MHP'yle ittifakı da böyle yorumlayabilir miyiz?
MHP'yle ittifakı, her türlü ittifakı böyle yorumlayabilirsiniz. Bunlar hayırhah şeyler diye demiyorum. Yani bir şeyi anlayabiliyor olmak, onu onaylıyor olmak demek değildir. Yani çok iyi oldu diye geçmişe de gönderme yapmak değildir ama “nasıl bugüne geldik” sorusuna bakacaksak, bir tarafını eksik bırakırsak, daha sonra ileriye bakışımızı da bu etkiler.
“CHP zihniyeti” diye sahneye bir tür kukla yerleştirip onu hırpalama ve bunu bir siyaset tekniği olarak neredeyse yıllarca sürdürebilme, aslında tam da bundan dolayı. Yani karşıya bir başka otoriter geleneğin temsilcisi olarak görülen bir siyasi figür yerleştirip buna vurmak sizi daha demokrat…
Bakın, bu sadece, evet, çok doğru söylüyorsunuz ama bu sadece CHP'yle markalanacak bir şey değil. Bakın, benim bugün hiç sosyal medyayla alakam yok, biliyorsunuz, Twitter falan izlemem… İşte yeğenlerim, bazı arkadaşlar bu Twitter kavgalarından, sosyal medyada yazılanlardan bahsediyor. Evet, bunlar tekil örnekler ve iktidara da malzeme sunuyorlar ama bu örnekler var. Sadece CHP zihniyeti falan meselesi de değil. Yani şu anda iktidarın böyle ortaya saldığı, manipüle etme, siyaseti manipüle etme amaçlı bir darbe tehlikesi filan ben görmüyorum, izleyemiyorum. Ama bu ülkede, ki bunlar azınlık ama hâlâ “bu iktidar insin de ne olursa olsun” diyen bir geniş yelpaze var. CHP ve laikçi kesim de değil, siz de biliyorsunuz. Bunun içinde milliyetçisi de var, eski merkez sağı da var, yani akıllar buna yatıyor. Yani birinin aklı buna yatınca öbürü daha böyle eli sopalı hale geliyor, diyorum. Bunlar birbirini meşrulaştıran şeyler değil, aynı şeyi tersi için de söyleyebiliriz. Bu kadar otoriterleşen bir iktidara karşı “ay insanların aklı iyice mi bunlara yatar oldu” da denilebilir. Bunu birini mazur göstermek için demiyorum. Yani biz, bu kısırdöngüden çıkamıyoruz. Aksine kısırdöngü daha da dar ve daha da sığ bir yere doğru gidiyor, içinden çıkılmaz bir yere.
Yeni partilerden bahsetmeyeceğim ama en azından şunu konuşabiliriz, burada muhalefetin yaşamakta olduğu şey bir yapısal kriz mi? Şunu demek istiyorum: Katılıyorum, bunlar birbirlerini besleyen, birbirlerini yeniden üreten siyasal yapılar. Bu yapılar hareket ettiğinde aslında birbirlerinin enerjisini yeniden üretiyorlar. Buradaki kısırdöngüyü kırma misyonu muhalefete ait. Yani kurulu oyunu bozup iktidara talip oluyorsanız, olacaksanız bu dengeyi dağıtacak bir şeyler yapıyor olmanız lazım. Türkiye'deki muhalefette böyle bir eğilim görüyor musunuz?
Ben muhalefet diye bir şey kabul etmiyorum, yani muhalefet tek bir cephe değil ve ne kadar zorlarsanız zorlayın, doğrusu bunu muhtemel de görmüyorum, gene hayırhah da görmüyorum. Neden? Çünkü muhalefet dediğiniz yelpazenin içerisinde, işte “AK Parti'ye karşı hepsi birleşsinler de…” Bu sayısal bir yaklaşım. Bu muhalefetin içerisinde İYİ Parti’de olan daha ılımlı milliyetçi ve mevcut iktidardaki yolsuzluklara filan itiraz eden, parlamenter sisteme dönüş çağrısı yapan, göz dolduran, “evet, ittifak edilebilir” dediğiniz insanlar var ama İYİ Parti dediğiniz aslında MHP'nin bir çeşidi. Daha önce hep bu yanlış veya sorgusuz sualsiz kol kola girmeler yüzünden başımıza çok şey geldi; “ama sayı bunu gerektiriyor”. “Sayı bunu gerektiriyor” demek, bir memleketin meselesini çözmez. Yani İYİ Parti'nin böyle bir tarafı var.
CHP'nin ise kendi içerisinde zaten yeterince ayağından çeken milliyetçiliğe, ulusalcılık üzerinden milliyetçiliğe yatkın bir kesimi var. İşte o Kemalist, katı ve asla esnemeyen, daha demokratik bir atılım yapmanın önünde engel olan, bu hepimizin bildiği, kemik kitlesi ve ekibi var, Kılıçdaroğlu ne kadar idare etmeye çalışırsa çalışsın. Diğer taraftan, HDP ile anlaşabilecek olanları var, olmayanları var, CHP yelpazesinde böyle.
HDP ise bir siyasi aktör olmaktan çıktı. İçinde çok sevdiğim milletvekili arkadaşlarım da var halihazırda; fakat açık konuşmak gerekirse bir siyasi aktör olmaktan çıktı ve bu Kürt siyasetinin aslında bir çıkmazı oldu. Doğrusu bunu sadece HDP’ye bağlamak zor. Evet, otoriter ve MHP'yle ittifak etmiş bir iktidar ve gittikçe de tek adam rejimi haline gelen bir rejimde HDP'nin üzerine çullanmayı görebiliyorsunuz. “Bu şartlar altında HDP ne yapabilir” diyebilirsiniz, diyoruz da zaten, ama buna da şerh düşelim, hiçbir şeyi mutlak kabul etmeyelim. Doğrusu Kürt siyasetinin bir siyasal aktör olarak savrulduğunu deneyimledik. Yani bu nedir? Barış sürecinden itibaren, ki ben barış süreci 100 yıl devam etse bile çok memnun olurdum, sadece adı bile kalsa, bunu hep söyledim. Hiç olmazsa insanlar ölmez. Hiç olmazsa “vay işte terörist merörist” falan diye özgürlükler sınırlandırılmaz. Barış süreci o bakımdan önemli ve değerliydi ama diğer taraftan, barış süreci içerisinde yine prensibe bağlı bir süreç yaşanmadı. Yani Öcalan'la görüşmeler, hep böyle şeyler. Şimdi silahlı bir hareketle tabanı aynı olan, sempatizanı aynı olan bir siyasi parti olmak, demokrasilerde meşruiyet açısından çok ciddi bir sorun. Tam da o nedenle Barış süreci gibi süreçlere ihtiyaç var. Yani Kürt meselesini bu çıkmazdan çıkarmak. O yüzden de ister istemez, işte o silahlı hareket, Öcalan lideri, onunla görüşmeler, AK Partisi iktidarının bu yaptığı şey doğruydu. Çünkü bir şekilde bunu demokratik platforma çekeceksiniz. Bu böyle olduğu sürece, devam edecek bir şey değil, yani bir ayağı demokratik mücadelede, bir ayağı başka bir yerde falan... Burada o partiye sürekli olarak “sen alakanı kes o örgütle” demekle de olmuyor, çünkü dediğim gibi tabanları bir. Yani bu partiye oy verenlerin aynı zamanda gözleri başka yerde, milyonlardan bahsediyoruz. Yani tek tek kişileri bulacağız, cezalandıracağız gibi bir şey değil. Yani bu tür sorunları olan pek çok siyasi deney biliyoruz, başka ülkelerde de. Dolayısıyla o süreç önemli ama o süreçte problem, bir tarafın çok hafife alması. Yani iktidarın “nasıl olsa Öcalan elimizde, ona istediğimizi yaptırırız” tavrı içerisinde olması, hatırlarsınız zaten köşe yazılarında falan Kürtlere “Öcalan'ı dinleyin” filan gibi telkinlerde bulunuluyordu. Onun bu derece hafife alınması… Öbür tarafın da “ya işte Öcalan bu işi halleder, yani bizim liderimiz öyle her şeye muktedir bir adamdır ki, tarihi değiştirecek, Ortadoğu'yu değiştirecek zaten, kesinlikle Erdoğan'ı ikna edecektir, biz bu işi ona bırakalım, havale edelim ve gerisine karışmayalım” tavrı vardı.
Nasıl bu izlenime sahibiz, çünkü Barış süreci esnasında, Kürt meselesi konusunda hepimiz, hiç olmadığımız kadar özgür bir platform bulduk, konuşabildik ve demokrasi çağrısı, bu işin demokratik bir şekilde halledilmesi çağrısı yapabildik. Destek verdik bu çağrılara. Fakat o dönemde bir yandan da anti-demokratik gelişmeler oluyordu. Kanun Hükmümde Kararnameler falan... Şimdi o süreci aslında bir demokrasi sorgulaması, daha demokratikleşmeye titizlenilen bir süreç olarak yaşanması gerekirken, Kürt siyaseti, önce BDP, sonra HDP, böyle davranmadı.
Bakın, şimdi YÖK'ün daha da ağırlaştırılması, daha da merkezileşmesi yönünde bir yeni kanun çıktı. Eğitimi, yükseköğretimi daha da merkezî hale getiriyorsunuz. Mezopotamya Üniversitesi projeleri vardı ve mesela oradaki arkadaşların “ne oluyor filan” diye bu işe karışması gerekiyordu. Böyle bir şey olmadı. Biz birçok arkadaştan, Diyarbakır'daki dostlarımızdan falan, yani BDP'li ve HDP'li değiller, şunu çok duymaya başladık: Türkler demokratikleşme meselesini bizim sırtımıza yüklüyorlar, bu Kürtlerin meselesi değil. Çok da yanlış değil, bu da tek başına çok yanlış değil. Evet, yani bütün Türkiye'nin demokratikleşmesi de Kürt siyasetinin üzerine yüklenilebilecek bir şey değil. Fakat burada da bir savrulma olduğunu düşünüyorum. Örneğin o süreçte, zaten çok sert olan terörle mücadele yasasının daha pekiştirilmesine gerek yoktu, mevcut hali de sertti. “Terörist olmamakla beraber ‘hava güzel’ demişsiniz, o terörist de ‘hava güzel’ demiş, vay işte sen terörü destekliyorsun” falan gibi kullanılabilecek bir şey bu, geçmişten kalan, 12 Eylül Anayasası’ndan kalan, ondan evveliyatı da olan bir şey. Zaten terörle mücadele yasasıyla ilgilenilmedi bu süreçte, hatırlarsanız. Öcalan ne dedi, heyet ne dedi, İmralı’ya gidildi mi, tekneyle gidilen bir yerdi, o ne oldu, bu ne oldu, kulaktan kulağa oyunu haline geldi. Bir şeyi prensiplere bağlamazsanız, geriye dönüşü çok korkunç olabiliyor. Olmayabilir ama olma ihtimali var. Kürtler de bunu hiç hesaba katmadılar.
İkincisi, tabii oraya girmiyorum çünkü büyük bir tartışma konusu, hendek meselesi, yani ateşkesin bozulması. Çok önemli bir demokratik kazanımdan sonra, işte 7 Haziran seçimlerinde bir de %13 aldıktan sonra HDP, bu ateşkesin bozulması, tabii bu tam bir şey etkisi yarattı, her şeyi sabote eden bir hale geldi. Onun koşulları neydi, kim ne yaptı o dönem, dediğim gibi o büyük bir tartışma, onu bir tarafa bırakalım. Özetle, muhalefetten bahsettiğiniz için, Kürt muhalefeti de böyle bir sıkıntı ve süreçle, bir yandan da iktidarın Gülen cemaatiyle kendi mücadelesinde MHP'yle yaptığı ittifak ve o yöne, istikametini o yöne çevirmesi… bütün bunlar, ikisi de ayrı ayrı, yani bir tek o Kürt siyasetinin savrulması açısından değil, diğer taraftan da iktidarın bu ittifaka yönelmesi ve Barış süreci gibi şeyleri tamamıyla aklından çıkarması sonucu, HDP de, yani Kürt siyaseti de bir aktör olmaktan çıktı, meşruiyetini, moral üstünlüğünü de biraz kaybetti.
Dolayısıyla biz hep CHP'ye kızıyorduk ve birebir bu aktivizmin içerisinde olmuş biri olarak, yani CHP ile görüşmelerde diyorduk ki, HDP ile daha yakın bir ilişki, bir muhalefet, Kürt meselesine bu kadar utangaç davranmadan doğru dürüst sahip çıkmak, özgürlükçü bir yaklaşım benimsemek konusunda onları suçluyorduk. Ancak öyle bir nokta geliyor ki, HDP ile gerçekten siyaset yapmak, toplumun gözünde, yani geniş kitlelerin gözünde meşruiyetini kaybetmiş bir noktaya geliyor. Dolayısıyla hangi birine kızacağınızı, hayıflanacağınızı şaşırıyorsunuz. Kızmak gibi bir hakkımız yok kimseye de ama hangisine hayıflanacağınızı şaşırıyorsunuz. O yüzden ben “muhalefet” deyince öyle blok gibi düşünmüyorum. Yeni kurulan partiler, onlar başka bir hikâye zaten. Yani parlamenter demokrasiye dönüş konusunda, en azından bu konuda anlaşsınlar, denilebilir. Ben bunu bile çok muhtemel bulmuyorum ama anlaşılabilecek tek şey, belki odur. Yani tek ortak nokta. O da gene yan yana gözükmek kaygıları bir tarafa bırakılacak da, örneğin İYİ Parti “aman HDP de buna oy veriyor, ben orada gözükmeyim” falan demeyecek de… ancak böyle bir şeyde anlaşmaya varılabilir. Onun dışında ben muhalefet diye bir kavramdan bahsedilmesine karşıyım, tek tek aktörlerden bahsetmek lazım.
Siz konuşurken aklıma gelen şeylerden biri şu oldu. Siz iktidarda bir yönetememe hali mi görüyorsunuz? Bu kadar krizin ortaya çıkması, bu krizlerle ilgili sürekli yeni hamleler üretmesi, siyasetin gereği olarak mı var, yoksa bir yönetim krizi olduğu için mi otoriterliğe savruluyor?
Otoriterlik her zaman bir yönetim krizidir aslında, bu bir mazeret değildir ama bir yönetememe halidir. Yani baş edemediğiniz sürece baskılar artar. Yani doğrudan zorlamaya gidersiniz. Rahat yöneten iktidarlar, çok zorlamaya gitmek ihtiyacı duymazlar. Tabii devlet dediğiniz şey, belli baskıların bileşkesidir ama onun dışında fazladan, hep böyle daha fazla baskı, daha fazla susturma çabaları, bir yönetme problemidir. İktidarın, evet, bu manada bir yönetme problemi var mı, var. Muhalefet dediğimiz şey, işte biraz önce değindik, bana katılan olur, olmayan olur ama herkes bir problem olduğunun farkında ama ne olursa olsun, yani böyle bir alternatif, muhalefet veya bir ortaklaşma söz konusu olmasa bile, burası karmaşık bir ülke. Yani yönetmesi kolay bir ülke değil ve bu manada dediğim dedikçi bir iktidarın, bir de üstelik böyle iyice sert bir milliyetçilikle ittifak etmiş bir yönetimin, iktidarın yönetebilmesi zor. Bunu kabul etmek lazım. Bunu söylediğiniz zaman sanki mazeret buluyormuşsunuz gibi oluyor ama genelde otoriter rejimlerin yönetme zaafına sahip olduğunu düşünürüm.
Tabii ideolojik söylemler öne çıkar ama o da otoriterleştikçe kazınıp dışarı çıkarılır. Yani başlarda olmayan şeyler, mesela daha ılımlı yaklaşılan konular, şimdi ön plana çıktı, Türk milliyetçiliği gibi. Halbuki biraz ılımlı, milliyetçilik açısından daha ılımlı bir noktadaydı AK Partisi ve bunu numara olsun diye yaptıklarını zannetmiyorum. Yani akılları oraya yatıyordu ve kitlesini de buna, işte Avrupa Birliği süreçleriyle falan, buna yakınlaştırıyordu. Kendisi gerçekte Türk milliyetçiliğine çok uzak bir düşünce havuzundan gelmiyor ama şartlar bunun biraz ılımlaşmasına, biraz sertleşmesine tesir ediyor. Şimdiki şartlarda kalkıp sert bir milliyetçi, sert otoriter bir milliyetçi partiyle, MHP ile ve benzer çevrelerle, yani sadece bir parti değil, o çevrelerle de iç içe olmanız, onlarla birlikte iş görmeniz gereken şey, başka yerde sizin elinizi ayağınızı bağlıyor. Dediğim gibi burası 80 küsur milyonluk zor bir ülke. Yani her ülke karmaşıktır, dışarıdan gözüktüğü gibi değildir ama Türkiye’de oldukça ve birtakım çok ciddi kronik fay hatları olan ve 72 çeşit insanın yaşadığını düşünüp farklara sadece etnik, mezhep diye bakmayalım. Türkiye aslında kendisine yakın, yani Batı dışı toplumlar içerisinde gelişmiş bir ülke. Bunu görmek lazım. Genelde herkes çok şey yapıyor, “bizim gibi memleket” falan diye ama uzak ara fark var. Özellikle Ortadoğu'ya baktığınızda... Orta sınıfı gelişmiş ve kim ne derse desin özgürlüklere alışmış. Evet, basın özgürlüğü yok ve bunun yürüyen timsaliyim, yani bütün özgürlükleri elinden alınmış malum, ifade özgürlüğü büyük ölçüde... ama yaşam tarzının liberalleşmesi, bu AK Partisi döneminde oldu, çünkü nesiller değişiyor. Yeni bir nesil geliyor, dünya değişiyor ve Türkiye de ekonomisi itibarıyla bir orta sınıf yaratmış bir toplum. Yani bizi ne Mısır'la kıyaslayabiliriz, ne de… yani her toplum değişiyor aslında, dünyada iletişimin aldığı boyut açısından ama ekonomik altyapı önemli. Bizde şimdi krizde olabilir ama çok ciddi bir orta sınıf yaratmış olan bir ekonomik büyüme, beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bir sosyal gerçek yaratıyor ve o da kozmopolit bir yaşam. Yani bugün Anadolu şehirlerinde bile şehir merkezlerinde kozmopolit bir hayat tarzı var. Bunları unutmamak lazım. Yani dolayısıyla çok da kolay bir ülke değil Türkiye, öyle hot zotla yönetebileceğiniz. Evet, yani insanlar muhalefeti örgütleyemiyor olabilirler ama ben küçük küçük muhalefet odakları olduğunu düşünüyorum.
Sanırım AKP dönemine ilişkin analizleri, yorumları sağlıklı biçimde yapamıyoruz, çünkü siyasal alan bizzat onlar tarafından çok daraltılmış vaziyette. Siyaset dışında başka bir şey de konuşmamıza çok imkân kalmıyor. Yoksa orta sınıf konusuyla ilgili benim de bazı görüşlerim var. Bunu başka bir sohbete erteleyelim. Şunu merak ediyorum: Acaba bu nedenden dolayı mı bir tür din referansı tazyik edilmek zorunda kalıyor? Yani bu kadar kozmopolit, bu kadar farklılıkların yoğun olduğu bir ülkeyi, bu toplumu, en azından sayıca fazla olanları, ortak bir yerden yakalamak gerekir diye mi?
Ben bu din referansı meselesinin çok da karşılığı olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Yani işte “bizim toplumumuz muhafazakâr”. Evet, AK Partisi'yle biraz daha muhafazakârlaştık, çünkü toplumlar aynı kalmaz bu açıdan. Şehirleşme mesela, doksanlarda tartıştığımız, şehirleşme dindarlaşmayı, daha doğrusu dinî kimliği besleyen bir şey oldu, sizin de gayet iyi bildiğiniz ve çalıştığınız gibi. Bütün bunların içerisinde dinî kimlik, dinsel semboller de anlam değiştiriyor. Yani siyasette de dinî semboller 1970'teki anlamını taşımıyor artık. Mesela hâlâ Ayasofya, 70'lerde olduğu gibi hâlâ Ayasofya önemli bir sembol ama tavsamış bir sembol, itiraf edelim. İşte bütün Anadolu'daki kendine Müslüman diyen veya AK Partisi'ni seçen, memnun olan çocukların ben çok da fazla “Ayasofya’yı yeniden cami yapalım” falan gibi bir heyecanları olduğunu… yani mesele bir heyecan yaratmaktır. Ben o heyecan yaratmayı sadece ve ne yazık ki, bu kötü bir şey tabii, milliyetçilik konusunda hâlâ bir enerji harekete geçiriliyor, ki bu bizim için tedirgin edici bir şey. Yani milliyetçiliğin bu şekilde mobilize edilmesi veya ne bileyim, kolaylıkla “vatan haini” denilebilmesi. Sadece Kürtlere karşı Türk milliyetçiliği değil… Yani vatana ihanet eden, vatan haini, işbirlikçi gibi laflar… bunlar bir toplumun huzur içinde yaşamasını bırakın, demokrasiyi, hırgür olmadan yaşamasının önünde çok ciddi engeller oluşturacak işler. Maalesef o yönde bir enerji var, ne acıdır ki, o yöndeki şey hâlâ işliyor. Daha demokrat bir gelecek açısından lüzumlu olan ılımlaşma, orada hiç olmuyor. Tam tersine regresyon var ama dinî semboller, bu milliyetçilikle bulandığı sürece var. Zaten eskiden de öyleydi, yani İstanbul'un fethi falan, bakın bunlar hep dinî milliyetçilik şeyleri.
Yani, evet, etno-dinsel deyin. Hep böyle bir coşturucu, geçmişin pırıltısı, yenilginin, yenilmiş olma karşısındaki reaksiyonlar. Şimdi burası bir imparatorluk bakiyesi diyelim, Tanıl Bora'nın tabiriyle, o bakiyeyi çok kullanır ve bu kışkırtılmaya çok müsait. Yani herkes bir imparatorluğu düşünerek, onun hafızasıyla doğmuyor tabii ama manipülasyona çok müsait bir şey olageldi, öteden beri ve de halihazırdaki çatışmaları da kodlamak açısından kullanışlı bir aygıt. Yani Batı’ya kızıyorsunuz, gidiyor oraya müdahale ediyor diye, siz de diyorsunuz ki “benim ceddim olsa bak bunlara neler yapardı”. Bu kurcalanmaya çok müsait. O yüzden dinî dediğimiz referanslarla bile bakarsanız aslında İslâmcılık, -uzun konuşsak İslâmcılık içerisinde de bu bol miktarda, özellikle Türk İslâmcılığı, Türkiye İslâmcılığında çok etken olan bir faktör- hep parlak geçmiş, güçlü bir geçmiş, yani siyasal gücü, boy ölçüşebilme gücü. Bununla örtüşen dinî semboller... Yoksa, böyle herkesin daha da dindarlaştığı, kendini zikre filan verdiği bir ortam görmüyoruz, gördüğünüz gibi. Hep kalkınma, hep Avrupa'yı dize getirme. Bu hep böyle olageldi. Bu dönemde de, yine bir kez daha, yeni araçlarla, işte kendi silahımızı üretiyoruz falan, hep böyle güçlenmeye yönelik. Yoksa dediğim gibi bu dindarlaşmayı, yani “Cumalar çok kalabalık oluyor” falan… laikliği çok önemseyen biriyim ama adı öyle kalmış, “laik çevreler” falan diye ya da CHP falan, din konusunda hassas olan veya katı olan çevreler diyelim bana göre, onların “insanlar yeniden dindarlaştı” dediği gibi itikâfa çekilen filan görmüyorum ben.
Aksine, işte bakıyorum, mesela kandil gecelerinde, özellikle bakıyorum kanallara, iktidarı destekleyen kanallar bile canhıraş bir şekilde bir gün için bile “aman bırakalım şimdi, bugün de dinî sohbet” yapalım dediği yok. Onların yapıldığı kanallar var. Hayat kompartmantalize olmuş yeterince. Eskiden TRT vardı, mesela TRT tek kanal olduğu için orada ne bileyim, böyle mevlit falan okunurdu. Şimdi bu post-modern bir dünya yani, aç Diyanet'i mevlidini dinle, Kuran dinle kandil gecesi; ama aç başka bir kanal ve bunlar iktidar kanalları, hepsine bakıyorum. Hepsinde böyle kavga gürültü, “o öyle demedi, bu böyle demedi ama siz onu yaptınız” falan. Hiç kimsenin öyle çok dindarlaşıp böyle zikre filan çekildiğini görmüyorum. İş, politik güç meselesi.
Şöyle bir yorumum var, Türkiye'de özellikle doksanlar sonrasındaki İslâmcılık hareketinin bütün retorikleri ve değerleri, son birkaç yıl içerisinde Türk milliyetçiliğinin içerisinde eridi gibi bir hissiyatım var. İslâmcılık biraz milliyetçiliğe kurban edildi gibi...
“Kurban edildi” derseniz fazladan anlam yüklemiş oluruz. O yüzden öyle değil. Bir şey siyasal bir anlam kazandıktan sonra, dediğim gibi o manada bizde maalesef, bizde de değil bütün dünyada öyle ve de Hıristiyanlığın böyle bir siyasal gücü kalmadığı için o tarafta görmüyoruz ama, İslâm'da bu örtüşme çok fazla olduğu için göze batıyor. Pek çok siyasal şey din, dindarlaşma, “dindar olduğu için böyle düşünüyor” gibi görünse de bunların çoğu aslında dediğim gibi “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” gibi içinde dinî semboller olan siyasal didişmeler ama tabii din faktörü, mesela otoriterlik dediğiniz zaman şu doğru: Kutsal referanslı bir şey, bunu katmerli hale getiriyor. Yani oraya bir şerh koyabilirsiniz, dipnot düşebilirsiniz. Seküler otoriterlik de yok mu, var. İşte Stalinizm var, o var, bu var, yani solu da sağı da var otoriterizmin ama din konusunda biraz daha hassas olmayı ben yadırgamıyorum. Çünkü dediğim gibi otoriter anlayışlar, siyasetler bir de dinin üzerinden dolaşıma girip bunu yaptığı zaman daha katmerli, daha kıyıcı hale gelebilir ve o yüzden de özel olarak oraya böyle bir mim koymak çok yanlış değil diye düşünüyorum.