Pandemiminin gölgesinde son yılların ideolojik ve siyasi trendlerinin daha da ivme kazanacağını öngörebiliriz. Koronavirüsün yol açtığı ekonomik krizin dünya çapında sağ milliyetçiliği körüklemesi kuvvetle muhtemel. Fakat aynı zamanda toplumlar sosyal dayanışmanın da önemini -yeniden- keşfediyorlar. Bu sol için bir fırsat. Hatta neoliberalizmin gözler önüne serilen yıkıcılığı sola sosyal adalet mefhumunu yeni bir kararlılıkla savunma sorumluluğunu yüklüyor. Fakat bütün bunlar tek başlarına sola dönüş için yine de yeterli değil. 2008 finans krizinden sonra da solun yükselişe geçeceği, neoliberal kapitalizmin sorgulanacağı beklenmişti, fakat bu beklentilerin hepsi suya düşmüştü. Yunanistan’ın Syriza örneğinde olduğu gibi, düzeni sorgulayan güçler sonuçta kapitalist düzene teslim oldular.
Solun evrensel planda on yıllardır devam eden gerilemesi burada ayrıntılarıyla irdelenmesi mümkün olmayan, çok-boyutlu bir konu olmakla beraber sorunun temelinde “halkı” -veya daha dikkatli bir tanımla söylersek ekonomik ayrıcalıklardan yoksun geniş kesimlerin oluşturduğu halk çoğunluğunu, yani yalnız işçi sınfını değil- temsil etme iddiasında artık inandırıcı olamaması ve solun Avrupa’dan Amerika’ya bu tarihî ayrıcalığını giderek sağ popülizme kaptırmış olması yatıyor. Tabii, 1970’lerin kısa sol halkçı parantezi hariç, Türkiye’de Adnan Menderes’den Recep Tayyip Erdoğan’a, Süleyman Demirel’in şu sözlerinde cisimlenen muhafazakâr halkçılık hegemonik olageldi: ”Seni gerici, seni mürteci, seni cahil, seni tembel, şu veya bu diye hakaret etmeye kalkarlarsa o zaman biz dimdik bunu söyleyenlerin karşısındayız.”
“Sol popülizmin” teorisyeni Chantal Mouffe, sağ popülizmin ve milliyetçiliğin panzehirinin değişik sınıfsal ve kimliksel hak arayışlarını “federe” etmeyi başaran bir halkçılık olduğunu vurguluyor. Gerçi sol popülizmin modern versiyonlarının şimdiye kadar bu açıdan pek de başarılı oldukları söylenemez. Örneğin ABD’de Bernie Sanders işçi sınıfınının Latino kökenlilerini ve bir ölçüde gençleri kazanırken siyahları ve beyaz orta sınıfı sosyal reformların gerekliliğine -ve varlıklı sınıfların vergilerini yükseltmek gerektiğine- ikna edemedi. Mouffe’ın önerdiği sol popülizm bir tür sınıfsal koalisyonu ima ediyor, fakat halkçılığın şimdiye kadar aşamadığı, çözemediği temel sorun bir biçimde aşmayı tahayyül ettiği sınıflar ve sınıf sorunsalı. Bu açıdan Türkiye örneği halkçılığın hem potansiyeline hem de çıkmazlarına ışık tutar mahiyette.
9 Eylül 1923 günü yayınlanan Halk Fırkası Nizamnamesi’nde, “halk mefhumu herhangi bir sınıfa münhasır değildir” denmiş, Mustafa Kemal de parti kurulmadan önce yaptığı bir konuşmada kurulacak fırkanın “halkçılık esası üzerine müstenit” olduğunu vurgulamıştı. Mustafa Kemal sınıflarüstü bir halk tanımından hareket etmişti etmesine ancak Halk Fırkası başından iki sınıfa --sanayici- tüccarlara ve çiftçilere- öncelik vermişti. Fakat kurucu önder “milyoner”lerin çıkarları ve diğer “zümre”lerin çıkarları arasında bir çelişki olabileceğini reddetmişti. Ne var ki, ticaret burjuvazisi arkasına köylü sınıfını takıp tek parti iktidarına son verince Atatürk’ün sınıfların ve çıkar çatışmalarının varlığını reddeden halkçılığı tam da sınıf ayrışmalarının kurbanı oluvermişti.
1960’lara gelindiğinde, Bülent Ecevit de “güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur“ diyen Atatürk’ün yaklaşımını anımsatır şekilde “ortanın solu halkın köklü sınıf duvarlarıyla bölünmesini toplumun esenliğine aykırı sayar” demekle beraber sınıfların varlığını kabul etmiş, fakat sonuçta o da “sınıflararası kaynaşmayı” hedeflemişti. Fakat bunu sağlamanın yolu “düzeni değiştirmekten”, “sömürme kapılarını” kapatmaktan geçiyordu ve işte Ecevit’in sınıfların varlığını kabul eden, fakat buna mukabil sosyal adalet amacıyla uzlaşmalarını hedefleyen halkçılığına kurulu düzen geçit vermedi.
Bülent Ecevit tarihsel, Marksist kökenleri nedeniyle Türkiye için sosyal demokrasi tanımını uygun görmemişti fakat başlıca ilham kaynağı 1932’den 1976’ya kadar aralıksız iktidarda kalmış olan, 1982-1991, 1994-2006 aralarında ve bugün 2014’den beri yine iktidarda olan, dünyanın şimdiye kadar tanımış olduğu en başarılı sol partisi olan İsveç sosyal demokrasisiydi. Ecevit 1978’de üçüncü kez başbakan olduğunda İsveç modelinden esinlenerek işçilerin şirketlerin yönetiminde yer almasına yönelik çalışma başlatmak istemiş, fakat bunu kendi (eski Adalet Partili) sanayi bakanı “komünistlik” olarak niteleyerek durdurmuştu. Ecevit 12 Eylül sonrası “yasaklı” döneminde İsveç sosyal demokrasisi hakkında bir kitap çalışmasına girişmiş, fakat tamamlamamıştı. Bir parantez açarsak, Ecevit 12 Eylül sonrasında eğer mutsuz Demokratik Sol Parti macerası yerine entellektüel faaliyetlere yoğunlaşmış olsaydı, Türkiye’de sol düşünceye katkı yapmaya odaklansaydı, çok daha iyi bir miras bırakmış olmayacak mıydı diye düşünmenin belli bir çekiciliği var.
Ecevit’in İsveç sosyal demokrat modelinin Türkiye’ye taşınabileceğini tasavvur etmesi genellikle aşırı “idealist”lik, hatta “naiflik” olarak görülmüştür. Böyle düşünmek belki anlaşılır olabilir, fakat gözden kaçırılan Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkçılık geleneği ile İsveçli akrabası arasındaki ortak noktaların varlığıdır. İsveç sosyal demokratlarının benzersiz başarının sırrı tam da bu partinin halkçılığında saklıydı. 1930’lı yıllarda Avrupa’nın her tarafında faşizm yükselirken, İsveç sosyal demokratları işçi ve köylü sınıfları arasında dayanışma sağlayarak ve toplumu sınıf ayrımı güdülmeyen bir folkhem -“halkevi”- olarak yeniden kurgulayarak faşizme set çekmişlerdi. İsveç sermaye sınıfı da halkçı modelin alternatifinin daha da radikalleşmiş bir işçi sınıfı ve sonunda komünizm olabileceği endişesiyle sınıf çıkarlarından taviz vermiş ve halkçılığın büyük sınıf uzlaşısında yerini almıştı. Türkiye’de 1970’lerde olmayan buydu. Faşizm seçeneği varken, Türkiye burjuvazisi radikal sola set çekmek için halkçılığın öngördüğü sınıf uzlaşmasına gerek duymamıştı. Eğer burjuvazi buna yanaşmış olsaydı, Türkiye’nin de aynı yıllarda sosyal demokrasileri önderliğinde sağ otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş yapan ve demokrasilerini kalıcı kılmayı başaran komşu Yunanistan ve İspanya ve Portekiz’in yolunu izlemiş olacağını düşünmemek için bir neden yok.
Atatürk ve Ecevit’in izinde, Kemal Kılıçdaroğlu halkçılığa yeni bir yorum getirdi. Sol-sağ ayrımının artık anlamı kalmadığını savunan ve geniş bir demokrasi cephesi hedefleyen Kılıçdaroğlu, sınıfsız bir toplum tahayyül eden, modernizasyon hedefine odaklı Atatürk’ün halkçılığına bir nevi geri dönmüş oluyor, hedef –demokrasi- farklı olsa da. Aynı zamanda laik-muhafazakâr ayrımını aşmayı hedefleyerek, solun dindarları dışlamasını “tarihî yanılıgı” olarak tanımlayan Ecevit’in halkçılığını diriltmiş oluyor. Chantal Mouffe’un terminolojisini kullanırsak, Kılıçdaroğlu yeni bir “halk” kurguluyor: ne sağ ve sola, ne laik ve muhafazakâra bolünmüş, artık tek önemli ayrımın demokratlar ve demokrat olmayan yönetenler arasındaki ayrım olduğu bir halk ve toplum.
Gelgelelim, Türkiye’de otoriter devletin hep sermaye sınıfına hizmet edegelmiş olduğu gerçeği -dolaysıyla sermayenin çıkarları ve otoriterizmin sürekliliği arasındaki temel ilişkinin varlığı göz önünde bulundurulursa- ne sol-sağ ayrımının ne de devletin sınıfsal niteliğinin demokrasinin bekasından soyutlanabileceği anlaşılır. Tazelenmiş, modern bir halkçılığın doğal olarak Türk-Kürt dayanışmasını da hedeflemesi şart. Her şeyden önce, pandeminin gölgesinde Kılıçdaroğlu’nun demokrasi mücadelesinin bir sosyal dayanışma mücadelesine genişlemesi gerekecek. Fakat tarihsel deneyimlerin ışığnda, böyle bir halkçılığın kaderini yine son tahlilde kapitalist sınıfın tercihlerinin tayin edeceğini varsayabiliriz.