Ardında yankısını kaybetmeyecek şiirli düşünceler bırakan Oruç Aruoba’nın, yazdıkları gibi konuştuğunu dinleyicileri fark etmişlerdir. Kendine özgü ve bazen kayıtsız görünen anlatımına, Nietzsche’deki kısa ve özdeyişli cümleler veya Lao-Tzu’dan başka satırlar eklenmiş gibidir. Varlıkla söyleşisinde, hem hamleli, kararlı, kendilik sahibi hem de kendini silmek isteyen, görünür olmaktan çekinen, sükûn içinde seyre dalmak isteyen bir başka mizacın halleri bulunabilir. Sanki düşünür-şairin bünyesinde karşılaşmaları pek ihtimal dahilinde olmayan bir Helen ile Taocu buluşmuş gibidir. Hakikati yaratmak isteyenle manzarayı seyre dalmak peşindeki iki farklı kimseyi aynı zihne sıkıştırmış gibidir. Fakat her ikisi de, yola düştüğü ve yer tuttuğu dünyanın aynı olduğunu bilirler. Dionysos ve Apollon veya Yin ve Yang gibi böyle çekişirken uzlaşmaları, şiirli düşünme gibi ortak bir yüklemde buluşmalarından ileri gelir.
Şiirli düşünce kitaplarında, konuşmalarında, çevirilerinde, düşünme eylemini aralıksız sürdüren Aruoba’nın Yürüme (Metis Yayınları, 1994) metni, bu güç ortaklığı çok farklı şekillerde bize duyurur. Orada Zerdüşt ile yola düşmüş Taocu Kutsal İnsan arasındaki geçişleri, salınımları fark ederiz. Nietzsche’ye göndermeyle başlar ve "yaşam", "sayısız aralardan oluşur" diye yazar (s. 8). "Araları ve duruşları" tecrübe etmek için yürümek uygun bir fiildir. “Belirli şekilde yürüyen” çok az kişi bu aralıkları fark edebilir. Böyle yürümek, bir mizaca sahip olmanın, “kendi olma”nın da işaretidir. Bir an önce amacına varmak için acele etmeyenin, yürümeyi temaşa etmek fiilinden ayırmayanın rastgeleceği aralıklarla ve dolayısıyla yaşamla dolu bir yeryüzü tanıklığıdır. Yürümek, dünyada ve başkalarıyla olmak, yaşamak ve tüm bunların arasında şekil alacak düşünme eyleminden ayırt edilemez. Sadece bedenin değil, zihnin de temel hareketidir: “Düşünmenin kendisi bir yoldur. (…) Düşünen sorgulama, yola çıkmadır.” Tao ile anlamdaş olan yol, yavaşlıkla katedilebilir: “Kişi, kendini kuracaksa, ancak yavaş yavaş kurabilir” (s. 180).
Yürümek, Rousseau, Thoreau, Nietzsche ya da Heidegger gibi düşünürlerde olduğu gibi, aralıklarda şekil bulan, yeryüzüne bitişik varlık düşüncesine varmak için uygun bir yüklemdir. Aralıklarda ve başkalarına uğrayarak yol almak yerine, aceleyle katedilen bir dünyada “kendinin farkına varmak” için bedenin en doğal eylemi yürümek gibidir. Yürüyenin yola çıkmaktan beklentisi, sonunda kendine varmaktır. Kendilik arayışını yürüyerek hayata geçirebilir. Ama arada durup, içeri ve dışarıdaki manzaraya bakarak: “Kendine dönüp dinelen (…) her adımdaki yokluğunu varlığa çevirme uğraşı” içine girer. Ama bu kendilik, yol almadan erişilmez nitelikte kalır.
Aruoba, yürüme ve düşünme ilgisini kurarken, bir yandan da romantik ve varoluşçu izlekler arasında yer değiştiren “uygar kişi” tiplemesinin kenarlarını çizer. Yürümeyi böyle bir düşünümün odağına yerleştiren yazara göre, uygar kişi kendi “bağlamını” görebilmek için acele etmemelidir. Bu sırada, “doğal durumundan” ne kadar uzaklaşmış olduğunu da fark edebilir. Varoluşçu ayrımlar içinde ifade edildiğinde, “kendi için” ve “kendinde” doğa durumunu yürüyerek adımladığında, varoluşunu keşfettikçe yeniden yaratabilir. Uygar kişi, yürürken, ben ile biz arasını dolduran başkalarına rastlar ve aralıkları kateder; “yürüyebiliyorsa uygardır” (s. 48).
Oysa “konuşan ve susan” kişi, varoluşçu ve romantik tiplemeler arasında biçim değiştirir; “ya çok yavaş ya çok hızlıdır” (s. 195, 196). Fakat uygar kişinin yürümesinde bir “denge”, belirli bir hız ve sükûn oranı vardır. Yürüyüşü sırasında mevcut oranlarını terk etmez; nerede hızlanıp nerede yavaş kalacağını bilir; gevşek ya da süratle yol almaz. Bazen mutlak durgunluk içerisinde “dinelebilir”. Ama durması mutlak bir üretimsizliğe, katatoni haline dönüşmez. Tekrar yola çıkmak üzere bir hazırlık içinde yavaşlar: “Uygar kişi, tembel insan olarak, direnen insandır: aylaklığı sebatlıdır. Uygar kişi, dinelirken direnebilen insandır” (s. 51). Heidegger de “varlığa ilişkin soru”nun ancak böyle bir kararlılık ile sorulabileceğini dile getirir. Yürümek, varlığa eşlik etmeye kararlı Beckett kişilerinin, gözde ve neredeyse nadiren doğru icra edebildikleri bir eylemdir.
Aruoba için, acele etmeden, yavaşlıkla yürümek, düşüncenin mahrekinde yol alan uygar kişinin kökensel eylemidir. Uygar kişi dediği, durmak üzere yavaşlamaz. Yavaşlığı hep bir hareketi önceler. Dinlenip, kendine geldikten sonra tekrar yola çıkar. Tembelliğe kendini bırakışında bile bir kendilik arayışı vardır. Böylece “kişi”, “kendi” olmanın yoluna tekrar düşebilir. Uygar kişinin katettiği aralıklar ve bu sırada rastgeldiği başkaları, varlık sorusunu soran bir “kendi”nin yoludur. Yol aldıkça biriktirdiği bir istenci, durduğunda tekrar elinden çıkarır, sarf eder. Çünkü birikimini koruma isteği, kararlı bir yer tutmaya dönüşür; yürüme son bulur, varlığa ilişkin soru ile bağ kesilir. “Rahat bir bezginlik ile huzursuz bir umut arasında” yürünen yol, bu soruyu canlı tutar. Yürüdükçe biriken bazı cevapları, durdukça güvenceye almak, kaydetmek istediğinde yine varlıktan uzaklaşır. Bu anlamda uygar kişinin yürümesi, “çağdaş” ve “yabanıl” insan arasında dalgalanır. Eylem ve olay arasında dengeyi ararken, ne aceleyle yol alır ne de yerinde bekler.
Sebatla ve kararlı şekilde yürüyen uygar kişi, varlık anlayışı ve ona dair soru ile bu canlı bağını koparmamak için bir yandan da eserlerini kaleme alır. Ancak varoluşçu ve romantik düşüncelerin ayrıcalık tanıdığı ölüm bu döngüyü kesintiye uğratabilir. Oysa yürüdükçe ölümünü erteleyen kişi, dışarıya, uzak yerlere, zamanlara ve başkalarına dönük merak ve hayretiyle, birikimlerini, biraz romantikler gibi harcamaya girişir. Yola koyularak “kendine ulaşmaya çalışır” ama bu hamlesi, çabası hep sonuçsuz kalır. Çünkü bu yol hep başka yan yollara ulanır, uzar gider, ta ki ölüm araya girene kadar. Bu durumda kararlı, hamleli romantik mizaç, yorgun düştüğünde bir varoluşçu jestle yerinde durmaya başlar. Ama uygar kişiyi ayırt eden, başarısız olmuş bir varoluşçunun üretimsizliğini aşmak, yeniden yürümek için kendine gelmeyi bilmektir. Romantik dolulukla, varoluşçu hiçlik arasındaki ara yerlerin celbini sürekli işitir. Varlık, aşırılık gibi tecrübe edilen var ile hiç, dolu ve boş arasında bir uzlaşı gibi, yola ve yürümeye dair ruh hamlesini tazeler. Bu sayede, varlığa ilişkin soru ile yerinden kalkarak, yönünü belirler ve bir başka yol bulur kendisine. Böyle yol aldıkça, sükûnetle durduğu yerler kendisine uygun görünmez; yürümesi son bulmaz. Yürüyüşün ereği huzur bulmak da değildir. Çünkü huzur, kendi yerini bulmuş olmanın işaretidir: “En büyük tehlike huzurlu yerdir: -Mezardır orası” (s. 75).
Yolun önceden katedilmemiş olmasının güvencesi, onun mizacına sahip bir kimsenin ilk kez bu yolu izlemesinden ileri gelir. Başkasından ayrı olmayan bir kendiliğe kulak vererek yönüne meyletmesi yeterlidir. Diğer türlü, yönsüz bir şekilde yol alır; yürümesi keyfî bir nitelik edinir: “Kişi, kendi belirlemesini bulacaksa, gelişigüzellikle savaşır” (s. 189). Uygar kişinin yön bilgisiyle aldığı yol, ara yerler ve zamanlarda karşılaştığı başkaları, bu kendiliğin yeniden yapılanmasına ve farklı yönelimler, “çizgiler” edinmesine sebep olur. Belli bir yöne yönelmiş kişinin yüzü, onun kendiliğine ait çizgiler taşır. Kararlı bir yürüme ve yol alma, yüzü, sureti olmakla ilişkilidir. Yol, ölene kadar yeniden tashih edilmesi gereken bu yüzün ve mizacın kendini yarattığı açıklıktır. Yüz, yönüne karar veren, kararlı bir şekilde yol alanın mizacının okunaklı olduğu derinlikli bir yüzeydir.
Mizaç sahibi uygar kişinin yavaşlık tecrübesine her zaman bir hızlanma edimi eklenir. Ama yaşıyor olmanın belirtisi böyle bir hız ve yavaşlık çevriminde ihtiyatlı olmak gereklidir: “Kişi çok uzun süre durursa, çöker; ama, çok fazla hızlanırsa da, düşer” (s. 166). Bu melekeye sahip olanlar için, önceden yürünmemiş yollarda, yalnız başına yürüme poetikası yaşam bulur. “Açılmamış, belirsiz yollarda” yürüyen romantikle, artık böyle yolların kalmadığına dair sezgisiyle yerinde duran, içeri ve dışarı tüm yolların yürünmüş olduğunu düşünen bedbaht varoluşçu arasında salınan bir yürüyüşçü, sadece yola çıkmak için yürümeye başlar bazen. Eylemin nedeni ve sonucu fiilin kendisi olur; yürümek için yürür, özel bir yürüme sevgisiyle yol alır. Bu sayede yürümek fiilinin, kendi yolunu, manzarasını ve hakikatini yarattığına tanık olur.