Konuşmadaki Tıkanmalar
Normal İnsanlar’da Sınıfın İlişkilenmedeki Etkisi

Yaklaşık bir ay önce, her yerde adını sık sık görüyorum diye karantinanın verdiği yoğun duygulu miskinliğin etkisiyle “Normal İnsanlar” dizisini izlemeye koyuldum. Başlarken ve ilk bölümlerde birbirine çok uyumlu gözüken bir çifti izlemenin ve İrlanda aksanının sunacağı güzellikten fazlasını bulamayacağımdan emindim. Hiç düşündüğüm gibi olmadı; dizi bittiğinde kitabını aramaya, kitabın yazarı Sally Rooney’nin söyleşilerini dinlemeye, eser üzerine yazıları okumaya akmıştım bile. Diziyi izleyeli bir ay oldu ancak etkisinden hâlâ kurtulmuş değilim.

Benim bu derece etkilenmemin nedeni; Normal İnsanlar’ın normal insanlarla, bu normal insanların birbirleriyle nasıl ilişkilendiğiyle, yaşantı esnasında çok etkileyen ancak aslında olağanüstü hiçbir açıklaması olmayan normal şeylerle ilgilenmesi ve bu yüzden de benim deneyimlerime ve kurduğum ilişkilere dair ortak birçok şeyi yakalayabilme olanağı sunması. (Sally Rooney de söyleşisinde benzer bir ilgisi olduğundan ve sıradan olanın yazmaya değer olduğundan bahsediyor). Keza, profesyonel anlamda da bu tarz araştırmaları, gündelik hayatta insanların konuşmalarında (mikro alanda) kendini belli eden yapılara ve söylemlere (makro şeyler) odaklanan çalışmaları daha anlamlı ve ilgi çekici buluyorum. “Normal İnsanlar” da tam böyle bir anlatı aslında; sosyal yapıların (sosyo-ekonomik yapılar, toplumsal cinsiyet) insan ilişkilerindeki payını usul usul gösteren bir hikâye diyebiliriz.

İrlanda’nın bir kasabası Sligo’da, tepelerden aşağıdaki denizi gören koskocaman evinde yaşayan; Dublin’de aile üyelerinin Trinity College’da okurken Dublin’de yaşadıkları, yine koskocaman, bohem dekorlu evde; yazları, İtalyan kasabasında, yine aileden kalma yazlıkta arkadaşlarını ağırlayan Marianne ile Sligo’da, Mariannelerin evinde çalışan annesiyle birlikte tipik bir kasaba evinde, Dublin’deyse çalışarak anca karşılayabildiği kiralık bir odada yaşayan Connell... Bu karakterleri bir sürü farklı yönden ele alabiliriz ama ben Marksist bir perspektifle okuma yapacağım için barındıkları yerler ve o yerlere hangi yollardan ulaştıkları arasındaki farkları öne çıkarmayı seçtim. Aslında bu hikâyede hem Connell hem Marianne toplumdaki yapısal sınıflandırmada farklı şekillerde ötekileştirilip, farklı travmalara maruz kalan ve farklı tarz ilişkilenememe problemleri yaşayan protagonistler. Ancak ben bu okumayı Connell karakteri üstünden yapıyorum çünkü hikâyenin Marksist okumasını üstlenen karakter (tabii ki bunu tek başına değil diğer karakterlerle olan ilişkileri ekseninde okuyabilmemiz mümkün sadece) kapalı bir kutu olan Connell. İkinci nokta bu yazıyı dizi üstüne yazıyor olmam. Connell’ın sınıfsal mücadelesi yüzünden konuşmadaki tıkanmaları ve onun duygulanımsal etkilerini, mükemmel oyunculuklar sayesinde, karakterin dizi versiyonundan okumanın ayrı bir güzelliği olduğunu düşünüyorum. Yazıyı diziyi izlemiş olanlar için yazıyorum; zira içinde spoilerdan bol şey yok. Ayrıca hikâyeyi veya karakterleri anlatmak yerine özellikle üç bölümdeki (6, 7, 8) önemli sahneler üzerinde duruyor olacağım; dolayısıyla konuya direkt dalıyorum denebilir. Bilenler anlayacaktır; anlamayanlar da bir an önce izleyip bu yazıya geri dönsünler lütfen...

Bana kalırsa asıl hikâye iki karakter de İrlanda’nın Sligo kasabasından Trinity College için Dublin’e taşındıklarında başlıyor. Ve ilişkiyi etkileyen sosyoekonomik etkenler Dublin’de kendini açık etmeye başlıyor. Connell’ın işçi sınıfından gelmesinin, Dublin’de yaşayabilmesi için o tek odayı elinde tutmak zorunda olmasının ve dolayısıyla para kazanmaktan başka çaresinin olmayışının, özelde Trinity College çevresinde ve genel olarak bu büyük şehirde yaşadığı yabancılık hissiyle çok ama çok alakası var. Bunu, özellikle Connell’ın üniversite bursunu kazandıktan sonra hem hayatını yaşayışında hem ilişkilerinde hem Dublin ve üniversite çevresinde ne kadar rahatladığına bakarak kolaylıkla anlayabiliriz.

Bu ikilinin ayrılıklarında izleyiciye saç baş yolduran bir unsur her zaman mevcut (çünkü aralarındaki bağ onları ayırabilecek her şeyden daha kuvvetli) ama özellikle altıncı bölümdeki ayrılıklarının, sınıf eksenli yönünün ağır basması sebebiyle, birçoğumuza anlaşılmaz gelebilecek denli kapalı bir şekilde gerçekleşmesinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Connell ile Marianne Dublin’de karşılaşıp bir süre arkadaş olduktan sonra aralarındaki çekime karşı koyamayıp tekrar sevgili oluyorlar. Altıncı bölümün başında bir ayrılık yaşandığının ipucu veriliyor ve altı hafta öncesine gidiyoruz. Connell haftanın çoğunluğunu Marianne’nin evinde geçirmektedir; hatta odasını kiraladığı Niall evde Connell’ı görünce şaşırır ve Marianne’le beraber mi yaşadıklarını sorar (“O kız senin için fazla iyi.”). Connell Dublin’de Marianne’nin bir arkadaşı sayesinde bulduğu garsonluk işi sayesinde (ki annesi Connell’a Marianne’e teşekkür etmesi konusunda baskı yapmaktadır; “Kız sana çok iyi davranıyor.”) geçimini sağlamak konusunda o anlık problem çekmemektedir. Connell’ın yakınlarından Marianne’i yücelten sözlerin üstüne bir gün Marianne’nin de kendisine “Seni mutlu etmek için her şeyi yaparım,” demesi Connell’ı bariz bunaltır ama kendisi bu rahatsızlığını söze dökemez; daha doğrusu o da neden boğulmuş hissettiğini bilmemektedir; sadece öyle hisseder ve Marianne’den özür diler. Bir sonraki sahnede, Connell’ın garsonluk işine son verilir; artık kirasını ödeyebileceği bir odası yoktur. Connell Niall’a dert yanar (“Ne bok yicem, sınavların ortasında iş mi arayacağım, yazın Sligo’ya gitmekten başka çare kalmadı.”). Niall ise Connell’ın neden sıkıldığını anlayamaz; zaten haftanın beş günü Marianne’de kalmaktadır, iş bulana kadar onda kalmasında hiçbir sorun yoktur ona göre. Connell içinse böyle bir seçenek yoktur çünkü bu konuda Marianne’den asla yardım istemeyecektir ama bunun nedeni sorulduğunda verecek bir cevabı da yoktur. Bu konu konuşulmadan günler geçer.

Marianne’e açılamaması, konuşamaması, onun arkadaşlarının muhabbetlerine ve onların olduğu ortamlara hâlâ yabancı hissetmesi Connell’ı Marianne’den uzaklaştırmasına rağmen bir şekilde günlerini beraber geçirmektedirler. Connell tırnaklarını endişeyle koparırken, suskunluğunda kaybolurken Marianne bunları fark ediyordur aslında; Sophie’nin (Connell’a garsonluk işini sağlayan kişi) doğum günü partisine gidecekleri gün Connell’a iyi olup olmadığını sorar. Yorgun olduğunu söyleyen Connell’a bu partiye gitmeseler de olacağını, “Sırf rezil bir restoranda garsonluk işi buldular diye insanlara sonsuza kadar borçlu hissedemeyeceğini,” söyler biraz dalga geçer bir gülüşle. Connell hiç duraksamadan borçlu hissetmediğini söylese de Marianne gülümseyerek “Ünlü bir yazar olduğunda kimseye karşı borçlu hissetmeyeceksin, hepimize patronluk taslayacaksın,” deyip aynı konuşmayı devam ettirir.

Marianne’nin yaptığı konumlandırmadan hoşnut değildir Connell; bunu yapan Marianne olduğu için daha çok... Halbuki kendi kendisini mütemadiyen Marianne karşısında aşağı, finansal dertleri olan kişi konumundan kurmaktadır. O anda Connell’ın yine bunaldığını, derin nefes çekişinden ve acı bir gülümsemeyle uzaklara bakmasından anlarız. Ama yine bir şey söyleyemez, asıl bakla -her neyse- yine gün yüzüne çıkmaz. Bu konunun üstü de örtülür. Marianne Connell’ın neden kıvrandığını anlayamasa da bir sorun olduğunu anlayacak kadar empatisi yüksek biridir ancak ikili sadece bir sorun olduğunu anlatan bakışlarla birbirlerine bakıp gülümsemekle yetinirler. İkili arasında birikerek artan baskıyı ve bir şeylerin patlamak üzere olduğunu, kötü sonun yaklaştığını fark edecek kadar bu karakterleri anlamış seyirci de tırnaklarını kemirmeye bu anlarda başlar. Havuz sahnesi iç parçalayıcıdır çünkü Connell herkes içinde Marianne’e gerçekten dokunup onu öptüğünde ona istediği şeyi sonunda verirken bunu ilk ama belki de son kez yaptığını biliyor gibidir. Ağzından “Marianne” sesi çıkar ama boğazı yine düğümlenir; Marianne ise her zaman olduğu gibi o ağızdan çıkacak her şeyi yapmaya hazır ve istekli, sıcak sıcak bakar Connell’a. Belki de bu bakış yüzünden “Bir şey yok,” der Connell ve yine yutar, bastırır içindekini. Bu son bastırma artık bardağın taştığı son damlaya denk gelir; Connell’ın gözyaşlarının toplandığını görürüz, neredeyse ağlayacaktır. Marianne’e belli etmese de o anlamıştır sonun geldiğini. Ve altı hafta sonraki ayrılma sahnesine ışınlanırız; kapı çarpılma sesi, afallamış Marianne...

Yedinci bölümün başında konuşmanın nasıl geçtiğini de görürüz: Connell aslında kirayı ödeyemediği için taşınmak zorunda olduğunu ve bu yüzden yazın Dublin’de olamayacağını söyler Marianne’e. Marianne’se ne zaman taşınacağını sorar ve “Sligo’ya gideceksin o zaman?” der. Connell’ın tek beklentisi kendi soramadığı şeyi Marianne’nin ona teklif etmesidir belki; çünkü Marianne Sligo lafını açınca Connell’ın söyleyecek başka bir şeyi kalmamıştır. Marianne’i son bir teste tabi tutar. “Sen de herhalde başkalarıyla görüşmek istersin?” Marianne de her kalbi kırılmış kadının verebileceği cevabı verir: “Evet, öyle yaparım herhalde.” Connell -neden tersini bekliyorsa- bu cevaba inanamaz; bir hışım evin kapısına yönelir ama bu konuş(ama)manın ona ne kadar zor geldiğini anlarız.

Aymaz bir romantiğe dayanılmaz gelecek bu sahnenin arkasında konuşulmayanlardan kaynaklı bir baskı var aslında ve bu baskı Connell garsonluk işinden çıkarıldığı andan itibaren birikerek artıyor. Halihazırda Marianne’in kendinden üstün olduğunu düşünen ve etrafındakiler tarafından da buna inandırılan Connell’ın İrlanda’nın en elitist ortamlarından birinde bu yabancılık hissini paylaşabileceği kimse yoktur. Yanında en çok kendisi olabildiği kişi olan Marianne ona “sınıfsal yara”sını en çok hissettiren kişidir de aynı zamanda. Ve Connell’ın bu yarayı en çok hissettiği zamanda dillendirememesi ilişkisini de zora sokmaktadır. Özellikle Marianne’den yardım isteyememesi ve aksi gibi bu yardımın hep o istemeden Marianne tarafından ona bahşedilmesi onu aslında daha da borçlu hissettirmektedir ve bu Connell’ın istediği en son şeydir.

Bu yaranın dillendirilememesi, hatta iletişimi tıkaması meselesinde, bastırmanın Lacancı bir perspektifle ele alınmasının da ilginç olabileceğini düşünüyorum. Çünkü konuşamamanın Connell’da yarattığı somatik göstergelere varan etkilerinin tek çaresi bu travmaya dönüşmüş sınıfsal yaranın dile dökülmesi olabilir belki. Lacancı psikanalizde bastırılan, bir “şey” olmak zorunda değildir; bastırılan bir gerçekliktir. Travma da keza bir olaydan kaynaklanmak suretiyle gerçekleşmez; zaten dilde, söylemlerde, kişinin tarihinde yatmaktadır; tıpkı sınıfsal mesafenin Connell için var olagelmesi gibi. Connell bu sistem içinde kendisine dair bir İmago edinmiştir; Ötekinin onu nasıl gördüğüyle özdeşleşmiştir; Marianne ise bu Ötekinin güzel bir temsilidir.

Bourdieu sınıf belirteci olarak, bireylerin kültürel sermayeleri olan habitustan bahsetmiştir. Herkesin sınıfsal bir kültürel sermayesi vardır ve beğeni, tutum ve davranışlara bakarak birbirimizi konumlandırırız. Connell ise ona tarih ve toplum tarafından biçilen İmago’yu bireysel olarak aşmış durumdadır aslında. Eserdeki tüm erkeklerden daha donanımlıdır, naziktir, cinsiyetçi değildir, empatisi yüksektir. Sanata karşı heyecan besleyen (bir resmin önünde saatlerce durabilen), üniversitede İngiliz Edebiyatı okumayı seçmiş, boş zamanlarında kitap okuyan ve yazı yazan birisidir. Sligo’daki kasabalılar arasından sıyrılması bir yana, Trinity College’daki elitistleri bile alt edecek bir zekâsı vardır. Ve bunu Marianne fark etmektedir ancak özne olma süreci kendimizden başkasını, Ötekiyi fark ettiğimiz ilk anda başlar ve atanan İmagolar da aslında önceden verilmiş (pre-given) şeylerdir; dilde, tarihte vardırlar. Bu yüzden, Marianne Connell’a kendini ne kadar iyi hissettirmeye çalışırsa çalışsın normativite ve o büyük Öteki Connell’ın hayatına/tarihine içkindir.

Connell özdeşleşmiş olduğu özneden kaçmayı arzular; yani hepimizin bir yer edindiği, konumlandırıldığı, yapılarla ve normlarla çevrili olduğumuz simgesel düzlemden. Bu düzlemin dışında ise dil yoktur; en azından Connell’ın konumu için. Çünkü Connell ne işçi sınıfına ne de “burjuva” diye nitelendirdiği insanlara ait hissetmektedir. Diğer deyişle hem özneden kaçıp hem de simgesel alanda kalarak konuşmak mümkün değildir. İşte bastırma bu yüzden ortaya çıkar.

Lacan’a göre, ihtiyaç ile onun dile getirilmesi olan talep arasında doldurulması imkânsız bir boşluk vardır. Connell’ın talebi iş bulana kadar kalacak bir evdir belki ancak “aslında” istediği ve arzuladığı şey konumlandığı simgesel düzlem tarafından ondan kaçırılmakta ve dile dökülmesini de imkânsız kılmaktadır.

Yedinci bölümde burs sınavı sonuçları açıklandığında kazandığını öğrenen Connell’ın tüm dizi boyunca o kadar mutlu olmadığını ve öyle kocaman gülümsemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tam beş sene boyunca geçinme derdi veya parayla ilgili düşünmek zorunda değildir artık (“Tüm geleceğimin güvence altına alınması hakkında ne mi düşünüyorum?”). Bursunu sarhoş olarak kutladığı gün Marianne’nin yeni sevgilisi Jamie’ye “Herkes anasının karnından milyoner olarak doğmuyor,” diye çıkışırken başka bir Connell vardır artık karşımızda. Ve hayır, konuşmakta daha özgür hissetmesinin sebebi sarhoşluğu değildir yalnızca. Bir süreliğine de olsa, o simgesel düzlemde Ötekinin konumuna artık biraz daha yakındır. Bastırma zorluğu ortadan kalkmış gibidir.

Sekizinci bölümdeyse artık para kazanmak için tek bir yere bağlı kalma derdi olmayan ve Marianne gibi isteğine göre gezip tozabilme özgürlüğü olan Connell yazın Niall ile çıktığı Avrupa turuna İtalya’yı ekler ve Marianneleri yazlık evinde ziyarete gelir. İkisi akşamki yemek için şehirde market alışverişi yaparken Connell bursu kazanmasının her şeyi değiştirdiğini, bu sefer açık açık söyler ve Marianne “Nasıl yani?” diye sorar. Marianne Connell’ın işçi sınıfından olmasının hayatını nasıl yaşadığını etkilediğini bir türlü anlayamıyor gibidir. Connell heyecanlı heyecanlı bu burs sayesinde artık her şeyin daha mümkün olduğunu, başka türlü asla göremeyeceği yabancı ülkeleri gezerek şeylerin gerçekten var olduğunu artık sonunda görebildiğini anlatırken Marianne sakin sakin dondurmasını yalıyor ve “Evet, doğru”, “Senin adına sevindim” gibi standart cümleler kuruyordur. Aynı bursu kendisi de kazanmıştır ancak onun hayatında bu denli değişen hiçbir şey yoktur. Connell her şeyi kendi imkânları (imkânsızlığı)/sınıfı üzerinden algılarken Marianne için böyle bir şema yoktur; bu yüzden “Sen bursu daha çok hak ediyorsun,” derken Connell ânında “Finansal durumum yüzünden mi?” diye sorsa da Marianne’nin aklından bu geçmiyordur. Onun için Connell ile arasındaki sınıf farkı yoktur. Connell Marianne’nin finansal durumlar hakkında düşünmemesine içerlese de bu Marianne’nin elinde olan bir şey değildir. O sırada Marianne de özeleştiri yapar ve ikisinin arasındaki sınıfsal farkı hiç hesaba katmadığı için özür diler; durumu kendisi üzerinden değerlendirip “Bana gücenme hakkın sonuna kadar var,” der, “Bir üniversite öğrencisi olup, İngiliz Edebiyatı okumaya, Avrupa’da sanat gezileri yapmaya sonuna kadar hakkın var; bunun için suçluluk duyma.” Marianne’in dünyasında hakkı olmak vardır; hakkın varsa elde etmek... Onun için daha bireysel bir anlayış hakimdir; Connell içinse bunlar söylemesi kolay şeylerdir; çünkü o attığı her adımdan önce sayısız kere düşünmeye alışmıştır; hakkı olsa da... Marianne içinse yetenek, zekâ, hakkı olmak gibi şeyler önemli ve yeterlidir bir hedefe varabilmek için. Kısacası iki karakterin gerçekliği farklıdır ve bunu belirleyen de tabii ki sosyal yapılardır. Keza, Sally Rooney de ikili ilişkileri kurgularken karakterlerin sistemle olan ilişkilerini de bir yandan düşündüğünü ve sistemin karakteri nasıl şartladığını ve tepkilerini etkilediğini hep göz önünde tuttuğunu belirtiyor.

Kendi sınıfsal yarasına dair artık konuşabilen bir özneye dönüştüğü anda Connell’ın aynı mesele etrafında kafa patlatmayı bıraktığını fark ederiz. Bursu kazandığı andan itibaren finansal konularda daha özgürce konuşabilmeye başlayan Connell sınıf eksenli travmasını sağaltıp başka problemlere ve kararlara yol alır. Hatta son bölüme kadar da sınıf ayrımından kaynaklanan bir diyalog bir daha duymayız.

Dizinin ilerleyen bölümlerinde ikilinin ilişkisi, farklı dinamikler ve yapılar aracılığıyla, tıpkı karakterlerin kendilerinin sınanmaları gibi, sınanmaya devam eder. Eser boyunca iki kişinin kendi konumlarından, travmalarından, avantajları ve eksikliklerinden yola çıkarak hayatı ve birbirlerini nasıl algıladıklarını izlerken, beraber büyüdüklerini, birbirlerini büyüttüklerini ve ilişki denilen şeyin gücünü fark ediyoruz. Nihayetinde, kendi normal hayatlarımızı, kurduğumuz ilişkileri, yaşarken anlam veremediğimiz şeyleri bize hatırlatıp çözümlememize fırsat tanıyan Sally Rooney’e şapka çıkarıyoruz.