Yerleşiklik, her bir yandan bağlandığımız, hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir dinginliktir ancak-yani, bir sıkı kölelik…
Yürüme (s. 71)
Oruç Auroba’yı 31 Mayıs’ta kaybettik. Bu kaybın kendisi kadar felsefenin Türkiye özelinde yeri ve öneminin, onu üreten sınırlı sayıda felsefeciyle birlikte düşünsel etkinliği ve pratiğinin yeniden gündeme gelmesi zorunlu gibi gözüküyor. Ama bundan da öte Aruoba’nın ölümüyle birlikte felsefenin içinde bulunduğu hem güncel hem de kökleri epey eskilere dayanan bir sorunun -belki de bir krizin demek daha doğru olur- yeni baştan sorular şeklinde belirmesi daha muhtemel gibi duruyor. Bu sorular kuşkusuz -kendisini Türkiye özelinde de çoktandır hissettiren- düşüncenin giderek bir güç olmaktan çıktığı, etkinliği ve yöneliminin hakim yargı ve kanaatler tarafından kuşatıldığı bir alanı özellikle dikkate alarak yönelmelidir. İlk olarak, felsefe kendinde bir güç olarak hangi zeminde var olacaktır? Bu soru basit bir zemin arayışının, onu kamusallığın sabit ve sınırlı mekânsalına ait kılmanın çok daha ötesini kapsayacak bir formda düşünülmelidir. Başka bir deyişle, yaşayan ve eyleyen bir güç olarak felsefeyi bizzat yaşamın içine, yaşamın güncel akışına dahil edebilmeyi başat “sorunsal” haline getiren, bu yönde genişleyen, genişledikçe etkin kuvvete dönüşen bir form. Böylece, felsefeyi etkin kuvvetin bir pratiği olarak yaşama içkin kılmanın önündeki engellerin nasıl aşılacağı sorusu da bu bağlamda bir anlama kavuşabilecektir. Bu engelleri tespit etmek hem düşünceyi verili mutlak öğretilerin, özellikle dinsel pratiklerin alanından çekip almaya dönük bir enerjiyi hem de kavramlarla kurulan “sahih” bir ilişkilenmeyi harekete geçirebilecektir bir yandan. Eğer Oruç Aruoba’yı sadece anma ve yâd etmeyle yetinmeyerek, onu olası güç ve anlam olanakları üzerine düşünerek var edeceksek, bu bağlantıları kurabilmemiz zorunlu gibi gözüküyor.
Bu aynı zamanda başta sorduğumuz zemin arayışının da ipuçlarını verecektir bize. Bununla birlikte belirtmeliyiz ki, zemin arayışı asla yerleşik olma çabasının bir aracı değildir, olmamalıdır. Tam tersine, yerleşik olanda çakılı kalmış ağırlığı hafifletme, yerleşikliği yerleşik kılan yükleri yerinden etmeye dönük bir içkinliğe dönüşmelidir. Aruoba hemen her metninde doğrudan ya da dolaylı şekilde -başta düşünce ve kavramların yerleşikliği olmak üzere- yerleşikliğin tüm ideolojik, ahlâki örüntüleriyle yüzleşme çabası içinde olan bir yazar olarak belirir. Bir tür Deleuzeyen yersiz-yurtsuzlaşma pratiğinin bizzat yaşama dönük bir ifadeyle kuşandığı alanı, gündelik eylem ve ilişkileri bu alan üzerinden kurma ısrarının var ettiği bir düzlemde mekik dokur. Bunun hangi araçlarla, daha doğrusu hangi felsefi geleneğin araç ve yöntemleriyle mümkün hale gelebileceği sorusu cevaplanması gereken bir soru olacaktır. Belki şöyle bir soru sorabiliriz: Felsefeyi yaşamın kendi etkinliği içinde bizzat bir oluşum, yaşama içkin bir oluşum olarak düşüneceksek onu hangi felsefi geleneğin araç ve yöntemleriyle kurmalıyız? Bu sorulara Aruoba’nın düşüncesi -o düşünceye yön verdiğini düşündüğüm Marksist bir dolayımla kurulu Nietzsche felsefesinin- izleğinde kısaca cevap aramaya çalışacağım.
Hayıflanma, varsayım, temsil
Aruoba’nın Assos felsefe günlerinde yaptığı bir konuşmada oldukça çarpıcı nitelikte -tarihinin başat talihsizliklerinden biri olarak da yorumlanabilecek- bir hayıflanmasını anımsıyorum. Nietzsche üzerine uzun uzun konuşurken birden onun Marx’ı okuyamamış olduğuna dair hayıflanmayı dile getirdiği küçük bir kesitti anımsadığım. Ardından ekleyerek, “Dünya nasıl bir yer olurdu, kimbilir?” minvalinde bir soruyu yönelterek düşünüyordu. Aruoba’nın hayıflanması ve hemen ardından gelen sorusu içinde debelendiğimiz vasatın, ideoloji ve dinlerin kıskacında âdeta rehin tutulan düşüncenin geldiği noktayı da bir an olsun aydınlatıyordu sanki. Aynı zamanda salt hayıflanmanın sınırında kalmayarak, bir söz ve eyleme geçebilecek siyasi etiğin, ona bağlı mümkün olanaklar dizisinin bir çağırıcısı olarak düşündürüyordu bu sözler. Bir tür tarihsel varsayım üzerine kuruluydu kuşkusuz. Aruoba’nın felsefe arayışını nasıl bir felsefe arzulamalıyız sorusuyla birlikte düşünmeye iten, onun mümkün belirişine kapı aralayan bir varsayım. Tam da bu noktada Aruoba’yı ve onun felsefesini okumaya dönük bir çaba böylesi bir varsayım üzerinden temellenemez mi sorusunu akla getiriyor. Başlangıçta sözünü ettiğimiz zemin arayışının, bu zemini yaşamda içkin kılacak yöntemin, başka bir deyişle yaşamın içine sızacak felsefi bir direncin olanakları bu yönde bir varsayımdan hareketle ivme kazanamaz mı mesela? Aruoba’yı popüler kültür içerisinde “Türkiye’nin Nietzsche’si” gibi bir kalıba sıkıştıran, temsile indirgeyen kısır bir okumanın yetersizliğini dışavurması açısından da önemli görüyorum bu soruları. Tabii bunu yaparken Aruoba’nın Nietzsche ile bağını belli bir temsile ve kategorileştirmeye bağlı kalmadan anlayabilmemiz de gerekiyor bir yandan.
Marksist bir dolayım olarak Nietzsche
Aruoba metinlerinde Nietzsche’nin etki gücü yadsınamaz kuşkusuz. Onun felsefeyle kurduğu özgün ilişkide Nietzsche’nin oldukça ayırıcı bir yönü olduğu muhakkak. Bu durumu anlamak için kabaca Nietzsche felsefesinde bir “güç istenci” olarak “güç”ü, etkin bir yönelim olarak “kuvvet”i, bir olumlama pratiği olarak “yıkım”ı Aruoba yazınının yöneldiği izlekler olarak gözlemleyebiliriz. Kuşkusuz bu bize önemli ipucu verecektir. Ya da düzyazı ve şiirin senteziyle kurulan bir biçimsel deneyişin, estetik tercihin yine belirleyici bir etmen olacağı aşikârdır. Fakat asıl Nietzscheci unsurun kavramlarla âdeta dans eden, onları kendilik gücü içerisinde üreten, sınırlarından kopararak yurtsuzlaştıran bir yöntemin arayışında görmeliyiz kanımca. Kavramlar olduğu ve göründüğü şekliyle değil, kendi tanımlamalarından sıyrılmış olarak, bir tür aşkın formda -belki ancak bir şiirde karşılık bulabilecek anlam genişliği içinde- yolunu kaybetmiş, bir yol arayışını da çoktan yitirmiş, tam anlamıyla yurtsuz, peşi sıra gelen bir imgeler geçidine dönüşmüş halde karşımıza çıkacaktır. Kavramların böylesi bir kavranışı Aruoba’yı Nietzsche felsefesine en çok yaklaştıran yerdir belki de. Bu yönüyle kavramlar başka bir forma bürünmüş halde, kendi başlarına bir kuvvet, dönüştürücü bir güç olarak üretilecektir. Bu düzlemden hareket ederek Aruoba’nın kavramlarla kurduğu bu Nietzscheci ilişki onu Marksist dolayıma götüren bir yolu da aralayacaktır. Çünkü kavramların etkin bir kuvvet şeklinde ele alınımı veya bir güç olarak öne sürümü onu salt kendi yerleşikliğini reddetmekle sınırlı tutmayacaktır. Etkin bir kuvvet olarak aynı zamanda etkin bir siyaseti, yerleşik değer ve kurumların reddiyesiyle anlam bulan bir yaratıyı, başka türden bir varoluşu da talep edecektir. Marx dolayımıyla Nietzscheci düşünüş ve pratiğin Aruoba felsefesinde anlam kazandığı bir eşiktir tam da burası. Bu dolayımı felsefenin en çok da kendi içerisinde sıkışıp kalan etkinliğini, dışsal sabitlenişini yahut salt akademik bir mecranın süreğeni olmakla sınırlı kalan yanını en hafif tabirle sorun edebilecek bir girişimi -belki de- mümkün hale getirebilecektir.
Toparlayacak olursak, felsefeyi kavramların soyut birer temsil ilişkisine indirgeyen genel eğilime karşı onları Nietzscheci bağlamda etkin bir kuvvete yönelten bir arayışın takipçisi olarak öne süreceğim Aruoba’yı. Bununla sınırlı kalmayarak, yaşamı tek tipleştiren, hakim ideoloji, değer ve inançların üretimi ile edilgenleştirilen bir alanı devrimci ve “yıkıcı” kavrayışla ele alan Marksist geleneğin ısrarcısı olarak da önereceğim aynı zamanda. Ama her yönüyle felsefeyi yaşamın içerisinde etkin, dönüştüren ve altüst eden bir arayışın tutkunu olarak hatırlayacağım. Bugün Oruç Aruoba üzerine gerçek anlamda eğileceksek ve onu anlamlı bir şeklide anacaksak; “yerleşik olmaya dayanamayan kişinin” yürüdüğü yolda yürüyen bir felsefeyi, (Ayhan Geçgin’i anımsayarak söylersek) bir tür “uzun yürüyüş”ü, bu yürüyüşü etkin kılan bir siyaseti de enine boyuna düşünmemiz gerekecek.