Son aylarda siyaset arenası AKP’den kopan yeni partilerin çıkışları ile yeniden hareketlendi. Ana akım medyanın dışında özellikle sosyal medyada hızla yayılan ve hayli dikkat çeken bu eleştiriler, takipçiler tarafından ilgiyle izlenirken akıllara hep aynı soru takılmakta: “Mevcut hükümete yönelik eleştiriler güzel de, daha yakın zamana kadar siz bu yönetim anlayışının bir parçası değil miydiniz?” Eleştiriden önce bir özeleştiri gerekmez mi? Ya da muhalefetten önce muhasebe.
En sıradan takipçiden en entelektüel yorumcuya kadar herkesin bu yeni hareketlere eleştirel bir mesafe ile yaklaşmasının temelinde yatan soru bu. Mevcut koşullarda araştırmacı ve eleştirel gazeteciliğin kıymetli örnekleri olan iki yazarın, benzer görüşlerini örnek olarak vermek bu ortak kanıyı gösterebilir. Usta gazeteciler Çiğdem Toker ve Murat Yetkin, AKP’den ayrılarak kurulan yeni siyasi oluşumlar için öncelikle yoğun, kapsamlı bir özeleştiri talep ediyorlar. Murat Yetkin 26 Mayıs’ta Yetkinreport blogunda yayımladığı yazıda şöyle diyor:
Şimdi Davutoğlu Gelecek Partisi’nin, Babacan ise Deva Partisi’nin genel başkanları olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek hâkim olduğu AK Parti’ye sert eleştirilerde bulunuyorlar. Haklarıdır. Ama görülüyor ki, eleştiri yetmiyor, özeleştiri de gerekiyor.
Çiğdem Toker 27 Mayıs’ta Sözcü gazetesindeki yazısında şöyle diyor:
Kimler, nerelerden, nasıl nemalanmak istiyor, hangi kamu ihalelerine göz dikildi, ne çıkarlar sağlandı… Babacan özeleştiri yapmadıkça bu eleştirilerden kaçamayacak. (Davutoğlu’nun özeleştiri eksiği ise hak ihlallerinden ayrı düşünülemeyecek başka bir yazının konusu.)
Bu meyandaki görüşler, sadece Toker ve Yetkin’in değil, hemen hemen herkesin ortak olarak paylaştığı kaygılardır. Sağ ve sol siyasal geleneklerin kopma, ayrışma, bölünme tarzlarının birbirinden oldukça farklı şekillerde cereyan ettiğini göz ardı etmeleri başka bir yazının konusu. Biz burada bizatihi özeleştiri talebi üzerinde duralım. Ortak-duyusallaşmış bu okumaya göre AKP’den ayrılarak yeni bir hareket oluşturmayı vaat eden bu siyasetçiler zaten mevcut rejimin bir ölçüde mimarları. Kendilerini bugün AKP’nin yanlış politikalarının yılmaz eleştirmeni olarak sunan kişiler çok yakın zamana kadar bu yönetimin sadık birer üyeleri ve hatta bu yönetime yön veren kişilerdi. Ortada yanlış giden bir şeyler varsa bunda muhakkak ki onların da payı vardı ve bu kötü tablonun oluşmasında onların da payı olduğunu düşünerek eleştirel bir şüphe ile yaklaşmaktan daha mantıklı ve doğal bir şey yok. Öyleyse, eleştiri yapan kişilerden önce özeleştiri beklemek çok doğal, anlaşılır bir beklenti. Ancak belki de eleştirel düşünce tam da bu “çok makul”, “çok doğal” görünen yerde başlar. Bu nedenle özeleştiri beklentisinin bilinçdışı kökenleri üzerine düşünmek zihin açıcı olabilir.
Bu yazının amacı ne yeni partileri savunmak ne de Toker ve Yetkin’in haksız olduğunu iddia etmektir. Ya da özeleştiriyi tamamen gereksiz görmek ve iktidar karşısında bütünleşik bir blok kurmak için siyasi bir hesapla geçmişi unutmaya davet etmek de değildir. Bu metnin politik içerimlerinden daha önemli konu ülkedeki eleştiri kültürüdür. En makul kişilerin bile, eleştirel olayım derken esasında dindarane-dogmatik bir bilinçdışı talebin tuzağına düşebilme ihtimallerine karşı naçizane bir uyarıda bulunmaktır.
Özeleştirini ver! Popüler kültür ürünlerinde parodisinin de yapıldığı bu buyruk, yeni imkânlar doğuran, yaratıcı bir siyasetin (potentia) ilerici bir pratiği midir, yoksa beliren imkânları aynılığa döndürmeye, günahlarına ağlamaya ve melankolik kendini suçlamaya davet eden dinî bir dürtünün gerici bir talebi midir? Sağlıklı bir yenilenme çağrısı mıdır veyahut politik ruhbanlığın bir çeşit diz çöktürme ayini midir? Özeleştiri talebi ile beklenen, kamuoyu karşısında Golgota’ya çıkan İsa gibi çilesini çekerek arınma ve kutsal ruha dönüşmeyi izleme isteği mi, yoksa tüm geçmiş cürümleri ve günahlarını da sırtlanarak yaşama evet demek için gerekli bir talep midir? Özeleştiri dindar bir tövbekârlık ve teslimiyete mi sevk eder, yoksa seküler bir aydınlanma ve kendini yaratmaya zemin mi hazırlar? Bu sorular ekseninde düşünmek özeleştiri talebi ile eleştirel bir ilişki kurmak için zemin hazırlayabilir.
1781 yılında Kant Saf Aklın Eleştirisi kitabını yazdığında “çağımız bir eleştiri çağıdır” diye ilan etmişti. Ardından “eleştiri”nin muhteşem bir tarihi oluştu. Hegel’in Kant eleştirisi, Feuerbach’ın Hegel eleştirisi, Marx ve Engels’in Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Adorno ve Horkheimer’in Eleştirel Teorisi… Tüm bunlar Kant’ın haklılığını doğruluyor, çağımız bir eleştiri çağıdır. Peki eleştirinin kavramının karşıtı nedir? Dogmatizm. Tüm bu modern filozoflar için kabaca dogmatizm; öznenin kapasitelerini hesaba katmadan düşünce ve dünyayı olduğu gibi kabul etmek anlamına geliyordu. Öyleyse, dogmatizme karşı eleştirel tavır Kant’tan beri düşünürün en asli görevi olarak kalmaya devam etmiştir. Eleştirel olmak, hâlâ en faziletli entelektüel erdemlerden birisi olarak kalmaya devam etmiştir.
Bununla birlikte bir de, biyografik özeleştiri metinleri de mevcut felsefe tarihinde. Gerçi Platon Siracus’taki başarısız girişiminin hesabını vermeden Devlet kitabı ile tarihe geçmiş, Aristo İskender ile ne tür ilişkiler içinde olduğuna dair tek bir cümle yazmadan Politika’sını yazmıştı. Yine de Ortaçağ felsefesi ve erken modern felsefe özeleştiri örnekleri ile doludur. Boethius’un Felsefenin Tesellisi kitabı hapiste hayatını muhasebe eden filozofun aydınlanma yolunu anlatırken, Agustinus İtirafları’nda, geçmişi ile yüzleşerek cemaate nasıl aydınlanacaklarının yordamını gösterir, Gazzali el-Munkiz-u mine’d Dalal kitabında benzer şekilde hakikati bulmanın çileli otobiyografik yolculuğunu anlatırken, Descartes kendi şahsında Ortaçağ bilimlerinin yetersizliğinin özeleştirisini yaparak çıkış yolu gösterir ve tabii Rousseau’nın İtirafları. Yeryüzündeki devletinde yurttaşlarla irade birliği kurmayı planlayan Rousseau yüreğinin en derinlerini yurttaşlarla paylaşmaya açarken, tıpkı Göksel Krallıkta birleşeceğine inananlara yüreğinin en derinlerini açan Augustins gibi İtiraflar’ını yazmıştı. Tüm bu metinlerde geçmiş yaşantı ile yüzleşilerek kamuoyu önünde itiraf yoluyla, iç dünyanın dışsallaşması ile arınma umulur. Hegel ve Marx’ta gördüğümüz eleştirellikten farklı olarak Ortaçağ ve pre-modern özeleştiri geleneğinin Hıristiyan kökenlerini Charles Taylor Benliğin Kaynakları’nda mahirane bir şekilde gösterir.
Cinselliğin Tarihi ve sonradan yayımlanan derslerinde Foucault Batı kültüründeki bu itiraf pratiğinin geçmişi ile ilgili etkileyici bir araştırma sürecine girmişti. Kilise’de kurumsallaşan bir itiraf kültürü ile, belirsiz bir iktidar karşısında günahlarını itiraf ederek arınma ile tabi olma, teslim olma ve acziyetini kabul ederek arınma pratikleri üzerine, Nietzscheci tarihsel araştırmaları bize itiraf kültürü ile baskıcı iktidar mekanizmaları arasındaki ilişkiyi gösterir. Yine Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı’nda, günahlarına pişman olma, kendini suçlayan kara vicdan ile teslimiyet ve tabiiyet arasındaki karmaşık bilinçdışı yapıyı enfes bir şekilde özetler.
Tüm bu kitapları ve isimleri neden saydım. Bu düşünceler bize ilerici eleştirel düşünme ile yargılayan, vicdan yaptıran, suçlayan, mahkûm eden ve böylelikle tabiiyete çağıran, gerici, Hıristiyan, dogmatik özeleştiri beklentisi arasındaki farkı göstermek için ipuçları olabilir. Kendini suçlamaya, kara vicdana, utanmaya ve günahkârlığını, güçsüzlüğü kabul etmeye çağıran özeleştiri buyruğu, ilerici bir eleştirellik nosyonundan uzaklaşarak, tam da eleştirel olduğu yerde gerici, dogmatik bir beklenti içerisine girmektedir. Yetkin ve Toker gibi araştırmacı gazetecilerin şahsında göstermeye çalıştığım bu genel kamusal talep, yaratıcı imkânları örtmeye hazırlanan bir dürtüdür. Burada bahsedilen, yeni siyasi oluşumların gerçekten yaratıcı imkânlar yaratıp, yaratmayacağı, ilerici olup olmadıkları değildir. Mesele yeni siyasi partilerin neyi başarıp başaramayacağı da değildir. Burada yapılmak istenen; özeleştiriyi, cezalandırıcı bir kamçıya dönüştüren bir kamusal kültürün zaaflarına dikkat kesilerek iletişimsel alanı tıkayan pratiklerden özgürleşmenin önünü açmaya hizmet etmektir.
Bu tarz gerici özeleştiri talebi, Türkiye’de çok tanıdık olduğumuz bir tutumdur. Pek çok sol hareket bir diğerini özeleştirini vermemekle suçlamış, AKP yıllarca CHP’yi kendi geçmişi ile yüzleşip özeleştirisini vermeye çağırarak onu mücrimleştirip mahkûm etmiştir. Sürekli kendinden menkul hakikatleri ile ulusalcılar “yetmez ama evetçiler”i işbirliği yaptığı için özeleştiriye davet etmiş, HDP çözüm sürecinde işbirliği yaptığı için özeleştiri vermeye çağrılmıştı. Yine Erdoğan çözüm süreci günlerinde “ulan hepiniz oradaydınız be!” diyerek tüm “eski Türkiye”yi özeleştirisini vermemekle mahkum ediyordu. Yüzlerce farklı örneği bulunabilir bu mezhepçi tavrın. Ülkedeki politik, dinî, entelektüel bütün gruplar birbirlerini “hepiniz oradaydınız” diyerek suçluyor. Herkes bir yandan sonuna kadar haklı, diğer yandan da sonuna kadar suçlu; her birinin paylaştığı kurtarılmış fırka psikozunun dışında. Sonuçta da paradoksal bir tablo ortaya çıkıyor; birileri sürekli hata yapıyor, ama aslında kimse hata yapmıyor… O halde ortada trajik hiçbir yan yok.
Ancak yakın dönem siyasi tarihimizi dolduran tüm bu özeleştiri pratiklerinden beklenen ve yapılan şey, ileriye yönelik bir yeniden değerlendirme değil, geçmişin günahlarına nedamet getirme, iç dünyasında saklanan sırları kamuoyu önünde itiraf etme, cemaatin önünde gözyaşı ve kan ile çilesini çekerek arınma beklentisidir. Yukarıdaki örneklerde özeleştiri bekleyenler öğrenme ve gelişme arayışında değil, yargılama ve haklı olduğuna bir kez daha kanıt bulma arayışındadırlar. Günahkâr olduğunu kabul et, kullanışlı aptal olduğunu söyle, utan kendinden, itiraf et, rahatla… İşte o zaman arınır ve temiz insanlar arasında olmaya hak kazanırsın. Bu dogmatik Hıristiyani bilinçdışı, yaratıcı bir siyasetin ve kültürel ortamın önünü tıkayan mezhepçi gerici kavgaların temelinde yer alan bir dürtü olabilir. Makul ve doğal bir şekilde özeleştiri beklediğimiz yerde, aslında, insan-ı kamil rolünde tövbe alan bir şeyh gibi dinsel bir büyünün cazibesine kendimizi kaptırıyor olabiliriz. Tövbe alan bir şeyh gibi kendi hakikatini doğrulayan, gafillerin hakikati görmesini bekleyen ve diz çöküp acziyetini itiraf edince yer veren bir tavır, kamusal kültürün oluşması önündeki temel fundamentalist dürtülerden biridir.
Özeleştirinin sınırları zorlanarak kendini inkâr talebine dönüştüğünde, sağlıklı özeleştirilerin de önü tıkanmış olabilmektedir. Kamusal alanda kendini inkâra vardırılan utandırma talebi sağlıklı revizyonların önüne geçebilmekte, kendine karşı dürüstlüğü zedeleyebilmekte, hatta yer yer özneyi kendi tarihine ve eylemlerine kör bir sadakatle bağlanma noktasına itebilmektedir. Herhangi bir pratiğin eleştirisi kolayca kimlikten pişmanlık çağrısına dönüşebilmektedir. Eleştiri, özeleştiri ve muhasebenin sağlıklı biçimlerini bırakıp sekter biçimde muhatabı kendini inkâra zorlama, kişinin bağlandığı teorisi ve pratiğine karşı zorla pişmanlık çağrıları marazidir. Bu iklimde eleştiri yerini ortodoksluk egzersizlerine bırakır. O nedenle teorik ve pratik tıkanmalar karşısında ufuk ya da ön açıcılık için eleştirinin de eleştirel olma zorunluluğu vardır. Eleştiri masası teşhir çarmıhı olmasa gerek. Geçmişin yüküyle meselelerini ağırlaştırmak yerine bırakalım da insanlar kendi yazgılarını, trajik kaderlerini tarih önünde üstlensinler: Amor fati.
Hülasa, herkesin bir öteki grubu, “ama o zaman neredeydin”, “işte bak gördün mü”, “biz demiştik”, “şimdi mi uyandın” şeklinde fanatik bir dogmatizm ile suçladığı, özeleştirinin de “evet suçluyum”, “ah ne aptalmışım”, “günahlarımı kabul ediyorum”, “kandırıldım” şeklinde yerine getirildiği bir siyasal kültürde, sağaltıcı bir politikanın temel şartlarından birisi içimizdeki bir haklı çıkmayı bekleyen fundamentalist bilinçdışı dürtüden kurtulmak ve kendimizle yüzleşmek, özeleştirimizi yapmaktır.
Gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
Bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı*
* İ. Özel, “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar”.