Ali Babacan’ın Boğaçhan olarak Portresi

Kitab-ı Dede Korkut’un meşhur meselidir. Hikâye, Dirse Han’ın, Bayındır Han’ın kurduğu toyda, evladı olmadığı için Kara Çadır’a buyur edilmesiyle başlar. İtibarını kaybetmiştir Dirse Han. Obasına döner, sitemini hatununa söyler. Hatunu ona der ki, sen de bir toy kur, ahaliyi yedir içir, Allah’a dua edelim, belki dileğimiz olur o vakit. Dirse Han, Hatun’un sözünü dinler ve bir oğulları olur. Nehir yatağında akar, yani zaman geçer. Dirse Han’ın henüz ad konulmamış oğulcuğu, Bayındır Han’ın obasında yaşıtlarıyla oynar iken, o gün güreştirilecek anlı ve de şanlı bir boğa yanlışlıkla serbest kalır. Herkesler kaçışır. Oğulcuk ile boğa baş başa kalır. İki kez hamle ederler birbirlerine. Her ikisinde de adsız oğulcuk yumruğunu boğanın alnının çatına dayar. Üçüncüsünde fikir eder: “Bir dama direk vururlar, o dama dayanak olur. Ben bunun alnına niye dayanak olur dururum.” Boğanın alnından yumruğunu çeker ve boğa ayağının üstünde duramayıp tepesi üstüne düşer. Boğaçhan adını, yumruğunu değil, aklını kullandığı bu güreşten alır.

Zaman geçer, Boğaçhan büyür, babası Dirse Han’ın yanındaki kırk yiğidin haset dolu nazarını üstüne çeker. Kandırırlar Dirse Han’ı, derler ki bu oğlan seni öldürüp yerine geçmek ister. Dirse Han oğlunu alır, ava götürür ve kendi elleriyle canına kasteder. Son anda yetişen anasının ak sütü ve Hızır sayesinde iyileşir Boğaçhan. Oyunları bozulan kalbi kara kırk yiğit korkmuştur. Biz onu öldürmezsek o bizi öldürür, diye düşünüp Dirse Han’ı kaçırırlar. Anası Dirse Han için Boğaçhan’dan ricacı olur, hata etmiştir ama nihayet senin babandır. Boğaçhan, kalbi kara kırk yiğidi yenip babasını kurtarır. Dede Korkut gelir, boy boylar, soy soylar ve fani dünyanın kimseye kalmadığını hatırlatır Oğuz’un evlatlarına.

Siyaseti arketipler, ezelden beri anlatılagelen hikâyeler, efsaneler, menkıbeler, meseller üzerinden düşünmeyi seviyorum. Hem eğlenceli bir zihinsel egzersiz oluyor, hem de güncel haberlerin üzerimize her gün boca ettiği sonsuz sayıda, kimi doğru kimi yanlış, her halükarda eksik bilgi parçacıklarının yarattığı gürültüden bir an kurtulup hikâyeyi daha yakından görmeyi kolaylaştırıyor. Daha da güzeli, içinde bizim de yıkanmakta olduğumuz kuru çayda (akmayan zaman) başımıza gelenlerin müşterek duygu dünyamızda nereye denk düşebileceği konusunda ipuçları veriyor. Bütün mesele doğru hikâyeyi ve arketipi seçmekte. Elbette hiçbir arketip, hiçbir güncel hikâyeye cuk oturmuyor. Ama her hikâye başka hikâyelere kapı aralıyor.

Babacan’ı Boğaçhan olarak tasvir etmeye girişmekle bir hatayı baştan kabulleniyorum. Muhalefet ettiği kişi, yani Erdoğan, hiçbir zaman ‘baba’ arketipine denk düşmedi. O hep mahallenin öfkeli ağabeyi oldu. Uğradığı haksızlığı, misliyle yaptığı haksızlıklarla telafi eden; sesini yerli yersiz yükseltmekten çekinmeyen; ona aşağıdan, kayıtsız-şartsız bir sevgi ve şefkatle bakmayan hiçbir göze karşılık vermeyen; şüpheci, uzlaşmaz, değişken halet-i ruhiyesiyle tekinsiz bir ağabey. Bir babadan beklenen tutarlılığı asla beklemedik ondan, çünkü daha yola çıkarken “ben değiştim” demişti, sonra da hep değişti. Ama onun değişimi, kurumuş nehri yatağında ters akıtmaya kalkışmak gibiydi. Yetmezmiş gibi defalarca “kandırıldı.” Doğru yaptığı birkaç parça işten canı artık öyle istemediği için vazgeçtiğinde “yanılmışız” deyiverdi (örneğin İstanbul Sözleşmesi). Kandırılmasının, yanılmasının acısını mahalle sakinlerinden çıkardı. Herkesten azami saygıyı ve sevgiyi bekledi. Buna karşın yükseltilmiş platformlardan paketlerle çay fırlattı onu sayanların ve sevenlerin üzerine. Dertlerini anlatmaya çalışanlara, “ben bunları anlatacağınız makam değilim” dedi. Mutfaktaki yangından bahsedenlere, ana kuzularını gönderdiği savaşların finansal maliyetini hatırlattı. Erdoğan’ın, Dirse Han’a en çok yaklaştığı yer, etrafındaki kalbi kara kırk yiğidin kışkırtmalarına fazla açık olması belki de. Yok, sakın yanlış anlamayın, kendisi iyi çevresi kötü diyenlerden değilim. Dirse Han’ın hikâyesini anlatmaya değer kılan oğlunun hayatta kalma macerasının bir tamamlayıcısı; oğluna destek değil; kendi zihnine, gönlüne yerleşen kurnazlıkla malul kırk yiğidin cisimleşmiş iradesi olması. Erdoğan’ın hikâyesi de, güttüğü siyasetin babasının, Erbakan’ın, ona biçtiği gömleği çıkarmaya karar vermesiyle başlamıştı. Ama Erdoğan o gömleği atmış ya da satmış değildi. Başı sıkıştığında yine ona bürünmek istedi. Bu defa da gömlek bedene olmuyor, beden gömleğe sığmıyordu. Talihsizlik işte.

Mesele dönelim ve hikâyede Boğaçhan’ı büyüten dört ayrıntıyı sıralayalım. İlki, sırf doğmak suretiyle babasına itibar kazandıran bir oğul oluşu. İkincisi, ismini kimsenin yenişemediği bir boğayla güreşerek alması, dahası boğayı yumruğunun değil, aklının (yumuşak güç) gücüyle alt etmesi. Üçüncüsü, anasının şefkati ve Hızır’ın şifasıyla iyileşmesi (kut kazanması). Nihayet dördüncüsü, onun canına kastetmiş bile olsa babasını, anasının ricasını kırmayarak, kalbi kara kırk yiğidin düşürdüğü tuzaktan kurtarması. Boğaçhan boğaya karşı verdiği mücadeleyi, kalbi kara kırk yiğide karşı verdiği mücadelede tekrar eder. İsmini böyle sağlamlaştırır. Babasına itibar getiren oğul olmasıyla, anasının şefkatine ve Hızır’ın şifasına mazhar olması da hikâyenin birbirini tamamlayan öğeleridir.

Ama, fakat, lakin, gene ama, hep ama…

Şimdi hikâyeyi böyle yazdım diye “Babacan güzellemesi” yaptığımı düşünecek olanlara dönüp şunu söylememe izin verin. Tam şu anda, siyasi atmosferdeki ışık kırılmaları yüzünden bu şekilde akseden bir hikâyenin, başka ve hiç kimsenin arzu etmediği bir yöne evrilmesi her zaman mümkün. Çünkü Babacan tarih sahnesinde ilk defa görünmüyor, henüz önceki maceralarının muhasebesini de duymuş değiliz. Onları duymadan hikâyenin sonu hakkında kestirimde bulunamayız. Amacım Babacan’ın siyaset platformuna çıkışından herkes için parlak bir gelecek umudu devşirmek de değil. Sadece Babacan’ın şu son birkaç gün içinde verdiği pozlarla anlatmaya koyulduğu hikâyenin, bilhassa muhafazakâr hanelerde; mahallenin sağ yakasındaki evlerde nereye denk düştüğünü anlamaya çalışıyorum, o kadar. Siyaset sahnesine çıkıp, “meselelerinizi ben çözerim, bana güvenin” diyen birine daha bunu dediği anda, tam da bunu söylediği için güvenmemekten yanayım. Kaldı ki AKP’nin dokunduğu her şeyi betonlaştırarak enkaza dönüştüren uzun mu uzun 18 yıllık iktidarında 13 yıl bakanlık etmiş birine sorulacak yüzlerce sorumuz olduğunun da farkındayım. Kendi adıma o soruları sormaya TOKİ’nin icadıyla başlar, Gezi’den sonraki dönemde, üstelik başbakan yardımcılarından biri olarak orada bulunmayı, 2015’ten itibaren olup bitenleri derin bir sessizlikle izlemeyi nasıl kabullenebildiğini sorarak devam ederim. Eğer var ise, bütün o işler olmasın diye verdiği mücadeleyi dinlemek isterim. Öyle bir mücadele vermedi ise aklını başına getiren, onu yola koyulmaya ikna eden gelişmeleri de duymaya hazırım. Kolay ikna olan biri olduğum da pek söylenemez. Fakat bu yazı Babacan’ın bütün bu soruların cevaplarını duymakla çok da ilgilenmeyenlerle arasındaki ilişkinin nasıl kurulmaya başlandığı ile ilgili. Kabaca resmetmek gerekirse Babacan’ın mahallenin sol yakasındaki hanelere ne söylediği şimdilik kenarda dursun.

Öte yandan mahallenin sağ yakasındaki haneler de uyanık olmalı. Bir siyasetçiyi ona duyulan kayıtsız şartsız sevgi ve güven kadar hızlı çürüten başka bir şey olmadığını defalarca, üstelik giderek daha yıkıcı formlarda tekrar eden makûs talihimizden öğrenmenin vakti geldi de geçiyor. O yüzden Boğaçhan suretine bürünmüş bile olsa bir siyasetçiye karşı, yine Boğaçhan’ın, devirdiği boğayla arasındaki kol mesafesinde ve özellikle şimdi, yumruk sıkılı olarak durmak gerektiğini düşünüyorum. Yani hikâyeye katılmak, karışmak değil niyetim. Aksine her Boğaçhan’ın içinde bir Dirse Han yattığını, her Dirse Han’ın etrafında kalbi kara kırk yiğit bulunabileceğini akılda tutmak gerektiğini de hatırlatmak isterim.

"Sakın Kader Deme" bir ne?

Durup bu yazının başlıca konusu olan ve 140Journos ekibi tarafından yapılan “Sakın Kader Deme” adlı videonun, bir propaganda filmi olup olmadığı konusundaki tartışmayla ilgili minicik bir not düşeyim. Bana öyle düz bir propaganda filmi gibi gelmedi. 140Journos’un başka işlerini de izledim. O işlerdeki görsel/işitsel dille bu video arasında öyle aman aman bir fark yok. Enteresan olan şu: 140Journos’un ele aldığı konuları, derdini anlatmak için kurduğu görsel/işitsel dille, Babacan’ın kendini, derdini anlatma tarzı arasında bir tür çakışma var. Bu iki tarz birbirleriyle rahat diyalog kuruyorlar, ki bunun Babacan’ın talihi, 140Journos’un talihsizliği olduğunu düşünüyorum. Doğrusu 140Journos’un nasıl ve neden kurulduğu konusunda biraz fikrim var ve bu işi yeni kurulan bir partiye propaganda katkısı olsun diye yaptıklarını düşünmek istemem.

Şimdilik, Babacan’ın dili ile 140Journos —Erdoğan’ın gözünden bakarsak yeni nesil “youtube’larda” yapılan habercilik— arasındaki bu işitsel ve görsel çakışmayı bir veri olarak görmekle yetineceğim. Öte yandan videoda, içeriği oluşturan ekibin sorularını duymuyoruz. Hızla akan bir kurguda o sorular ve nasıl soruldukları anlatıma dahil değil. Ancak hem Ali Babacan’ın hem Mustafa Yeneroğlu’nun ifadeleri, bütün o anlatımın sorularla yönlendirildiğini ortaya koyuyor. Mesela Babacan’a, AKP’nin iyi-kötü faaliyetlerinde ne kadar payı olduğunun defaatle sorulduğu anlaşılıyor. “Bütün bunlar başımıza gelirken sen ne yapıyordun?” minvalinde sitemli, sorgulayıcı ifadeler sokaktaki kadın ve erkekler aracılığıyla da iletiliyor.

Bu filmin propaganda materyali gibi algılanmasının bir diğer sebebi de güncel politikacı kalıbına uymayan bir parti başkanını merkeze alması. Belli ki, 140Journos ekibi bu fenomenden kaçmanın bir yolunu bulamamış. Bize duymak istediklerimizin bir kısmını söyleyen birine ve onun bunları söylemesine olanak veren mikrofon ve kameraya, hele bunların birlikte işlemesine bir zamandır alışık değiliz. Babacan’ın AKP geçmişini unutmaya da hazır değiliz. 140Journos ekibinin işini de bu unutuşu teşvik ettiğini düşünerek izliyor ve bundan rahatsızlık duyuyoruz. Haklıyız.

Onaylayan bendim!”

Video ortamlara ilk düştüğünde izleyen bir-iki arkadaşım “reklam filmi” deyip eleştirdiği, benim de o ara yetiştirmem gereken işler olduğu için dönüp bakmadım bile. İzleme motivasyonunu ise Erdoğan’ın partisinin il başkanlarıyla yaptığı online toplantı esnasında ağzından dökülüveren bir eleştiriyle edinmiş oldum. NTV’nin özetlediği o toplantı haberindeki hikmetli iki sözden ilkinde, Kılıçdaroğlu’nun ekonomik kriz uyarısını ve 16 maddeden oluşan önerilerini topun ağzına koyuyor ve diyordu ki: “Bunların hesabına göre salgın ülkemizi kasıp kavuracak, ekonomi yerle yeksan olacak, millet isyan edecekti. Böylece hükümet yıkılacak, meydan da kendilerine kalacaktı. Krizi fırsata çevirme heyecanı bir kez daha tüm benliklerini kaplamıştı.”

“Krizi fırsata çevirmek” gibi bizzat kendisinden öğrendiğimiz, onun zor durumlarda yararlanacak bir şeyler bulup çıkarma beceresini özetleyen bir sloganı, CHP’ye, üstelik eleştiri olarak yöneltmesi doğrusu fevkaladenin fevkinde şaşırtıcı idi.

Seyrettiğim NTV haberinde bu sözleri Ali Babacan’ı hedef alan şu cümleler izliyordu: “Siyasetin temelinde millete karşı dürüst olma vardır. Şimdi farklı bir şekilde saldırı içindeler. Ya sen bakansın, atılan bir adımda başbakanın onayı olmadan, sen o adımı atabilir misin? Şimdi nasıl oluyor da sanki o işleri kalkıp ben, ben, ben… Ne ben’i ya, youtubelarda topladığınız belli adımlarla netice almanız mümkün değil.”

Erdoğan kendisinden “işi onay vermek olan bir otorite” olarak bahsediyordu burada (izin veren baba/abi). Yani o adımları planlayan ve (onun, dönemin başbakanı olarak verdiği onayla) atanlar, şimdi artık muhalefette olan ve oradan “ben, ben, ben” diyen bakanlardı. Erdoğan’ın o “güzel” günlerde yaptığı başlıca iş ise onlara onay vermekten ibaretti, öyle mi? Şimdi vaziyet pek öyle işlemiyor malumaliniz. Artık bütün kararların adresi o.

Arka arkaya, belli ki öfkeyle yapılmış iki büyücek gafı görünce, “Allah Allah ne var ki o kadar sinirlenecek?” diye merak edip seyrettim videoyu. Ayrıca Babacan’ın “ben, ben, ben” deme üslubunu da görmek istemiş idim.

Normal biri olarak Babacan

Video Babacan’ın etrafını saran gençlerle göz kontağı kurarak dinleyip not aldığı bir sohbetle başlıyordu. Babacan ilgiyle dinliyor, not alıyor, sürekli konuşmuyor, dinlediği insanların yüzlerine bakıyor, sonunda onlardan dinlediklerini toparlayan cümleler kuruyordu.

Gösterişli olmayan bir hayat tarzının içinden konuşuyordu. Bu ülkede defalarca siyasi kriz çıkarmış “el sıkışmama” halini bir kez de o, bu defa korona vesilesiyle tecrübe ediyor ama durumu nezaketle yoluna koyuyordu.

Sokakta kendisine yönelik eleştiriler duymaya alışık gibi görünüyordu. Bu eleştirilerle karşılaştığında bıkkınlık göstermiyor, savunmaya geçmiyor, hafif bir mahcubiyet taşıdığını da gizlemiyordu. Özellikle pazardaki sahnenin önceden planlanmış gibi bir hali yoktu. Taksi durağına ziyaretten önce haber verilmiş olabilir ama kimseye bir replik söyletildiğini sanmıyorum.

Parti binasının dekorasyonuna karışacak kadar detaycı birini görüyorduk bir yandan. Ama parti adı tartışılırken (o da kurguymuş gibi durmuyor) uzun süren münakaşalardan yorulmuş, karar vermek için acele eden, ancak bunu çaktırmamaya çalışan birini izliyorduk.

“Ben, ben, ben” dediği yere gelince… Erdoğan’ın neden sinirlendiğini tahmin etmek zor değil. İki şeyi kendi hanesine yazıyor hikâyenin orasında Babacan: AB ile müzakereleri ve ekonomideki, özellikle 2008 krizinden çıkış sürecindeki olumlu gidişatı. Brüksel’i evi gibi gördüğünü söylüyor büyük bir doğallıkla, orada “bizim” de bir “payımız” olduğunu hatırlatıyor. Mucize değil, işlerin normal akışıdır Türkiye’yi AB’ye götüren, diyor bir bakıma. O işin yürümemesiyle ilgili olarak da adını bile anmak istemediği Fransız Cumhurbaşkanı’ndan söz ediyor. Chirac’tan, 2005’te Merkel’le aşağı yukarı aynı günlerde ettikleri, “Türkiye ve tam üyelik mi, abartmayalım arkadaşlar” minvalindeki açıklamalarını hatırlatıyor detaya girmeden. Yani AB’den yüz çevirmek, Erdoğan’ın önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı olarak verdiği iradi bir karar değildi, öyle mi? Ondan beri suların akmadığı bir kuru çayda sürükleniyor muyuz? Peki niye kimse engel olmuyor buna?

İşler ekonomiye geldiğinde durum daha bile ciddi. 2008 kriziyle ilgili belli ki sorulmuş bir soruya, Erdoğan’ın o dönem ileri sürdüğü “teğet geçme” tezini değilleyen bir cevap veriyor Babacan. Krizin delip de geçtiğini, ama yüzde 9’luk bir büyümeyi yakalamayı da becerdiklerini söylüyor. “Ben” demiyor ama o dönem yaşadığı zorluğu hatırladığı mimiklerinden anlaşılıyor. Yani evet “o”.

Kriz teğet geçmemiş meğer

Kötüye gidişin miladı olarak da 2009’u gördüğü ortada. Kriz koşullarında öyle bir büyümenin dünyanın da ilgisini çektiğinden ve Erdoğan’ın bu başarıyı yanlış okuduğundan bahsediyor. “Bizi o başarı batırdı” demeye getiriyor. “Ekonomi yönetimine yanlış insanlar girdi, irite edici bir sürü gelişme oldu,” diyor. AKP’den ve siyasetten ayrılma düşüncesinin aklına ilk kez o günlerde düştüğünü de söylüyor.

Derken Gezi’ye atıfta bulunuyor. 2009’dan sonraki ikinci dönüm noktası: “Gezi’den sonra daha otoriterleşen bir Türkiye başladı.” Ardından Erdoğan’ın cumhurbaşkanı, Abdullah Gül’ün parti başkanı olduğu bir dönemin gelmesini umduğunu kaydediyor. Fakat olmamış. Gene de devam etmiş bakanlığa. “2015’te nihayet kurtuldum,” diyor.

“Madem öyle niye kaldın orada?” sorusuna bir kez daha cevap veriyor: “Hâlâ ümit var diye ikna oldum.” O kadar şeyden sonra niye şimdi parti kurup siyasete atıldığı sorusuna verdiği cevabın başlangıç noktası da burası. Belli ki o zaman biten ümit, şimdi yeniden yeşermiş. Bunu demek yerine, sorumluluk almaktan söz ediyor. 2019 için “özgürlük yılım” diyor. AKP’den istifa ettiği ve parti kurmak için yola çıktığı yıl. Hikâyenin bütün açıkları o arada. Tekrar edelim, neye, nasıl tutundu Babacan, neye rağmen, ne için AKP’deydi onca zaman? Neyi göze alarak ya da umarak, nasıl yola çıktı, sonra ne oldu? Bilmiyoruz.

ODTÜ’de neler oluyor?

Videonun en kilit yeri ODTÜ sahnesi. Nasıl okumak lazım? Mahallenin sol yakasına çaktığı bir selam ya da verdiği bir taviz mi? Bu fazla direkt olur, bence ODTÜ sahnesinin mevzuu o değil. Mahallenin sol yakasından aldığı oy Babacan’ın işine yaramaz. Hatta ittifak edebileceği partileri, dolayısıyla kendi elini zayıflatır. Final denilebilecek bu sahnenin orada çekilmesi yolundaki kararı bizzat Babacan’ın ya da ekibinin verdiği çok açık. İnce düşünülmüş bir ayrıntı, zorlamaya gelir gibi de değil. En az beş kez izlediğim o sahnede, ODTÜ’de gayet kendinden emin ve rahat, hiçbir endişe ya da eziklik duymadan dolaşabilen, kendini oradaki toplumsallığın, kampusün doğal bir üyesi olarak görebilen biri var. ODTÜ’yle, hatta DEVRİM stadyumuyla arasında şu ya da bu şekilde aidiyet (ait olmayı arzu edip de olamamak ya da zor ve de şerle kurulmuş, pişmanlıklarla dolu bir aidiyet ilişkisini kırmak şeklinde) krizi olmayan biri. Orada da yanına gelen ve kendisiyle hemfikir olmayan gençlerle tartışıyor. O da ne: ”Özgürlükler iyi ama düzenleyici güçlü bir devlete de ihtiyaç var,” diyor. Bu mahallenin sol yakasını tavlamak için edilmiş bir söz değil. Mahallenin sağından yükselebilecek bir iddia. Vazgeçmiş değil; değiştim, demiyor. Ben burada, olduğum halimle rahatım, diyor. Kimseyi ikna etmek için özel bir çaba sarf etmiyor. Dananın kuyruğunun koptuğu yer de burası. Erdoğan ne kadar öfkelense az.

Çünkü mevzuyu burasından ne kendisi, ne çocukları ve damatları, ne şu anda ekibinde olan herhangi biri tutabilir. Burası meselenin özüyle ilgili. Ama konumuz diploma değil. Burayı tutmak için diploma gerek şart da değil, yeter şart da. Burası kimliğine ya da geçmişe dayanmadan, yaptığı işin doğruluğundan ve ikna ediciliğinden emin birinin, abartılı olmayan bir özgüvenle kendi şimdiki zamanında gezindiği yer. Büyük umutlar vaat etmiyor, mevcut durumun bu şekilde idare edilemeyeceğini söylüyor. Ne yapacağını da anlatmıyor. Sadece kim olduğunu ortaya koyuyor. Fakat kim olduğunu bir kimliğe dayandırarak tarif etmiyor. Gayet yalın.

Eksiltilmiş parçalar

Yalınlığın sebebine gelince… Şimdi artık filmdeki eksikliklerden söz ediyoruz. Neredeyse hiç sembol yok. Babacan’ın eşi Ülkü Zeynep Hanım’ı filmin sonlarında bir yerde görüyoruz. Başörtüsüne özel bir vurgu yok. Parti çalışmalarına katılan kadınlar üzerinden de yapılmıyor böyle bir vurgu. Ama kimsenin bir şeyi sakladığı da yok. Peki bu niye önemli? Çünkü başörtüsünün artık bir mağduriyetin ya da zaferin sembolü olmadığı, her an kaybedilebilecek kırılgan bir mücevher muamelesi görmediği bir şeye dönüşmesinin vakti geldi. Ancak bu olursa başörtülülerin başörtüsüzlerle eşit olduğu, tekrar edeyim onlardan bir eksiklerinin ya da fazlarının olmadığı bir normalleşme mümkün. Başörtülü kadınların şu ya da bu hareketleri dolayısıyla hem kendi mahallelerinden hem öteki mahalleden azar işitmedikleri, nerede, kiminle, ne yapacaklarına dair her ağızdan bir sesin çıkmadığı bir kafa dinginliğine ihtiyaçları var. Bir yere başörtüsü yüzünden giremediklerini ya da bulundukları mevkiye başörtüsü sayesinde yerleştirilmediklerini ispatlamak için uğraş vermek zorunda kalmadıkları bir iç huzuruna…

Yeneroğlu ile de konuşuluyor kısaca filmde. Söyledikleri aklımda kalmadı, not tutmadım, çünkü odağım Babacan’dı. Ama Yeneroğlu’nun masasının üstünde, İbrahim Kaboğlu imzalı bir rapor vardı, başlık: “Yasama hakkı devredilemez”. Siyasi diyalog için bir başlangıç. Yalnız Kaboğlu’nun dahil olduğu partiyle değil, herkesle kurulabilecek bir diyalog için iyi bir zemin. Kime devredilemez yasama hakkı? Kime bile devredilemez?

Şimdi yani ne yapmış oldu bu filmdeki pozuyla Babacan?

Siyasette yeni bir kulvar açtı. Erdoğan’ın yarışamayacağı bir kulvar. Sakin. Ne coşkulu ve hamasi, ne paniklemiş ve korkulu. Bağırıp çağırmıyor, yüksek perdeden konuşmuyor. Hesap vermeye çok yanaşmadığı ortada, belli ki erteliyor. Üstelik hesap da sormuyor. Yoksa burası mı Dirse Han’ı kurtaracağı yer Boğaçhan’ın? Umarım değildir.

Her eve lazım

Babacan’ın bu filmde sergilediği portre bir zamanlar Beyazıt Öztürk için yapılan bir benzetmeyi hatırlatmıyor değil. Hani şu annelerin ideal damat olarak görmesi durumu. Babacan, mahallenin sağ yakasındaki her evin gururla çıkartmak isteyeceği türden bir oğul, hanenin talihi olarak göreceği türden bir damat. “Erdoğan sevgisi”nin coşkun halleri yüzünden mahallenin öte yakasında arz-ı endam etmek istemeyen, oradaki çocuklarla oyun oynamaktan çekinen çocukların ağabeyi. Kendini kalbi kara kırk yiğide ezdirmemiş Boğaçhan. Boğanın alnından elini çekip onu kendi gücünün şiddetiyle yere yuvarlamış akıl sahibi. Bir zaman kazandığı adı koruyup yüceltmeye karar vermiş bir genç adam (biliyorum 53 yaşında olduğunu ama hitap ettiği yaş grubuyla eşitlenmeye teşne). Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan TED’e, oradan ODTÜ’ye, sonra ABD’de bir üniversiteye gitmiş; dönüp siyasete atılmış, bu aşamaların hiçbiri yüzünden dertlenmeyen, kendi öyküsüyle barışık biri…

Erdoğan, kendisinden de ihtiyar olan Bahçeli’yi dinleyip siyasi partiler yasasında, Babacan’ı Davutoğlu ile birlikte muhtemel bir erken seçime sokmamaya ayarlı bir değişiklik yaparsa, kendisinin şu anda merkezinde olduğu mahallenin yalnız gençlerini değil, ihtiyarlıkları o gençlerin geleceğine ayarlı ana-babalarını da gücendirecek. Bu fena. Böyle bir değişikliği yapmazsa ana-babaları elinde tutabilir belki ama gençleri her şekilde kaybedeceği belli. Çünkü o gençlerin Erdoğan gibi değil, Babacan gibi olmaya ihtiyaçları var. Çünkü Erdoğan başka hiç kimsenin onun gibi olamayacağı fikri üzerine kurdu bütün siyasi kariyerini. Oysa Babacan kendisi gibi olunabilecek biri olarak resmediyor kendisini. Sıradan değil ama normal, olağan biri. Halktan biri değil ama halkın yetiştirebileceği, yetiştirmek isteyebileceği biri. Sırası gelen o.

Özellikle kadınların ağırlık kazandığı sahnelere baktığımda, sanırım iki yıl kadar önce Erdoğan’ın Hak-İş’li kadınlara bir 8 Mart günü yaptığı konuşma geldi. Dinde güncelleme yapmak gerektiğinden bahsetmişti. O konuşmayı kadınlara yapmasının bir manası vardı. Bunaldı kadınlar Erdoğan muhafazakârlaştıkça daralan evlerinde. Genç kızlar onun dindarlığa verdiği prime paralel olarak yükselen “İslâm’ın kızı” haykırışlarına maruz kalmamak için kaçacak delik arıyorlar. İstanbul Sözleşmesi üzerinden tartışılan onların da yaşam hakları. El insaf! Erkekler de farklı halde değiller doğrusu. Görebildiğim kadarıyla okul bitirmek, iş bulmak, bulduğu işe tutunmak gibi gayet hayati ve dünyevi dertlerle uğraşmak zorunda kalan pek çok AKP’li genç erkeğin, bir de hacıların hocaların onlara biçtiği davranış kalıplarının ne kadarıyla uzlaşabilecekleri gerilimine ihtiyaçları yok. Buradan kaçıp sığınabilecekleri, onları anlayabilecek birine akıllarının ve gönüllerinin akması çok doğal. AKP döneminde orta sınıflaşmış, çoluğa çocuğa karışmış, bugün 50’lerinde olan ana-babalarla, onların çocuklarından söz ediyorum. Orta sınıfı da abartmanın çok lüzumu yok. Alım gücünün yoksulluk sınırının biraz üzerinde olduğu, en az bir çocuğun okutulduğu hanelerden bahsediyorum. Tam tarifine uygun bir orta sınıf Türkiye’de artık yok. Erdoğan sekülerlere günlerini göstermek, onların mahallelerine kendi taifesini yerleştirmek için yok etti o orta sınıfı. O mahallelere yeni yerleşenlerin başları da kredi borçlarıyla ve her an bir açıklarını arayan kendi benzerleriyle dertte.

Babacan mı, Davutoğlu mu?

Peki sözünü ettiğim ailelerin çocukları niye Babacan’a gitsinler? Mesela Davutoğlu niye cazibe merkezi olmasın? Davutoğlu’nun önerdiği siyasetin Erdoğan’ınkinden farkı yok da o yüzden. Davutoğlu’na Davutoğlu gibi olanlar gidecek, yani partiyi siyasi söylemle uyuşamadıkları için değil, kişisel kırgınlıkları yüzünden terk edenler. Ama Babacan’a yöneleceklerin ortak mevzusu kırgınlıklar ve mağduriyetler değil, başarı arayışı olacak. Müphem fetih düşleri kurmak yerine kendi şimdiki zamanlarını kurtarmak isteyenler buluşacak onun etrafında. Evde kocaman bir yangın olmasa, söndürmek kimsenin aklına gelmezdi. Ama kurulan fetih düşleri yüzünden çıktı o yangın ve bunun en iyi bilenler de hayatları üzerinden fetih planları yapılan çocuklar.

Erdoğan Davutoğlu’na bir çare bulabilir ama Babacan’ın surda açtığı mukaddes yarayı sarabilecek malzemeye sahip değil. Hiç olmadı. En zayıf noktası ise, gücü kendi elinde merkezileştirmesi. Çünkü artık onun sorumluluğu altında olmayan tek bir mesele bile yok ortada. O yüzden iyiye giden işlerden olduğu gibi, kötüye giden işlerden de bir tek o sorumlu. Çevresindeki insanların onun sevgisi için birbirleriyle yarışırken birbirlerine saydırdıkları onca kötü sözün de pek yardımcı olduğu söylenemez. Ne yani, mahallenin sağ yakasındaki çocuklar ilanihaye o haşin, öfke dolu, şedit kelimelere mi mahkûm olacaklar? Orta sınıfa tutunmaya çalışan, bu başarıyı nezih davranış kodlarıyla terbiye ettikleri evlatları üzerinden de sergilemek isteyen mütedeyyin aileler, çocuklarının küfretmeyi kimden öğrendiklerinin gayet farkındalar. Yeşil toplu trol hesapların, evde en sevilen siyasetçinin takdirine mazhar olmak için, muhalefet saflarında gözlerine kestirdikleri herkese etmedikleri küfür, savurmadıkları tehdit kalmıyor sabahtan akşama kadar. Kim ister bunu? Kim sürdürebilir? Kaç anne ya da baba, “Allah evlatlarımın ömründen alsın sana versin” aşırılığını yakıştırabilir kendine? Kim bunu derken duyulmak, görülmek ister?

Babacan, mahallenin sağ yakasına “başka bir hayat mümkün, bakınız ben yaşıyorum” diyor. Yok vallahi, benim ya da mahallenin sol yakasının oylarına talip gibi görünmüyor. Doğrusu sol yakadaki oyların sol yakada kalmasına oynuyor sanki. Çünkü o oylar, onun işine yaramaz. Eğer partisini sol yakanın çocuklarıyla doldurursa, sağ yakanın çocuklarına bir çıkış yolu sunamaz. Sol yakadan ona gidecek kadar oyla da iktidara falan oynayamaz.

Erdoğan, Babacan’ı durduracağım diye siyasete kendisini merkeze alan yeni bir ayar vermeye çalışırsa, kalbi kara kırk yiğidin oyununa gelmiş olacak bir kez daha. Gençlerin önündeki imkânları kendi iktidarı için yok etmiş olacak. Mesele büyük, hem öyle böyle değil. Malum, ağabeylerle kardeşler, babalarla oğullar bir yarışa girdiklerinde kural, yarışı küçük olanın kazanmasıdır. Çünkü oğulların ya da küçük kardeşlerin kaybettikleri bir yarışın kazananı olmaz.