Şeyh Galib’in sorduğu suali size sormakla başlasak. “Hem sor ki ne eylerim hikâyet,” diyor ya Şeyh Galib, neyi hikâye ediyor Sedat Anar?
Herkesin bir hikâyesi olmalı. Benim hikâyem de müzikle başlayıp müzikle devam ediyor bu hayatta. Allah bir yetenek bahşetmiş bana. Elimden santur, bağlama, lavta, kopuz ve erbane çalmak ve besteler yapmak gelir. İşte hikâyemin ezcümle özeti şudur: Ben evvela Hak için müzik yaparım, sonra da halk için müzik yaparım. Çünkü sonuçta sanatçı da bir kuldur. Baki olan Allah’ın gökkubede bahşettiği bir sadâdır.
“Aceb niçûn karar eder insan,” der ya sufi, siz aceb niçûn santura karar eylediniz? Sizi ne celbetti santura?
Soruların icra ettiğim eserler ve bestelerimin üzerinden gelmesi beni ayrıca mutlu etti. Teşekkür ederim. Ben santurda diğer bütün sazların tınısını duydum. Feqiyê Teyran’ın kuş sesine âşık olması gibi ben de santur sesine âşık oldum.
Şeyh Hatayî “Şu öten garip bülbülün derdi figanı,” der ya. Nedir sizin derdi figanınız Ey bülbül (Sedat Anar) desem…
Çok çok sevdiğim mutasavvıf şair “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş,” der. Benimki biraz da derdimi derman etmekti. Santur çalmaya 2007 yılında başladım. Üniversite okumak için Ankara’ya gitmiştim. Başarılı bir öğrenciydim ama ta ki santur ile tanışana kadar. O sıralar Türkiye’de santur öğretecek bir hoca bulamadığım için bursla kazandığım üniversitemi bırakıp İran’a gittim. Santur çalmasını öğrendim ve Türkiye’ye döndüğümde Ankara sokaklarında müzik yapmaya başladım. Tatlı bir dert ettim kendime santuru. Ya da üstadın şöyle diyerek ne demek istediğini anladım, “bir derdim var bin dermana değişmem”.
Dedeniz Halfeti/Urfa’da tanınan, bilinen bir dengbej. Bu dengbejlik kültürünün sizin musiki çalışmalarınıza ve gönül dünyanıza yansımaları oldu mu? Dedenizden biraz bahseder misiniz bizlere?
Dedem dengbejden ziyade bir çîrokbêjdi, yani masal anlatıcısı. Doğup büyüdüğüm köye doğru düzgün elektrik gelmezdi. Ufacık bir yağmur çiselemesinde elektrikler kesilirdi. İşte o zamanlar, sanırım orta son sınıftayken, dedemlerin evinde sobanın üzerinde kaynayan çinko çaydanlıktaki ses eşliğinde muhteşem masallar dinlerdik. Bazen anlattığı masalların şarkısını da söylerdi. Dedem vefat etmeden evvel bu masalları kaydettim. Yakın zamanda paylaşacağım. Ninemden de bahsetmek isterim. Ninem Halfeti’de tanınmış bir ağıtçıdır. Okuma yazma bilmez ve kendi bestelediği otuz ilahisi vardır. Cenaze merasimlerinde ağıt yakardı ninem. Cenaze olmadığı zamanlarda ve ninem ağıt yakmamasına rağmen onu görüp ağlayanlar olurdu. Böyle bir evde büyüdüm ben. Bu arada ninemin ağıtlarını da kaydettim. Hatta bir tanesine Suyun Ayak Sesi adlı albümümde de yer verdim.
Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmâk-ı Hayal adlı hikâye kitabını hem bestelediniz hem de bir albümünüze isim olarak verdiniz. Der ki Filibeli, “Yürü ey avare gezgin, yürü, durma, yürü.” Sizin müzik yürüyüşünüz nereden başladı nereye gidiyor? Santur öğrenmek için İran’a yürüyüşünüzden bahsetseniz bize?
Santur ile 2006 yıllarının sonunda Ankara’da tanıştım. Cihan diye bir arkadaşımın evinde gördüm. İlgi ve alakamdan dolayı bana hediye etti santurunu Cihan. Daha sonra İranlı bir arkadaşla tanıştık. Santur çalıyordu ama sonrasında o da okulu bırakıp ülkesine döndü. Ben de bu iş böyle olmayacak dedim kendi kendime. Çünkü santuru Çin yemek çubuklarıyla çalıyordum. Halbuki santurun kendine has mızraplarının olduğunu biliyordum ama Türkiye’de bulamıyordum. Telleri koptuğu zaman tel alacak bir yer de yoktu. Santur teli diye kalem yaycılarından kilo ile kalem yayı, teli satın alıp santura takardım. Kararımı verdim, Hacettepe Üniversitesi’nde Tarih bölümünde okurken okulu bırakıp İran’a santur dersi almaya gittim. Ailem bu nedenden ötürü uzunca bir süre benimle konuşmadı. Tebriz’de müzisyen dostum Mevid Müsmir bana evini açtı. Santuru ilk önce İran tarzında öğrendim. Sonrasında kendi tarzımı yaratmaya çalıştım. 2013 sonlarında Belagât adında bir Santur albümü çıkardım. Bu arada Fatih Akın’ın İstanbul’daki müzisyenleri anlattığı Köprüyü Geçmek adlı belgeselinde “Siyasiyabend Grubu”ndan Murat arkadaşımız iki dakikalık bir santur çaldı. Sonrasında herkes epey merak sardı santura. Santur satan bir yer bulamazken şu an Türkiye’de onlarca farklı ustalardan yapılmış santurların satıldığı Sala Müzik adında bir mağaza bile var. Hatta İzmir’de Ozan Özdemir adında santur yapan bir lütiye (lütiye, enstrüman yapımı, bakımı ve tamiri yapan usta -N. B.) bile var.
Bağdatlı Ruhi der ya, “Biz ehl-i harâbâtdanuz.” Sizin beş yıldan fazla Ankara’da sokaklarda müzik yapmanız, konserlerinizde bürokratik hava estirmemeniz, dinleyicilerle espri ve atışmalarınız, kısa tişörtlü ve spor ayakkabılı oluşunuza bakıldığında ehl-i harâbâtdansınız gibi geliyor bana. Bu bir tavır mı yerleşik sanatçı profiline karşı, yoksa dervişlik mi? Terk-i dünya edaları mı?
Dervişlik, Sufizm, Hırka, Mürit, Mürşit gibi laflar bana bu zamanda hiç samimi gelmiyor. Tekkeler kapatılınca sırlanmış erenler. Şu zamanda Türkiye’de dervişten çok şeyh var. Şeyhler rant ve para peşinde. Nasıl Allah dostu olur ki bu insanlar. Çok sevdiğim bir Melami şair olan Âmâ Osman Kemali Baba’nın bir şiirinde bu durumu özetleyen bir cümlesi vardır. “Kargo bülbül oldu şimdi gülzâre, bunların ağzını büzsem ağlasam.” Gerçekten de kargalar bülbül oldu artık bu zamanda. Ben ilk sorunuzda cevabımı verdim zaten. Evvela hak için müzik yaparım. Yaptıklarım ortadadır. Herkes kendi duygusuyla dinler. Ve ben müziğimi icra ederken resmî bir kıyafetle icra etmem asla. Hatta sahnenin dinleyicilerden yüksek olması bile beni rahatsız eder. Mesafe koymamalıdır sanatçı seyircisi ve dinleyicisi ile. Ezcümle Allah her şeyi görüyor ve ben ehl-i harabat ehli olanların şiirlerini besteleyen bir müzisyenim sadece.
Tasavvuf ehlinden beslendiğiniz simalar kimler acaba? Bir söyleşinizde Niyâzî-i Mısrî’den çok etkilendiğinizden dem vurmuşsunuz? Mevlâna, Yunus Emre, İbn-i Arabi değil de neden Niyâzî-i Mısrî acaba?
Türkçe denince, daha doğrusu şiir denince aklımıza ilk Yunus Emre gelir. İsmail Hakkı Bursevi “Yunus kendinden öncekilerin sonuncusu, kendinden sonrakilerin öncüsüdür,” der. Mısrî bir şiirinde “Niyazi-i’nin dilinden Yunus dürür söyleyen,” der. Bir şiirinde de “Derya Niyazi-i fusûs, enharıdır varidat,” diyerek hem İbn-i Arabi’yi hem de Şeyh Bedreddin’i anmıştır. Bütün bunları göz önünde tutacak olursak Mısrî hem Yunus’un hem Bedreddin’in hem de İbn-i Arabi’nin yolundan geçerek kendi şiirini yazmıştır. Ben Mısrî divanındaki Arapça şiirler de dahil birçok şiirini besteledim. Herkesin en sevdiği bir şairi vardır, benimki de Mısrî. Ben kendi iç dünyamla Mısrî divanı okuyarak konuşabiliyorum. Tabii ki en güzel kelâm ve tüm kitapların manisi Kur’an-ı Kerim ona şüphe yok. Niyâzî-i Mısrî, aykırı bir sufi olmakla beraber aynı zamanda zamanının büyük velilerindendi. Vecd halinde verdiği vaazlardan dolayı yanlış anlaşılmış ve devletin baskısına maruz kalmış, ayaklarının zincirlenmesine varan çok zor şartlarda sürgün hayatı yaşamış bir zat. Hayatının yarısı Rodos ve Limni adasında, ayağında bukağıyla sürgünde geçmiş. İmanından asla vazgeçmemiş ve Allah’a sığınmıştır her dem. Osmanlı Devleti maalesef onun kıymetini bilememiş. Vefat etmeden önce, “Sülâle-i Al-i Osman’ın inkırazı için dördüncü kat semaya bir kazık çaktım. Benden başka kimse çıkaramaz,” demiş. Ne tesadüftür ki, vefatından sonra Osmanlı duraklama dönemine girmiş̧. Hazret’in mezarı şu an Limni’de, üzerinden bir yol geçiyor. Niyâzî-i Mısrî hiçbir zaman Allah’tan başka kimseden korkmamış, Vahdet ehli, her şeyi açıkça söyleyen celalli bir zat imiş̧. Niyâzî-i Mısrî hakkında yazılmış kitap, makale, tezler ile Niyâzî-i Mısrî’nin kendi elyazısıyla yazmış olduğu hatıraları okurken, Osmanlı’ya ettiği bedduanın nedenini daha iyi anladım. Niyâzî-i Mısrî’nin yaşadığı dönemde Kadızadeliler ve Sivasiler arasında bir mücadele vardı. Sivasiler sufi, Kadızadeliler ise sufi karşıtıydılar. Kadızadelileri bir yönüyle bugünün Selefilerine de benzetebiliriz. Osmanlı hanedanı Kadızadelilerin tarafındaydı. İlginçtir, Sultan Abdülmecid, Mısrî’nin bedduası için, “İnşallah ben de o zatın himmeti ile bu kazığı çaktığı yerden çıkaracağım,” demiş, hatta 1844 senesinde Niyâzî-i Mısrî’nin Limni’deki dergâhını ve türbesini ziyaret etmiş, sonrasında da Limni’ye iyi bir usta göndererek dergâh ve türbeyi bakımdan geçirtmiştir.
Şimdi ben size sorayım sizce Mısrî hayran olunacak bir zat değil mi?
Ne desem “lafı güzaf” olur, o yüzden haklısınız diyorum.
Osman Kemali Baba’nın şiirlerine çokça beste yaptınız. Osman Kemali’de Resulullah sevgisi çok belirgin bir husus. Sizi çeken bu besteler mi oldu yoksa Resulullah sevgisi mi sizi buna itti?
Siz hiç Ehl-i Beyt aşkı için âmâ olmasına rağmen yalın ayak ile İstanbul’dan Necef’e (Kerbela’ya) yürüyerek giden bir zat duydunuz mu? İşte o zat Osman Kemali Baba. Muhteşem bir aşk. Çocukken kör olup, eziyet ve kötülükler içinde bir hayat yaşamış Kemali baba ama asla Allah aşkından, Muhammedi aşktan ve Ehl-i Beyt aşkından vazgeçmemiş. Bilakis sevgisi daha da artmış. Benim hayranlığım bu yüzden işte. Ne güzel diyor şu şiirinde:
Yerler kağıt olsa; ağaçlar kalem
Derdim birer birer yazsam ağlasam
Keder sehpa olsa mürekkep elem
Gamım satır satır dizsem ağlasam
Müzik poetikanız üzerine soruyla devam etsek. Müzik poetikanız, dinî/sufi müziğin tınısına sadık kalarak mı icrayı yeğliyorsunuz yoksa çağın müzikleriyle de harmanlanan bir müzik poetikanız mı var? Caz ve Blues müzikle de hemhal olduğunuz söylenir müzik âleminde.
Çok iyi bir caz dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim. Hem iyi bir dinleyici hem de arşivciyim. Evimde 5.000’e yakın CD-Albüm arşivim var. Cazdan etkileniyorum ama Türk, Hint, Arap, Kürt ve Fars müziğinden de etkileniyorum. İnsanlar bir türe koyamıyor müziğimi, bu da hoşuma gidiyor. Albümlerim çıktığında CD satışı yapan mağazaların bazıları sufi müziği bölümüne, bazıları World müziğine, bazıları Halk müziğine ve bazıları da etnik müzik bölümüne koyuyor. Bu beni sevindiriyor. Buna benim hem geleneksel olan dünya müziğinden hem de modern musikisinden etkilenmem ve feyiz almam sebeptir.
Tasavvuf ve divan şairlerinin dışında günümüz şairlerinden kimleri okursunuz? Günümüz şiirlerinden yola çıkarak beste yapmayı düşündünüz mü hiç? Yoksa şu anki çizgide Seyr-u sülûkünüze devam mı diyorsunuz?
Günümüz şairlerinin şiirlerine besteler yaptığım oldu. Mesela Ülkü Tamer şiirlerini çok severim. Hatta on şiirini besteledim ama vârisleri kaydetmem için izin vermedi. İzin konusu çok sıkıntılı bir konu. Beste yapmadığım ve çok sevdiğim şairler de var. Son iki yıldır Celal Sılay’ın toplu şiirleri başucu kitabımdır. Şiir, müzikten sonra en fazla zaman geçirdiğim şeydir. O kadar çok isim sayılabilirim ki size ama şu sıralar şiirlerini en çok okuduğum şairleri sayayım sizlere: Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Didem Madak, Cahit Koytak, Ali Ayçil, Hilmi Yavuz, İlhan Berk, Mahmud Derviş, Adonis, Sohrab Sepehri, Adnan Şamlu...
Sufinin biri “Nasihat neylesin sana,” demiş ya. Modern insanı, nasihat yöntemiyle etkilemenin zorluğundan dem vurulur. Bu kararmış ve taştan katı kalplere müzik etki ediyor mu sizce? Sufiliğin önemsediği nefsin ıslahına, ya da İnsan-ı Kâmil’e götürür mü müzik çalışmaları, müzik dinlemeleri?
“Nasihat neylesin sana,” diyen sufinin biri, aynı zamanda “İnsan-ı Kâmil olmaya lazım olan İrfan imiş,” der. Burada İrfan kavramını sayfalarca anlatabilirim size. Ama İsmail Hakkı Bursevi’nin sözüyle kısaca bahsedeyim. Hazret “Çıkar kendini aradan kalır seni yaratan,” demiş. Yani biz evvela nefsi emmaremizle uğraşmalıyız. Müzik bu işin doğasında var, daha doğrusu müzik, dünyanın mayasında var zaten. Dünyanın hakikati müzik ile anlaşılır ve duyulur. “Her şeyden yaratılmadan âlemde ses vardı,” denir. Hz. Mevlâna da “Müzik Allah’ın lisanıdır,” der. Kur’an, dünyanın sonunun İsrafil’in “Sur” adlı üflemeli çalgıyı çalarak geleceğini söyler. Hindistan’daki Tanrıların hepsi bir çalgı ile söyleyeceklerini insanlara duyurmuştur. Düşünsenize savaşa bile davullarla gidilmiş. Müzik dünyada yaratılmış her şeyde bir ses var etmiştir. İnsan vücudu da doğal bir müzik sistemi ile yaşar. Kalbimiz düzenli atar. Atmazsa ritim bozukluğu olur. Aldığımız nefes bir tınıdır. İnsan vücudunda en az değişen şey sestir. Ses olmadan müzik var olmaz. Kısacası müziksiz bir dünya var olamaz bence.
Şeyh Galib’in Santur ile ilgili bir sözü vardır. “Yüzlerce ayrılık okuyla harap olmuş bu göğsüm, bir Santur tahtasıdır.” Siz de Şeyh Galib gibi kendinizi bir santur tahtasına benzettiğiniz oluyor mu? Sanatçının yüreği nelerle bezenmeli?
Ruhumuzun ince teli gibidir santur. Santurun tınısı şifadır. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde santurun şifahanelerde kullanıldığını yazar. Benim santur ile bir dostluğum var ama uzun zamandır bir santurinin, santur ile olan bağını kıskanırım. Biraz anlatayım size. Bu santurinin adı Âşık Şeydai. Saz şairlerinden Ülfeti’nin oğlu. Niğde’nin Bor ilçesinde yaşamış. Santurunu o kadar çok severmiş ki seksen yaşına varınca bütün dost ve ahbaplarına santuruyla beraber gömülmeyi vasiyet etmiş. “Bu dünyadaki en yakın dostum beni öteki dünyada da yalnız bırakmasın,” demiş. Dostları bu isteğini geri çevirmemiş ve gerçekten de santuruyla birlikte defnedilmiş üstat. Üstadın santuruyla yaşadığı ne güzel bir aşk ve dostluktur. Santurun göğüs tahtası, insanın sinesi gibidir. Benim için de aşk sinemde hissettiğim bir santur tınısıdır.
Çalışma heybenizden hangi albümler çıktı? Hangi albümlere imza attınız? İleride çalışma heybenizden ne çıkacak? Albüm çalışmalarınız var mı?
Kalan müzik, Ahenk müzik ve Kültür Bakanlığı etiketiyle çıkmış dokuz albümüm var. Santur çalmaya başlayalı on üç yıl oldu. On beşinci yılımda özel bir albüm yapmak istiyorum. Hem yapacağım bestelerimin ve daha önceki çalışmalarımın da hikâyelerinin de yer aldığı bir kitap olacak hem de albüm olacak. Bunun için şimdiden sponsor arayışına girdim. Belki bu röportaj sayesinde sesimi duyan olur.
Buna vesile olursak, biz de mutlu oluruz.
Ayrı Dilden Aynı Gönülden albümünüz ilginç tınılara ve farklı dillere ses vermiş. Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Farsça melodileri seslendirmeniz aslında sizde mündemiç olan kimliği, evrenselliği ve ötekiyle kurduğunuz kardeşlik hukukunu da göstermesi açısından çok anlamlı bir albüm. Bize bu albümün hazırlanışından ve içeriğinden bahseder misiniz?
Ankara’da sokakta müzik yaparken de farklı dillerde şarkı söylerdim. Müthiş bir keyif alırım. Dinleyicilerim benim farklı dillerde şarkılar söylediğimi bilir ama ben bir de albüm olarak bir çalışma yapmak istedim. Albümü yapmaya karar verdiğim zamanlarda Kültür Bakanlığı’nın 29 yaş altına “Gençdes” adıyla destek verdiğini duydum. Ben de başvurdum ve albümü kaydettim. Epey de beğenildi ama ben Türkiye’de özelikle dil konusunda çok salakça bir tepki veren topluluğa da şahit oldum. Mesela sokakta Kürtçe bir şarkı seslendirdiğimizde bazı insanlar bizi dövmeye kalktı. Bir seferinde bir belediye sponsorluğunda konsere çıkarken bir görevli gelip “Biliyorsunuz bu aralar İran ile aramız bozuk, Farsça söylememeniz gerekmiş diye bilgi geldi,” dedi. Bir ara Pendik’te enstrümantal müzik yapan sokak müzisyenlerini dövmüşlerdi. Nedeni de Yahudi ezgisi çaldıkları için. Bunlar küçük örnekler tabii. “Müzik Allah’ın lisanıdır,“ diyor Hz Mevlâna. Kimse ders çıkarmıyor. Yani Türkiye’nin Ermenistan, Yunanistan ve İran ile ilişkileri kötü diye Yunanca, Ermenice, Kürtçe şarkılar söylemeyelim mi? Tam tersine söylemeliyiz inadına çünkü bizi birleştiren, barışa ve kardeşliğe götüren şarkılarımızdır.
Siz santuri kimliğinizin dışında şiirle, öyküyle ve dünyanın farklı müzik tınılarıyla da hemhal olan bir sanatçısınız. Bir de Dergâh dergisinde “Bir Ressamın Hikâyesi” isimli öykünüz var. Dünyaca tanınmış ama Halfetililerin pek kadri kıymetini bilmediği Siyabend ressamın sular altında kalan memleketiniz Halfeti’ye karşı olan tutkusunu, verdiği mücadeleyi ve de ölümü dramatik bir sahneyle bitirdiğiniz hikâyeden bahsedelim biraz. Bu öykü vesilesiyle Hasankeyf ve Halfeti’nin sular altında kalışına dair cevabınızı sonrada öyküye olan ilginizin nasıl başladığını ve öykü yazmaya devam edip etmediğinizi sormak isterim?
Halfeti’de doğdum ve büyüdüm. On yedi yaşına kadar Halfeti’de yaşadım. Halfeti’nin hikâyesi hüzünlü. Düşünsenize yaşadığınız bir yerde “baraj yapılıyor boşaltın” denilse nasıl bir tepki verirdiniz. Hatıralarınız da sular altında kalıyor. “Bir Ressamın Hikâyesi”nde bunu anlatmaya çalıştım. Sanırım öykü yazmayı beceremiyorum. Nedenini bilmiyorum ama yazıp siliyorum. Öykü konusunda 50 kuşağını severek okuyorum. Üç yıl önce Feyyaz Kayacan’ın ve Selçuk Baran’ın toplu öykülerini okuyunca mest oldum. “Ben de böyle öyküler yazmak istiyorum” dedim ama sanırım daha çok çalışmam gerek. Öykü kitabı yazamasam da 2018 yılında sokakta müzik yaparken tuttuğum günlüklerden ve notlardan oluşan Sokaknâme adlı kitabım çıktı.
2018 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Sokaknâme isimli bir hâtırat kitabınız var. Sıcak ve samimi yüklü bir anlatımı var bu kitabınızın. Halfeti’den çıkıp 2007-2014 yılları arasında sokak müziği yaptığınız Ankara’ya, oradan santur ve edebiyat eğitimi için gittiğiniz Tebriz’e ve ardından da İstanbul’a geçen hayat serüveniniz işleniyor kitabta. Şair İlhan Berk "Bak işte bu sokaktır senin ruhun diyorum," der ya, Sokaknâme sizi anlatan bir ruh mudur, desem ne dersiniz acaba?
Sokaknâme bir sokak müzisyeninin on yıllık macerasıdır. Onlarca defterde biriktirdiğim hatıralarım ile müzik, dostluk, hayat adına öğrendiklerimi yazdığım bir kitaptır. Beni anlatan bir ruhtur tabii ki. Her ne olursa olsun hayallerinin peşinde koşan bir müzisyenin hikâyesidir.
Divan ve halk şairleri ile mutasavvıflar, şiirlerinin sonlarında kendi isimlerini de zikrederek tavsiyeler veya son vuruşlarını yaparlar genellikle şiirlerinde. Sizin son sözünüz cümle yârenlere olsun. Cümle yârenlere nedir niyazınız?
Bir şair eğer iyi bir şairse; tek mısrasıyla bütün şiirlerini özetlemiş olur. Örnek verecek olursam:
Sohrab Sepehri: “Nerede olursam olayım gökyüzü her zaman benimdir.”
Ülkü Tamer: “Bana çiçek gönderme bir kuş ağacı gönder.”
Niyâzî-i Mısrî: “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.”
Müzikte de besteler vardır. Şuna inandım artık Yak Sinemi Ateşlere ve Biraz da Santur Anlatsın adlı bestelerimin ben öldükten sonra da ölmeyeceğine inanıyorum. Cümle yârenlere son sözüm şudur: Siz siz olun bu dünyada öldükten sonra da varlığınızı yaşatın. İlla sanatçı olmanız da gerekli değil. Bu dünyada öldükten sonra iyi bir insan olarak anılmak bile en güzel eserdir.