Kitabın sunuşunda da bahsediyorsunuz kısaca ama şimdi üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, Corona salgınının sıkıntı "kültürümüzü" nasıl etkilediğini gözlüyorsunuz? Yeni sıkıntı tecrübeleri?
Kitabı yayınevine göndermek üzereyken başladı salgın ve gerçekten de sıkıntı kelimesinin çok daha sık telaffuz edilir hale geldiği bir dönem oldu bu. Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde değişen seviyelerde karantina uygulamaları, evde kalabilenler ile çalışmaya devam edenler arasında büyük bir yarılma olsa da evin gündelik hayattaki varlığının çokça artması, kaçış alanlarının ve sosyal aktivitelerin azalması, form değiştirmesi; tüm bunlar sıkıntıyı bu dönemin duygu dünyasında daha görünür bir konuma oturttu. Şimdiki zamanın kaygılarla ağırlaştığı, geleceğin her anlamda belirsizleştiği, mekânların daraldığı, sokağın ve sosyal hayatın kısıtlandığı, bedenlerin ve bir aradalığın artan biçimde bir kaygı kaynağına dönüştüğü tuhaf bir dönem yaşıyoruz. Seçilmiş ya da seçilmemiş insanlarla veya yalnız başına evlere ve belirsiz bir zamana sıkışmanın sıkıntıyı gündeme taşıması kaçınılmaz. Nihayetinde, Türk Dil Kurumu’na göre bile sıkıntının ilk tanımı “işsizlik, tekdüzelik, bezginlik vb. sebeplerden doğan ruhsal yorgunluk, cefa, eziyet”.
Bu süreçte Twitter’da #IAmSoBored hashtagi küresel ölçekte yaygınlaştı, internette “karantina sıkıntısı”nı aşmanın yolları üzerine videolar, izolasyondan doğan anksiyete ve sıkıntı ile başa çıkmanın yöntemleri üzerine yazılar yayımlandı. İnsanlar tek tek pirinç tanelerini saydıkları veya kendi kendileriyle kadeh tokuşturdukları videoları paylaştı, “küresel salgında sıkıntıyla savaşmak için milyonlar Netflix’e üye oldu” diye haberler çıktı, “sıkıntı sizi bir sanatçıya dönüştürebilir” başlığıyla online derslerin reklamı yapıldı. Türkiye’de salgının ilk günlerinde sosyal medyada paylaşılan bir görselde, tıbbi bir eldivenin üzerine yazılmış “Can sıkıntısı solunum sıkıntısından iyidir. Evde Kal!” yazısı dikkat çekiciydi. Bu paylaşımın altındaki yorumlardan biri de “Evde kalınca geçim sıkıntısını ne yapacağız peki?” idi. Tüm bunlar, kimin nerede ve neden sıkıldığı, kimin ne kadar sıkılmaya vakti olduğu, sıkıntıya karşı hangi panzehirlerin bulunduğu veya sunulduğu gibi soruları hatırlattı ve sıkıntının dağılımının toplumda halihazırda var olan farklılıkları ve eşitsizlikleri de takip ettiğini gösterdi bir kez daha.
Can sıkıntısı, geçim sıkıntısı, aile ile eve kapanmanın sıkıntısı, siyaset ve arzu alanlarının belli bir ölçüde tıkanmasının ve fiziksel izolasyonun getirdiği sıkıntı… Sıkıntının birçok farklı çeşidi kâh birbirleriyle çelişir kâh iç içe geçer bir halde bu döneme damgasını vuruyor. Bu dönemin “sıkıntı kültürü”ne dair düşündürdüklerini iki temel hatta toplayabiliriz belki. Birincisi, nasıl ki salgının etkisi her kesim üzerinde aynı değilse ve sosyal-ekonomik etkenlere göre farklılık gösteriyorsa, salgın döneminin sıkıntısı da benzer bir asimetriyi takip ediyor. Ama bir yandan da sıkıntı, belki birçok başka duygulanım ve tecrübe gibi, hiç olmadığı derecede kolektif bir şekilde deneyimleniyor bu dönemde. Yine bu dönemde ortaya çıkan yaratıcı üretimlerin, dayanışma ağlarının ve hatta geniş çapta isyanların bir yönüyle de bu kolektif sıkıntı deneyimi ile ilgili olduğunu söylemek mümkün.
Bu da “sıkıntı yok” demektense sıkıntıları ortaya çıkaran koşullara bakmaya, onları dile dökmeye, panzehirleri kolektif olarak aramaya itebilir belki. Son birkaç yıldır gündelik hayattan siyaset diline kadar hegemonyasını kurmuş “sıkıntı yok”a karşı, “sıkıntı var” demek, onu hem bir deneyim hem de bir kavram olarak gündeme taşımak bu yüzden de heyecan verici.
Sıkıntı tecrübesi dedik ya ilk soruda... kitaptaki yazıların önemli bir bölümünde, sıkıntı bir tecrübe, bir pratik olarak ele alınıyor. Sadece bireysel değil, toplumsal bir tecrübe. Varsın biraz tekrar olsun, bu konuda bir şeyler söyleseniz...
Felsefeden psikolojiye, sanattan nörobilime birçok disiplinin sebepleri ve semptomlarını tarih boyunca farklı şekillerde açıkladığı bir durum sıkıntı. Örneğin, uyaran eksikliğinden ve rutinlere sıkışıp kalmaktan kaynaklan ve çoğunlukla “tedavi edilebilir” bir durum olarak görüldüğü psikoloji alanında, ev, fabrika, üniversite ve ordu gibi çeşitli bağlamlarda üzerinde çalışılan bir olgu. Bir yandan da son yıllarda, gittikçe artan şekilde bir dizi kişisel gelişim kitabı ve çevrimiçi platform, insanlara hem sıkıntıdan kurtulmanın “altın kuralları”nı, hem de akıllı telefonlarımızla ötelediğimiz sıkıntıya yeniden kucak açarak nasıl daha “sağlıklı ve üretken” olabileceğimizin yöntemlerini sunuyor.
Eleştirel teori alanında, sıkıntı, modern kent deneyiminin tanımlayıcı bir özelliği olarak kavramsallaştırıldı. Endüstri Devrimi ile birlikte, sıkıntı, artık boş zamanlarının bolluğu yüzünden -veya sayesinde- sıkılabilen zenginlere özgü bir deneyim olmaktan çıkarak “demokratikleşmiş” ve herkesin yaşayabileceği bir deneyim haline gelmişti. Bir yandan da gündelikleşerek, kendisine benzeyen daha eski kavramların sahip olduğu metafizik çağrışımlarından arınmıştı.
Kitaptaki yazılar sıkıntının ne olduğundan ziyade, sıkıntının içinde bulunulan duruma, tarihsel, sınıfsal, kültürel ve toplumsal cinsiyete bağlı olarak şekillenen bir deneyim olarak nasıl kurulduğuna bakıyor. Sıkıntının hissedildiği, temsil edildiği, dile geldiği anları analiz etmek, bu coğrafyaya dair bize neler söyleyebilir? Bu çerçeve deneyimlerin, duygulanımların hiçbir zaman sadece “bizim” olmadığı, hep bir ilişkisellik içinde kurulduğu fikrinden besleniyor elbette. Böyle bakınca can sıkıntısı ile toplumsal “sıkıntıların” birbirlerinden ayrıldığı değil, ayrılamadığı noktalara bakmak daha kışkırtıcı.
Dolayısıyla, kitabın çerçevesinin iki ana ekseni olduğunu söyleyebiliriz: sıkıntının toplumsallığı ve sıkıntının potansiyeli. Modern deneyimin ana bileşenlerinden kabul edilen; bıkkınlık, problem, anlam kaybı ile ilişkilendirilen; depresyon, yalnızlık, melankoli ve ilham eksikliği ile bağlantılı; aslında eleştiri ve isyan ile irtibatı da kuvvetli sıkıntı, modernitenin Türkiye’ye özgü veçheleri, mekânları, zamansallığı ve öznelik biçimlerine dair ne gibi ipuçları sunabilir? Yazıların etrafında dolaştığı sorulardan bazılarını daha ayrıntılı sıralarsak: Sıkıntı üreten veya sıkıntının atfedildiği “şeyler” ve mekânlar bize ulus-devlet, modernite, kamusal alan ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair neler söyleyebilir? Kapitalist tüketim toplumu ve egemen siyaset biçimlerinden bunalmadan onları nasıl alaşağı edebiliriz? Serbest zaman dikkat ekonomilerinin dayatmalarının dışında nasıl örgütlenebilir? Şiir, roman ve sinemanın sıkılan karakterleri bize sıkıntının farklı dönemlerdeki nedenlerine; bu coğrafyada taşra ile şehir, ev ile kamusal, kişisel ile politik, gelenek ile gelecek arasında sıkışmanın biçimlerine dair neler söyler? Sıkıntı eleştirel bir dil kurmada etkili, sanatsal pratikte mobilize edilebilecek bir araç olabilir mi; sıkıntı yaygın olarak düşünüldüğü gibi atıllaştırmak yerine harekete geçirebilir mi?
Hem girişte bahsettiğiniz, hem yazılar seçilirken gözetildiği aşikâr olan bir şey, sıkıntının hem "olumlu" hem "olumsuz" yanlarına eğilinmesi. Sıkıntının bunaltan, bastıran, âtıl kılan yanlarına karşı, yaratıcılığa, bir çıkış aramaya iten yanlarına da bakılması. Bu teraziyi nasıl kurduğunuzu anlatır mısınız? Hem kitabın konularını saptarken, hem kendiniz hayata bakarken...
Kitabın çıkış noktası tam da dediğiniz gibi sıkıntının sadece anlamsızlık ve atıllıkla flört eden negatif bir duygu/deneyim değil, aynı zamanda zamanı farklı biçimlerde örgütleme, mesafe alma, yeni deneyimlerin eşiğini atlama gibi eylemlere ışık tutabileceği fikri. Yani onu Kierkegaard’nun dediği gibi “tüm kötülüklerin kaynağı” olarak görmek yerine, Benjamin’in sıkıntının “deneyimlerin yumurtasını çatlatan bir rüya kuşu” olabileceği, ortak deneyimi yeniden canlandırabileceği yönündeki fikrinin peşinden gitmek… Bir çoğumuz için tanıdık bir durumdur aslında: kişisel veya toplumsal olarak dile gelen sıkıntı, içinde bulunulan duruma karşı bir isyana dönüşebilir, değişimi tetikleyen duygu dünyasının önemli bir bileşeni olur. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Selim Işık’ın ağzından şöyle duyarız buna benzer hisleri: “Sıkılırken dinlendiğimi anlamıyorum. İçimin yeni heyecanlar için dolduğunu hissetmiyorum. Fakat, bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum kendimi. İçimde bir Selim ölürken kalan bütün gücüyle yeni bir Selim yaratıyor.”
Sıkıntıya dair var olan literatürde kabaca iki hattan bahsedebiliriz. Bu hatlar aslında çokça birbirinin içine geçiyor olsa da, bir yanda sıkıntının anlam kaybı ve hiçlik ile olan ilişkisine odaklanan, onu karşı-devrimci olarak gören hat; diğer yanda ise onun harekete geçirici, itici gücü ile ilgilenen, sıkıntının örgütlenebilirliğine bakan hat. Gardiner ve Haladyn’in Boredom Studies Reader’ının da gösterdiği gibi bu ikinci hattın ve genel olarak sıkıntı üzerine var olan literatürün genişlemekte olduğunu görüyoruz; ki bu da bana kalırsa içinde bulunduğumuz dönemde politikanın sıkıntısına karşı, sıkıntıyı politikleştirmek çerçevesinde oldukça heyecan verici.
Ne gibi yankılar aldınız? Beğenme-beğenmemeyi kastetmiyorum... Size ulaşan, ilgiye değer, sizi düşündüren yorumlar var mı?
Henüz yeni yeni ulaşıyor insanların eline kitap ama şimdiden birçok kişinin sıkıntı mefhumu üzerine halihazırda düşündüğü veya düşünmeye hevesli olduğunu, bu tartışmanın belki de biraz çocuklukla yetişkinlik, kişisel olan ile politik olan, iş ile boş zaman ilişkisini düşünmeye vesile olduğu için kafa açtığını görmek sevindirici. Kitapta, mekân/zaman, siyaset, edebiyat ve sinemaya eğilen dört bölüm kapsamındaki yazılar oldukça farklı yerlerinden tutuyor sıkıntıyı, sıkıntının kavramsal filtresinden çok çeşitli konulara bakıyor. Örneğin, taşra, şehir, sürgün, meyhane, derslik gibi sıkıntı mekânlarından, “sıkıcı” ve “ilginç” sıfatlarının tarihselliğine, edebiyatta Edip Cansever, Zabel Yesayan, Safiye Erol gibi yazarların sıkıntıya dair düşündürdüklerinden, sıkıntının sinemada Nuri Bilge Ceylan, Ali Kemal Çınar gibi yönetmenler ve sinemanın sıkılan kadın karakterleri üzerinden okunduğunda estetik, isyan ve toplumsal cinsiyete dair söyleyebileceklerine ve sıkıntının siyaset dili, siyasi aktörler ve serbest zamanın örgütlenmesi ile ilişkisine uzanan geniş bir yelpazede yer alıyor yazılar. Aynı zamanda hikâye, şiir ve görsel işler de var her bölümde. Okuyucuların sıkıntıdan sıkılmamasını sağlayacak bir çeşitlilik olduğunu umuyorum bunun.