldürülüyor ve failleri belli olmasına rağmen hukuki süreç olması gerektiği gibi işlemiyor. Lice’de Yusuf Yıldırak’ın hayvan otlattığı sırada yerdeki cismin patlaması sonucu öldüğünün, Diyarbakır Barosu’nun bu olayın takipçisi olacağının haberini de alıyoruz. Ceylan Önkol’un da yine Lice’de, hayvan otlattığı sırada böyle bir patlamayla hayatını kaybettiğini hatırlıyoruz. Uğur Kaymaz Kızıltepe’de polisin açtığı yaylım ateş sırasında öldürülüyor. Emre Oğraş, liseli bir çocuk, büyük otellerden birinde staj yaptığı sırada öldürülüyor, dosyası sekiz yıldır faili meçhul olarak geçiyor. Babası mücadele ediyor. Eren Bülbül, bir çocuğun operasyona götürülmemesi gerektiğini hepimizin kabul edebileceği üzere, devletin memurları tarafından ölüme götürülüyor, çatışma sırasında öldürülüyor ve bu ihmalin sorumluluğunu devlet almıyor. Üstüne üstlük koca bir sahnede annesine bir anahtar uzatılıyor, bir evin anahtarıyla onurlandırılmak isteniyor. Berkin Elvan’ı da tanıyoruz bugün… Gezi direnişi sırasında başına polis tarafından gaz kapsülü atılarak öldürülen, annesi yuhalanan, terörist ilan edilen Berkin’i unutmuyoruz. Çocuğunun bilyelerini mezarına bırakan bir annenin, Gülsüm Elvan’ın, bilyeler ve karanfillerle yuhalatıldığı, hedef gösterildiği nasıl unutulur?

Türkiye her yıl 23 Nisan’ı kutluyor. Çocukların ebeveynleri, kolluk kuvvetleri, sokaktan geçen herhangi bir insan tarafından şiddete, istismara, işkenceye maruz bırakıldığı, öldürüldüğü memleketin çocuk bayramı nasıl kutlanır? Tüm korkunçluklara, hak ihlallerine ve Çocuk Haklarına Dair Sözleşme'yi imzalamasına rağmen hâlâ işlevsel ve çocuk merkezli bir çocuk koruma politikası geliştirememiş Türkiye'nin 23 Nisan'ı coşkuyla, sevinçle nasıl kutlanır? Öldürülen çocukların faillerini korumuş, korumaya devam etmiş Türkiye’nin çocuk bayramı, kutlanabilir mi?

Çocuklar taş atıyor. Çünkü her çocuğun sosyokültürel bağlamı var. Bu bağlama, bu bağlamda gelişime, eyleme, düşünceye, duyguya “yetişkin işleri”nin etkisi dahildir. Mesela Filistinli çocuklar İsrail askerlerine taş atıyor, büyüklerimiz alkışlıyorlar. Filistin’in direnen çocuklarından birine, Ahed Tamimi’ye Türkiye’de ödül veriliyor. Türkiye’deki “taş atan çocuklar” da Ahed’in duygusal, düşünsel ve eylemsel süreciyle oldukça benzer süreçler geçiriyor. Oldukça benzer tanıklıklar, maruz kalmalar ve öğrenmeler yaşıyorlar. Olan bitenden azade, zırhlı araçları göstermeyen sihirli gözlüklerle, sokağa çıkma yasaklarını bilmeden, yaşadıkları köylerde, şehirlerde insanların devlet tarafından öldürüldüğünü bilmeden, hak ihlallerine tanık olmayacakları sanal bir gerçeklikte yaşamıyor çocuklar. Zırhlı araçlar, silahlı ve üniformalı insanlar, kontrol noktaları, gaz bombaları, çatışmalar, patlamalar, gözaltılar, silah sesleri ve şiddet görüyorlar, bunların tanığı oluyorlar, bunlara maruz kalıyorlar. Her çocuğun istisnasız aynı şeyleri yaşadığını, aynı şeylere tanıklık ettiğini veya maruz bırakıldığını söylemek istemiyorum, bu gerçekçi olmaz elbette. Sadece bu bağlamın bazı emarelerini düşünmenin bile yeterli olabileceğini anlatmak istiyorum. Bir zehir bu, ulus-devletin zehri, ezenlerin zehri; işgalin, yok sayılmanın zehri.

Çocuklar halklardan azade değil. Çocuklar ulus-devletlerin gazabından azade değil. Çocuklar sınıflardan azade değil. Çocuklar, yetişkin-çocuk ilişkisinde “ezilenleri” temsil etmekten azade değiller. Çocuklar ezen-ezilen ilişkisinde etnisite, mezhep, dil ve sınıf bakımından ezilen konumda var olmaktan azade değiller. Çocuklar toplumsal reflekslerden, kolektif duygulardan-duygusal aktarımdan azade yaşamıyor ve yetişmiyorlar. Azade olmaları için koşullarımız yok, azade olabilecekleri bir düzenimiz yok. Sosyal, kültürel, politik -adına ne derseniz- bağlamı reddetmek, çocukların bir ekolojisi yokmuş gibi davranmak yerine gerçeği kabul etmek zorundayız. Kabul etmeden nasıl başkaya gideriz, umudu[1] nereye götürürüz, bilmiyorum.

Fikret Kızılok’la Bülent Ortaçgil’in Büyükler için Çocuk Şarkıları albümünde geçenle bitsin:

“İnanmayın çocuklar

Gerçeğin kendisi var

Lambaları açınca

Karanlığın nesi var

Varsa yoksa çocuklar

Gerçeğin kendisi var

Sevgiyi kardeşliği

Kıskanıyor cadılar”

 

[1] Benim için umut bir duygu değildir. Umudun duyguları vardır ve çokludur. Benim umudum edilgen değildir, artmaz ve azalmaz, onun duyguları vardır. Bu yazıyı yazarken umudum önceleri biraz öfkelenmiştir, şimdiyse biraz üzülmüştür.