Yaşanmış bir hikâyedir.
1996 yapımı aynı adlı filmden uyarlanan sevilen televizyon dizisi Fargo, filmiyle birebir aynı şekilde başlıyor. Coen kardeşlerin yazıp yönettiği kült filmde de, 2014 yılında yayınlanmaya başlayan dizide de “Yaşanmış bir hikâyedir” uyarısı yer alıyor. Bir suç antolojisi olarak nitelendirilebileceğimiz dizinin ilk sahnesinde, ABD’nin orta-batı bölgesinden karlarla kaplı ve ıssız bir kış manzarası üzerinde şu sözleri görüyoruz: “Bu filmde anlatılan olaylar, 1987 yılında Minnesota eyaletinde gerçekleşmiştir. Mağdurların talebi üzerine isimler değiştirilmiştir. Aramızdan ayrılanlara hürmeten, isimler dışında hiçbir şey değiştirilmemiştir.” Fargo dizisi, sahip olduğu aurayı büyük ölçüde verdiği sahicilik hissine ve Amerika’nın kuzeyine hakim o klostrofobik hiçliğin ortasında gerçekleşen dehşet verici olayları parçalar halinde yeniden canlandırıyor olmasına borçlu. Aynı zamanda, üstü kapalı olarak seyirciden neredeyse dinî bir tutum takınıp “aramızdan ayrılmışlara hürmeten” saygı göstererek ölmüşleri yâd etmeleri bekleniyor.
Tüm bunlara rağmen, yakın zamanda bir grup gazeteci Fargo’da anlatılan tüyler ürpertici cinayetlerin hiçbir zaman işlenmediğini keşfetti. Ancak jenerikte geçen küçücük yazıları dikkatle okuyacak olursanız, suç-gerilim türündeki dizinin anlatılanların tamamen kurgu olduğunu zaten kabul ettiğini görüyorsunuz. Aslında bu Fargo mevzusu, Oxford sözlüklerinin “post-hakikat” kelimesini 2016’da yılın kelimesi seçmesine kadar uzanan gelişmelerin de habercisi olduğu için son derece çarpıcı bir mesele. Bir post-hakikat rejiminde, gerçek düşmanlarının yanıp yakılmalarının da katkısıyla bir yandan hakikat artık önemini yitirirken hayal ürünü anlatılar da muazzam bir artış göstererek hızla çoğalma fırsatı buluyor kendilerine.
Ancak belki de “post-hakikat” demek yerine “alternatif hakikat” ifadesini kullanırsak durumu daha doğru tanımlamış oluruz. Zira burada amaç, hakikat iddiasını topyekûn ortadan kaldırmaktan ziyade bir şeyin hakikatini ispat etme yollarını değiştirip hakikati hak ettiği yere koymak. 2016 yılının Eylül ayında The Economist dergisinde yayımlanan bir başyazıda buna değiniliyor: “Mesele hakikatin saptırılması ya da inkâr edilmesi değil, ikincil bir öneme sahip olması.” Birçok Hollywood hikâyesinin aksine hem filmde hem de dizide Fargo alışıldık “Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir” ifadesini kullanmak yerine bizzat “yaşanmış bir hikâyeyi” anlattığını iddia ediyor (Yaşanmış bir hikâyedir). Ancak ortadaki hikâyenin en iyi ihtimalle yönetmenlerin kendilerini sınırlamadan bir araya getirdiği cinayetleri andırdığı ya da bu cinayetlerden ilham aldığı düşünülürse, yapımcılar hikâyeyi anlatırken fazla özgür davrandıkları iddialarına eninde sonunda cevap vermek zorundaydılar. Ethan Coen, savunmasında şu ifadeleri kullanıyor: “Gerçek hikâye türünde bir film yapmak istedik. Bu türde bir film yapmak için hikâyenin ille de gerçek olmasına gerek yok.” Hakikat, bir film türü ya da bir sahneleme stratejisi haline mi geldi? Sahi hakikat neye benziyor ve gerçek görünümlü, gerçeğe benzeyen bir şeyler nasıl yaratılır?
Sinematik kurgu, toplumsal düzeyde daha geniş çaplı gerçekleşen değişimlerin gözlemlenmesine imkân veren muazzam bir laboratuvar olmuştur her zaman. Hakikat meselesinin önemli bir tartışma konusu olarak tekrar gündeme gelmesi ise siyasi arenada oldu. Sonuçta, Rus askerlerin Kırım Yarımadası’na girdiği sırada televizyona çıkıp ifadesiz bir suratla Ukrayna topraklarında tek bir Rus askerinin bile bulunmadığını iddia eden Vladimir Putin’di. Birleşik Krallık’ın Brüksel’e karşılıksız olarak her hafta 350 milyon pound gönderdiği haberlerini Brexit yanlısı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) yaymıştı. New Jersey’de, İkiz Kuleler’e yapılan saldırıyı kutlayan binlerce Müslüman gördüğünü iddia eden Donald Trump’tan başkası değildi. Hiçbir zaman gerçekleşmemiş “Bowling Green katliamlarından” bahsedip duran ise Trump’un danışmanı Kellyanne Conway’in ta kendisi. Ancak sonradan düpedüz yalan olduğu ortaya çıkan bu iddialar önemsiz bir ayrıntı olarak kenara itildi ve iddia sahiplerine ciddi anlamda hiçbir zararı dokunmadı. Bu durum da zihniyetin nasıl da köklü bir değişim geçirdiğini gözler önüne seriyor. Bugün entelektüeller arasında sık sık duyulan bir fikir ise post-modernizmin ve onun boş gösterenlerle oynadığı şen şakrak göreli oyunun Donald Trump gibi figürlerin kabul görmesine ortam hazırladığı. Daniel Dennett, Peter Pomerantsev ve Maurizio Ferraris gibi felsefeciler bugün göreliliğin kazandığı sözde zaferi Nietzsche’nin dolaylı yoldan Trumpizm’in yolunu açan perspektivizm görüşüne bağlıyorlar.
Perspektivizmi savunmak
“Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır.” Nietzsche’nin ölümünden sonra yayımlanan bir eserinde geçen bu cümlenin çeşitli şekilleri tüm çalışmalarında yer alırken, 1873 tarihli “Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine” adlı ünlü makalesinde ise Nietzsche bu ifadeyi sistemli bir şekilde gerekçelendiriyor. Muhaliflerine göre “Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır” cümlesi bir yandan Nietzsche’yi post-modernizmin kurucusu haline getirirken bir yandan de felsefi noksanlıklarını gösteriyor. Şüphesiz bu gibi cümleler kendi kendini çürütüyor. Çünkü her göreli genellemenin kendini de kapsaması gerekir, dolayısıyla her şey bir yorumdur diyebilmek için bunun bir olgu olması gerekiyor ancak bizzat cümlenin kendisi bu iddiayı da yoruma açık bırakıyor. Peki, Nietzsche’nin daha sonra Güç İstenci adlı eserinde perspektivizm olarak adlandırdığı yorumculuk ile kastettiği gerçekten de görelilik mi?
Evet, hakikati “hareketli bir metafor ordusu” olarak gören Nietzsche’nin erken dönem çalışmaları yalnızca sanatçının metafiziği ile üstesinden gelinebilecek genel bir göreliliğe işaret ediyor. Ancak eserleri doğru bir şekilde okunduğunda görülüyor ki Nietzsche’nin konu üzerindeki düşünceleri gelişim gösteriyor ve perspektivizm zaman içinde farklı bir anlam kazanıyor. Örneğin, Nietzsche’nin “yorum kullanarak saptırma çabasına girmeden, bir olguyu anlama arzusu içinde dikkat, sabır ve titizlikle dile getirme” sanatını övdüğü Deccal adlı eseri, erken dönem eserlerinde bulunan ve sık sık alıntılanan bu pasajlarla çelişiyor.
Nietzsche’nin “her şeye eyvallah edenler” arasında bir nevi peygamber olduğu söylemini gözden geçirmenin vakti geldi artık. Bu söylemin aksine, Nietzsche aslında bir şeyin bilinebilirliğine bir kez şüpheyle yaklaşmaya başladık mı hızla değişen görünümlerin keyifli dansı ile baş başa kalacağımıza inananları kınıyor. Nitekim yalnızca görünümlerin var olduğu salt gösteri toplumunun yükselişini desteklemek metafiziksel bir düalizmde kapana kısılmak demek. Nietzsche, herkesin farklı bir perspektife sahip olduğu düşüncesindeki saf ve rahatına düşkün perspektivizmi açık açık paylıyor. Muhalefetinin nedenini açıklamak için de bu liberal görünümlü birliğin eninde sonunda Hobbes’un Leviathan eserine bağladığı şaibeli bir birleşime, yani keyfî ve zorlayıcı nitelikteki “sabit uzlaşımlar” (fixe Conventionen) çerçevesinde gerçekleşecek bir ufuklar kaynaşmasına neden olacağını söylüyor. Azimli bir perspektivizm hakikatin farklı bir şekilde kavramlaştırılmasını hedefler, ancak böyle bir kavramlaştırma az rastlanan bir şeydir. Nietzsche, 26 Ağustos 1888’de Fuchs’a yazdığı bir mektupta “‘Yanlış’ bir şeyin doğruluğunun kanıtlanabileceği sayısız durum vardır,” diyor. Asıl kanıtlanması zor olan “doğru” olandır ve aslında bu “doğru” olan “neredeyse hiçbir zaman” gerçekleşmez. Ahlakın Soykütüğü adlı eserinde de açıkladığı üzere, tecrübeler bizi liberal perspektifin icadı olan barışçıl görüntünün ötesine geçerek konforlu konumumuzu sorgulamaya zorlar: “Ancak bizler, bilgi arayışında olanlar, uzun zamandır alışılagelmiş perspektiflerin ve değerlendirmelerin -ki bunlar tinin uzun zamandır kendisine karşı belli ki zararlı ve nafile bir öfkeyle dolmasına neden olmuştur- tereddütsüz tersine çevrilmelerine karşı nankörlük etmeyelim.”
Aslında kişinin kendi perspektifindeki değişiklik yalnızca bir kişisel ya da öznel gelişim meselesi değildir, aynı zamanda nesnelliğe doğru atılan ilk adımdır. Nietzsche’nin de dediği gibi, “bir şeyi bir kez olsun farklı görmek ya da farklı görmek istemek bir entelektüel için ‘nesnellik' yolunda kolay bir eğitim ya da hazırlık değildir. Ancak bu ‘nesnellik', anlamsız bir saçmalıktan başka bir şey olmayan ‘alakasız bir tasavvur etme eylemi’ olarak değil, kişinin kendi çıkarına ve zararına olan şeyleri denetleme ve bunlardan kurtulma becerisi olarak düşünülmelidir, ki böylece kişi çeşitli perspektifleri ve duygulanımsal yorumları bilgiye hizmet edecek şekilde kullanabilsin”. Başka bir deyişle, duruş noktasını (standpoint) değiştirme ya da bakış açısını çeşitlendirme çağrısı nesnelliğe bir ihanet değil, aksine nesnelliğin önkoşulu. Nietzsche sözlerine şöyle devam ediyor: “‘Bedel ödemeden ve ebediyen bilen saf ve hevesli bir özne’ öngören o eski ve tehlikeli kavramsal kurguya karşı tetikte olalım; ‘saf akıl’, 'mutlak tinsellik', 'kendinde bilgi' gibi çelişkili kavramların tuzaklarından kendimizi koruyalım. Bunlar, görmek eyleminin bir şey görmek haline gelmesini sağlayan aktif ve yorumlayıcı güçlerden mahrum, hiçbir yöne bakmayan, tahayyül dahi edilemeyecek bir göz düşünmemizi talep ederler. Yani saçma ve anlamsız bir göz talep ederler her zaman. Halbuki yalnızca bir perspektif görme işini yapabilir, yalnızca bir perspektif 'bilebilir' ve duygularımızın bir şey hakkında söylediklerimizi etkilemesine ne kadar çok izin verirsek, bir şeyi gözlemlerken birbirinden farklı ne kadar çok göz kullanırsak, 'nesnelliğimiz' ve o şeye dair oluşturduğumuz 'kavrayış' da o kadar tamam olur."
Uzun lafın kısası, perspektivizm görelilik değildir, nesnelliğin daha doğru anlaşılması için gerekli bir koşuldur. Ne kadar çok perspektifi bir araya getirebilirsek, o kadar kapsamlı bir şekilde nesnel olmayı başarırız. Perspektif göreceleştirmez, görür. Ancak bu perspektivizm savunması bir ikaz da içeriyor. Post-hakikat anlayışına ortam hazırlamak şöyle dursun, Nietzsche kişinin olgularla ilgili bir tartışma sırasında kendi konumunu bu tartışmanın dışında tutabileceğine inanan saf metafizik tuzağına düşmememiz gerektiği konusunda da uyarıyor bizleri. Nesnellik kendi durduğumuz nokta dışında sonsuz sayıda duruş noktası olduğunu kabul etmeyi gerektirse de olaylara başkalarının bulunduğu yerden bakıp onlar adına konuşabileceğimize inanmak kibirli bir şımarıklığı da beraberinde getiriyor. “Kendi köşemizden dışarıyı/başkalarını göremeyiz,” (wir können nicht um die Ecke schauen) diyor Nietzsche. Ancak “bugün en azından kendi açımızdan bakıp [von unserer Ecke aus] yalnızca bu açıdan [von dieser Ecke aus] görülen perspektiflerin mümkün olduğuna karar verme hadsizliğinden çok uzak olduğumuzun” da altını çiziyor. Alternatif yaratmak ve çoğulluk adı altında yeni fikirlere kendimizi kapattığımız bu ikiyüzlü zamanlarda, Nietzsche’nin bu gözlemi bugün hiç olmadığı kadar önemli.
Çeviren: Naz Deniz Atik
Bu metnin orijinali The Philosophical Salon'da yayımlanmıştır.