Kısa bir süre önce varlık sahasına çıkan iki yeni parti (Gelecek Partisi ve Deva Partisi) Türk siyasetinde kapanan politik kanalların, İYİ Parti’nin ardından, yeniden açılmasını sağladılar. Siyasal liderliklerini Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın yaptığı partiler kurulma süreçlerinden başlayarak “neden birlikte hareket etmiyorlar”, “aralarında ne türden farklar var”, “neden özeleştiri yapmıyorlar” biçiminde çeşitli soruların muhatapları oldular. Bu partilerin kitle tabanının kimlerden oluşacağı, hangi sosyal ve siyasal gruplardan ne kadar oy alabilecekleri, Türk siyasetinde nasıl bir rol oynayacakları gerek muhalefet gerekse de iktidar bloku tarafından tartışılan konular oldu. Siyasal yelpazenin neresinde yer alacakları, ideolojik olarak nerede konumlanacakları sıklıkla tartışıldı. Ancak bu tartışmalar Davutoğlu’nun İslâmcı, Babacan’ın ise liberal-demokrat olduğuna yönelik yorumlarla sınırlı kaldı.
Seküler muhalefetin dindarlık performanslarından geri kalmadığı, muhafazakar muhalefetin ise demokratlık performansı sergilemeye önem verdiği ilginç günlerden geçiyoruz. Yirminci yüzyılın tarihsel bloklarının paramparça hale geldiği bir süreçte yeni tarihsel blokların nasıl şekilleneceği, bu blokların ne türden sosyal-sınıfsal harçlarla inşa edileceği herkesin merak konusunu oluşturuyor. Mezkur siyasal hareketlerin sosyal ve sınıfsal tabanlarına dair çeşitli profil analizleri de gündeme geliyor. Süregelen tartışmalara birtakım farklı boyutlar da katmak gerekiyor.
Bugün sosyal medyada Deva Partisi’nin yakaladığı etkileşime, 140journos’ın hazırladığı “Sakın Kader Deme” başlıklı Ali Babacan belgeselinin aldığı reaksiyona bakıldığında Gelecek Partisi’ne nazaran daha avantajlı olduğunu düşündürmektedir. Liberal değerlere sahip olduğu düşünülen, kozmopolit algıları açık kentli orta sınıfların daha çok sosyal medyada etkin olduğu, Anadolu’nun milliyetçi-muhafazakâr geniş kitlelerinin ise merkez medyayı takip ettiği, Davutoğlu’nun ise sosyal ve sınıfsal gerekçelerle sosyal medyada, siyasi gerekçelerle ise merkez medyada kendisine yer bulamadığı ileri sürülmektedir. Acaba bu genel kanı sosyo-kültürel gerçeklikler ve politik rasyonalite açısından gerekçelendirilebilir mi? Daha basit bir ifade ile Deva’nın kentli orta sınıf seçmen açısından Gelecek Partisi’ne göre daha avantajlı olduğu yargısı apaçık bir gerçek midir?
Orta sınıf seçmenlerin arzusu nedir?
Öncelikle sorgulanması gereken kabul, kentli orta sınıflara mensup grupların neredeyse tümünün doğrudan liberal-özgürlükçü söyleme sahip oldukları fikridir. Esasında bu fikir, aynı sınıfa ait farklı zümreler arasındaki tarihsel güç mücadelelerini ve farklı sınıflar arasındaki çekişmeleri gözden kaçıran özcü bir yaklaşımdır. Orta sınıfın tümünün liberal özgürlükçü söylemin otomatik alıcısı olduğunu iddia etmek ise düşünsel anlamda konformizme düşmek demektir. Ayrıca uzun bir süredir orta sınıfların farklı katmanlarının radikalizmlerine tanıklık etmekteyiz. Nesnel sınıf konumları nedeniyle orta sınıfların “demokratlığa” açık olduğu argümanı, genel geçer bir doğru olarak kabul edilebilir mi? Türkiye’de uzun yıllardır orta sınıf konumları “demokrat”ın değil, “militan” tipin döl yatağı işlevini görmüştür. Hakeza, Avrupa’da da uzun bir süredir, en temel konu neoliberal sistem karşısında proleterleşen orta sınıfların radikalizmleridir. Meselenin bir başka boyutu da siyasal sermayenin yoğunlaştığı sosyal profilde karşımıza çıkıyor. Devlet kadrolarının taşralaştığı bir süreçte, yeni siyasal aktörler taşranın ethosuna uzun süre bigane kalamayacaklardır.
Babacan’ın açmazları
Babacan’ın Türkiye’nin politik gerçekliğine karşı ekonomik rasyonaliteye yaslanarak kimliksiz, tarafsız, renksiz ve kokusuz, mekanik siyasal anlayışını bekleyen önemli açmazlar bulunmaktadır. Kararsız seçmenlerin günden güne artışı, ideolojik siyasetin ve kimlik taleplerinin gerilediği yanılsamasına yol açmamalıdır. Türkiye’de kimlik siyaseti ve Schmittyen politik duyarlılıklar son derece diridir, diri kalması için ciddiyetle uğraşılmaktadır. Kimlik ayrımlarının çok belirleyici olduğu bu gibi ülkelerde orta sınıf katmanı kendi içinde homojen değil, son derece heterojendir. Örneğin eğitim, kentlileşme gibi nitelikler orta sınıfları sadece yaşam stillerine göre ideolojik konumlarına göre biçimlendirmektedir. Bu nedenle muhafazakâr ve seküler orta sınıflar, aynı zamanda politik olarak ayrışmış, farklı çıkarlar etrafında örgütlenen sınıf fraksiyonları olarak yorumlanabilir. Bu nedenle sosyal medyayı daha aktif kullanan seküler orta sınıflar, Davutoğlu’na bakarken taşradan çıkıp siyasette makam elde etmesine rağmen başarısızlıkları nedeniyle özür dilemesi, hatta nedamet getirmesi gereken birini görmektedir. Oysa Babacan’ın formalist, soyut evrenselciliği ve teknik nötralizasyonunda gördükleri figür, pişmanlık beklentilerini kısmen karşılamaktadır. Davutoğlu ise seküler orta sınıfın bazı cenahlarının siyasal muhalefet değil, “nedamet”, “itiraf”, “pişmanlık” beklentilerine olumsuz karşılık verirken aynı zamanda dindar, muhafazakâr seçmenlere “kudretsiz” eski günlere dönüş olmayacağı mesajını vermektedir. Davutoğlu geleneksel değerlerin modernite tarafından olumsuzlanmasını, sıfırlanmasını, silinmesini değil, modernlikte tahkimatını savunan geleneksel İslâmcılığa yaslanırken; bir yandan Cumhuriyet döneminde örselenmiş dindar kimliğe referans vermeye devam etmekte ve (daha da önemlisi) AK Parti iktidarında yozlaşan dinî değerlerin, yitirilen normatif üstünlüğün yeniden tesisine ilişkin beklentilere hitap etmektedir.
Orta sınıf fetişizmi
Gezi’den bu yana tartışılan orta sınıf meselesiyle ilgili bir diğer boyut da, Türkiye’de kabul edilen orta sınıfın, tarihin aktörü olduğunun zımnen savunulmasıdır. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin küçük burjuvalar ülkesi olduğu düşünülürdü. O yüzden Türkiye’de bu katmanlar kendilerini geleneksel olarak tarihin aktörü olarak algılamaya yatkındırlar. Cumhuriyet’in yerleşme sürecinde edindikleri konjonktürel rollerin de etkisiyle, evrensel bir sınıfsal katman biçiminde düşünülen orta sınıfların tarihin öznesi olduğu yanılsaması yaygındır. Son yirmi yıllık tecrübe konvansiyonel tarihsel özne algılarını parçaladı ve artık klasik dönemin çerçevelerinin, siyaset algılarının yenilenmesi gerektiğini gösterdi. Çünkü Türkiye artık bir küçük burjuvalar ülkesi değildir. CHP’nin yerelden başlayarak değişen siyasal kadrolarının sınıfsal profili bu sürecin basit bir yansımasıdır.
Bununla bağlantılı bir diğer örtük kabul ise seçimlerde orta sınıf, liberal şehirli AK Partililerin etkili olacağı fikridir. Oysaki AKP döneminde şehirlileşen ve zenginleşen orta sınıf katmanına yükselen kitlelerin büyük kısmı AKP’li isimlerin sahip olduğu şirketler ve AKP’nin yönettiği merkezî ve yerel yönetim aygıtları gibi kurumlar ile organik bağlara sahip olduğu için elde ettikleri imtiyazları, özgürlük vaadi adına kolay kolay terk etmeyecekler. Bu sosyopolitik değerlendirmelerden sonra Türkiye’nin politik rasyonalitesi ile ilgili akıl yürütmelere geçebiliriz.
Teknokrasi versus siyaset
Türk siyasetinde yoğun daralma sonrası değişim evrelerinde ANAP, ilk dönem AKP gibi apolitik görünen, daha çok ekonomik kalkınmaya odaklı hareketler işlevsel olsa bile, siyasal sahnenin ana aksı hep HDP, MHP, Milli Görüş, CHP gibi politik kimlik hareketleri olmuştur. Bu nedenle uzun vadede Türkiye’deki kimlik sorununun çözümünde, eşdeyişle muhtemel bir toplum sözleşmesinde (devletin ve toplumun yeni bir anayasa ile biçimlendirilmesinde) apolitik ve politikayı teknik bir nötralizasyona indirgeyen teknokrat ya da ekonomi bürokratı Babacan figüründen daha çok siyasi bir portre çizen Davutoğlu figürü öne çıkabilir.
Babacan’ın güler yüzlü, başarılı, parlak kariyeri, sakin, cool tavrı sempati yaratmakla birlikte milliyetçi-muhafazakâr kitle onun nötralize olmuş portresinden alttan alta tedirginlik hissediyor. Onun başarılı ekonomik kariyerindense Davutoğlu’nun meydan okuyan, gerektiğinde sertleşen, Batı’ya karşı özgüvenli tavrını daha sıcak ve samimi bulmaları mümkündür. Fatih-Harbiye, Dindar-Laik çatışmasına dayalı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e ve oradan günümüze tevarüs edilen gerilimde teknokrasi temsilcisi siyasetçilerin nereye düşeceği ve çatışmanın çözümünde nasıl bir sentez uğrağını temsil edecekleri belirsizdir. Türkiye’nin önünde çözmesi gereken tarihsel görevlerin başında kimlik çelişkisinin politik olarak çözümü gelir ve bu sorunlar ekonomik, teknik, mühendislik sorunlar değil, baştan sona siyasidir. Davutoğlu’nun retoriğindeki siyasallığın doldurmaya çalıştığı boşluğu buradan hareketle anlayabiliriz.
Deva Partisi’nin çıkışını ANAP’ın çıkışına benzeten analizler de bulunuyor. Ancak tarih aynı ile tekrar etmez, sürekli bir farkla yenilenir. Türkiye’nin önünde 12 Eylül askerî rejimi sonrasında ultra-politik ve iç savaş koşullarına sürüklenmiş somut siyasal gerçeklik ertesinde ekonomi kurmayı Turgut Özal figürü ekonomik zihniyeti ile öne çıkabildi. Özal bir sermaye birikim rejiminden ithal ikamecilikten neoliberal birikim modeline geçişte dönemin ruhuna uygun olarak etkili olmayı başarmıştı. Neoliberal düzenin dikişleri her yandan patlamaya başladığı günümüzdeki koşullarda siyasal sistemin üzerine oturacağı ekonomi modelinin bu türden bir küresel ekonomi kurumlarında görev almış liberal isimler tarafından hayata geçirilmesinin çözüm olacağı fikri tartışmaya açıktır. Babacan da mevcut koşulları, ANAP yerine AK Parti’nin de kurulduğu 2001 yılına benzetiyor. Vesayetçi ve otoriter siyaset üzerinden olduğu kadar ekonomik kriz açısından düşünüldüğünde de bu benzetmeye bir miktar hak verilebilir.
Ancak korona sonrası sürecin ekonomi politikalarında kamuculuğun, sosyal devletçiliğin öne çıkacağı öngörülmektedir. Yükselen popülizmin panzehri apolitik bir teknokrasiden daha çok halka ekonomik ve moral açıdan destek olmak kendini güçlendiren “ılımlı devletçilik” olabilir. Erdoğan’ın temsil ettiği aşırı aşkın devletçiliğin çözümü bunun tam tersi olan ve Babacan’ın temsil ettiği aşırı içkin sivil toplumculuk olma ihtimali pek güçlü bir ihtimal gibi görünmüyor.
Davutoğlu ise toplumsallaştırılmış devletçilik ya da liberal-demokratik Hegelcilik olarak adlandırılabilecek bir pozisyonu temsil ediyor. Bu nedenle bir yandan küresel sürece, diğer yandan da Türkiye’de devletin oynadığı tarihsel role daha uygun görünüyor. Davutoğlu çöken devlet ve değişen toplum dinamiğini “kamu düzeni” söylemiyle yeniden tanzimini talep eden bir seçeneği inşa etmektedir. Bu kamu düzeni söylemi Hegel’in “Sittlichkeit” kavramının Türkiye gerçekliğine ve siyasal kültürüne uygun telif etme çabasının ifadesidir. Liberal seçeneğin yok-devlet modeli ile otoriter sistemlerin yok-toplum anlayışı karşısında, devlet ve toplumu bütünsel bir etkinlik içinde tarihsel harekete çağırır. Tam da bu Hegelyen kamusallık vurgusundan dolayı Gelecek Partisi, tabiri caizse devletin sol elini daha etkin kullanacağının, gelir adaletsizliklerine daha duyarlı bir siyaset üretileceğinin sinyallerini veriyor. Yoksulluk ve sefaletle mücadeleyi dinî ve ahlâki bir mücadeleye indirgemek yerine devletin etik, hukuksal bir düzenek olduğuna atıfla, bu mücadeleyi politikleştirmeye meyyal davranmayı içeriyor. Bu manada salt liberal, özgürlükçü bir siyaset yerine daha sosyal demokrat motifler içeren bir yaklaşıma sahip olduğu ileri sürülebilir.
Son yılların ultra-politikliği sonucunda siyaset yorgunu bir topluma apolitik bir ekonomizm teklif etmek bir süre için rahatlatıcı bir gölgelik olabilir. Ancak Türkiye’nin tarihsel siyasal kültürü ve çözülmemiş, neredeyse antogonistik haller almış olan çelişkileri ortada durduğu müddetçe, olaylara karışmamayı teklif eden bir teknokratik-mekanik çizgiyi çeşitli riskler beklemektedir. İktidarın kutuplaştırıcı siyaset tarzıyla mütemadiyen sonuç alabilmiş olmasını yalnızca karizmatik liderlikle, Makyavelist siyaset repertuarıyla açıklamak mümkün değildir, aksine politik gerilimi besleyen tarihin nesnel şartları halen varlığını sürdürmektedir. Politik serseme dönmüş günümüz Türkiye yurttaşlarının kolayca demokratlaşacağını düşünmek safdillik olur. Güçlendirilmiş patrimonyal yönelim karşısında ne genel irade kavramına yaslanan Rousseaucu Cumhuriyetçilik ne de aşırı içkin demokratlık ve bireycilik yaklaşımı gerçekçi görünmektedir.
Davutoğlu versus Babacan
İki lider profilinin farkına dair küçük ipuçlarından yola çıkarak ortaya koymaya çabaladığım ayrıma bir katkı daha yapmak istiyorum. Babacan’ın soyut evrenselciliği “sırt çantamı alıp farklı ülkeleri gezerdim” cümlesinde görülebilir. Davutoğlu da sürekli şehirlerden ve medeniyetlerden bahseder, gezdiği şehirleri anlatır ve hatta bu konuda fazla hisli ve hayalci olduğu söylenir. Ancak gezdiği şehirlerde bir turist gibi gezinmez, Türk-İslâm düşüncesinin kimlik ethosunun kurucu kavramlarından biri olan ben-idraki perspektifi ile bakmaya çalışır. Bu idrak mekâna, boş ve evrensel değil, tarihsel içerik katan pozitif bir öğedir.
Babacan cool, gezgin, liberal birey olarak sırtında çantayla dünyanın her köşesine gidebileceğini söylerken Davutoğlu tarihin yüklerini taşıdığını ima eder, ekonomik bir bakıştan ziyade etik-politik tarihsel sorumlulukların temsilcisidir. Babacan eşi ve çocuklarıyla film izlerken gördüğü bir yeri birkaç gün içerisinde ailesiyle ziyaret edip gezerken, Davutoğlu için içinde siyasetin olmadığı bir “gezmek” fiili bile kullanılmaz. Bu sadece iki lider değil, AK Parti’yi oluşturan ve ondan koparak uzaklaşan iki dünya farkıdır.
Bu referans çerçevelerinin muhafazakâr camiada ne türden politik yatkınlıklara tercüme edileceğini göreceğiz. Ortadoğu’nun kıyısında, din, mezhep ve kimlik savaşlarının ortasına sürüklenmiş bir ülke olan Türkiye’nin formel ve soyut bir liberal evrenselcilik ile idare edilebilmesini beklemek için uzun yıllara ve büyük bir refaha ihtiyaç vardır. Erdoğan gibi kendini “reis” unvanı ile anan bir liderden, liberal-demokrat bir seçeneğe çabucak geçmek muhafazakâr seçmen açısından kolay bir şey olmasa gerek.
Ahmet Davutoğlu’nu bekleyen risklerden biri AK Parti tecrübesi ve hamasi siyasetin, Gelecek Partisi’ni bir türev olarak göstermesi ve onu taşra İslâmcılığına itmesi iken, Ali Babacan’ı bekleyen risklerden biri seçkinci, aristokratik bir tutum ile orta sınıf kitlesine sıkışıp kalması, popülizmden kaçayım derken Deva Partisi’ni kozmopolit kentli orta sınıf elitizmine demirlemesi, eğitimli yeni orta sınıf kitlelerin dünya görüşüne fazla yaslanma tehlikesidir. Yalnızca Deva Partisi değil, diğer yeni siyasal aktörlerin de ironik, nihilizme meyyal, son derece yıkıcı mizahi dilin etkisi altına girme olasılığı söz konusudur. Örneğin İYİ Parti lideri Meral Akşener de grup konuşmalarında ironik bir dile sıklıkla başvurmaktadır. İroni silahına en çok başvuran parti ise Sırrı Süreyya Önder gibi figürleriyle HDP olmuştur. Burada önemli olan bir husus, ironik ve estetik siyaset diline kapıları ardına kadar açan bir yaklaşım da “gençlik mitosu”dur. İletişim teknolojilerinin biçimlendirdiği yeni gençlik tipolojilerine ve Z-kuşağına kendiliğinden kıymet atfetmek tüm siyasi partilerin zorlandıkları bir sorun alanıdır. Yıkıcı ironik dil karşısında etik-politik bir sorumluluk ya da ciddiyetin de dikkate alınması gerekiyor. Ciddiyetin olumsuzlandığının düşünüldüğü bir iklimde, sosyal medyadan bütün siyasal aktörlerin tavır, söylem, argüman ve jest tedarik etmeleri bir kriz durumuna neden olabilir. “Cool olan kazanır” yaklaşımının son derece ateşli Türk politik kültüründe konjonktürel bir anlamı olabilir, ancak yapısal belirlenim karşısında bu sakinliğin orta vadede varlığını sürdürmesi zor görünmektedir. Taşra epiğinden kaçayım derken orta sınıf ironisine demirlemek siyasetsizliğe mahkûm olma tehlikesini kendi içinde barındırmaktadır.
Babacan’ın ortaya koyduğu portre apolitik teknokratik bir seçenektir. Şu anki siyasal iktidar ekonomik sorunları ultra-politik bir söylem içinde siyasallaştırmaya çabalarken, Babacan ise politikayı ultra-teknokratik bir dil (“iş üreteceğiz” söylemi) içinde çözündürmeyi teklif eder. AKP de yola bu şekilde çıkmıştı ve başka ideolojik yönlendirmelerle oradan oraya savruldu. Babacan teknokratik kimliğiyle Erdoğan ve AKP ile (politikanın doğası olan) polemikten kaçınmakta iken Davutoğlu AKP ve Erdoğan ile girdiği polemikler nedeniyle daha siyasi bir portre çizmektedir.
Davutoğlu, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkiyi entegre bütünsel bir çerçeve olarak kurmaktadır. Davutoğlu siyasetçi kimliğiyle “gelecek” inşasından söz ederken Babacan anlık bir hastalığa “deva” olmaya gelmekte, hukuk ve demokrasi sayesinde ekonomik likidite sorununu bile çözeceğini ileri sürmektedir. Babacan son derece somut bir probleme odaklanmakta iken Davutoğlu, birçok sorunu ihtiva eden problematiğe odağa alır.
Davutoğlu’na göre ekonomi ne salt teknik bir sorundur ne de Türkiye’nin tek sorunu ekonomidir. Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları olduğu gibi Türkiye siyasal sisteminin çok daha derin bunalımlarına tanıklık edilmektedir. Ona göre yeni bir devlet ve toplum inşasının Lockeçu liberal bireyden ziyade sağ-Hegelci bir kamu düzeni, etik-politik bir örgütlenme içinde çözülebilir.
Siyasetin öznesiz bir süreç olarak görüldüğü mekanik nesnelci ekonomizm ile tarihin akışı içinde öznenin programatik siyasal iradeciliği arasındaki ayrımlar, süreç ilerledikçe daha da berraklaşacaktır. Ekonomik kriz ihtimalleri açar, ancak doğrudan ileriye dönük bir sıçramayı garanti etmez. Açılan ihtimallerin içinde belirleyici, sonuç doğurucu unsur etkin failin stratejik ve taktik hamleleridir. İki farklı siyasal çizgi bu nedenle politik fail ile teknokrat arasında, somut evrensel ile soyut evrensel arasında, ılımlı devletçilik ile aşırı içkin toplumculuk arasındaki farktan ileri gelmektedir. Bu nedenle kısa vadede Babacan’ın ekonomik teklifi seçmenlere daha cazip görünebilir, ancak sağ seçmen açısından Davutoğlu’nun ılımlı devletçiliği bir seçenek olarak öne çıkabilir.
Özellikle verili siyasal rejimin aşırı aşkın devletçiliği, 2007 ve 2013 yıllarındaki aşırı içkin toplumculuğa bir tepki olarak gelişti. Şimdi ise yeni momentte bu sarmaldan devlet ve toplum arasında bütünlük iddiasına yaslanan yeni bir düzen teklifiyle çıkış yolu aranacağını düşünmek gerekiyor.
Merceği Davutoğlu’na bükmek
Bir teorisyen olarak Davutoğlu, uzun vadeli çözümde devletçilikten medet umanlar için ideal görünmekle birlikte bir siyasetçi olarak Davutoğlu’nu bekleyen en büyük tehlike Türk muhafazakârlığının temel özelliklerinden biri olan pragmatik “maslahatçılık” karşısındaki ilkesel idealizmidir. Çünkü ülkedeki pragmatik ve maslahatçı kültür bir ölçüde stratejik liderlikten uzak pragmatik ittifakları taktik düzeyde kovalayan, politik programların ötesinde anlık iş birliklerini gerektiren bir kültürdür. Bu verili siyasal kültürü yeniden üretmekten ziyade yeni bir kültür ve idrak inşa etmeyi planlayan teorik düzeyde paradigmatik, politik düzeyde stratejik, parti düzeyinde ise programatik bir entelektüel ve siyasi portre çizen Davutoğlu profili için zorluklar taşıyor.
Türk politik kültüründe pragmatik maslahatçı liderlikler siyaseten geriye düşseler bile yeniden geri gelme olasılıkları güçlü olmuştur. Türkiye’de teorideki ahlâkçılık ile pratikteki maslahatçılık arasındaki derin uçurumun kolay kapanabilir olduğunu düşünmek çok zordur. Özellikle de kapitalist değer teorisinin tam olarak yerleşemediği, devletin rantiyenin temel unsuru olduğu bizim gibi ekonomi-politik sistemde, burjuvalaşan aktörlerin sermaye birikim stratejilerinin Weberyen “protestan ahlâkı”ndan ziyade Marksist “ilkel birikim” modeline uygun davranmaya devam edeceklerini varsaymak gerekmektedir.
Bu bakımdan, Gelecek Partisi’nin vaat ettiği iktidar modeli herkesin umduğu gibi restorasyoncu bir model değil, geleceğe dönük revizyonist, hatta yer yer devrimci motifler içeren yenilikçi inşacı bir modeldir. Bu türden alternatif paradigmaya Türkiye’deki somut gerçekliğin ne türden bir karşılık vereceğini, sağ seçmenlerin siyasetten beklentilerinin ne olduğunu ve AKP döneminden arta kalan hasarın sağ seçmenler üzerindeki tesirinin yeni partilere ne düzeyde yansıyacağını zaman gösterecek. Şimdilik çıkış yolunun ultra-politik bir dönemin olumsuzluklarına çözüm olarak sunulan apolitik teknokratik liderlikle mi, yoksa “yeni” bir Türkiye düzeni teklifiyle öne çıkan toplumsallaştırılmış ılımlı devletçilikle mi olacağını ya da “güçlü liderlik” söyleminin yerine “uzmanlar hükümeti” argümanının mı, yoksa yeni bir devlet felsefesinin mi ikame edileceğini ve karizma zamanlarından sonra ne türden başka bir zamanlara geçileceğini tartışmaya devam etmek gerekiyor.