Canım Sıkılıyor, Sıkılsın!

Derviş Aydın Akkoç, 2015’te “Can Sıkıntısı” adlı bir yazı yayımlamış. Canımız sıkıldığında onu nasıl geçiştirdiğimizi, onca dert varken şımarıkça, hatta belki küçük burjuvaca bulunur diye can sıkıntımızı nasıl kendimize saklayıp kimseye söylemediğimizden bahsetmiş.

“Nedenleri sorgulamak ruhu takatsiz düşürür,” demiş Akkoç. O yüzden can sıkıntısının birçok sebebini saptamadan önce, onu nasıl geçiştirdiğimizi anlatmış: Film, dizi, alkol, okul, iş, yürüyüş, kitap, dergi, yemek, seyahat… Can sıkıntısından bir an önce kurtulmak için kendimize nasıl imitasyon kahkahalar ve anlık meşgaleler yarattığımıza örnekler vermiş. “Ama can sıkıntısından kurtulmak mümkün değildir,” diye de eklemiş Akkoç. “En fazla ertelenir.”

Benjamin’in “Uyku bedensel gevşemenin doruğuysa eğer, can sıkıntısı zihinsel gevşemenin doruğudur. Deneyim yumurtası üstünde kuluçkaya yatan bir hayal kuşudur can sıkıntısı” sözü alıntılanmış yazıda. Bu söz bize ne söyler?

Can sıkıntısı zihinsel gevşemenin doruk noktasıysa eğer, can sıkıntımızı geçiştirmek zihnimizi meşgul tutmaktır diyebiliriz. Ancak ve ancak zihnimiz yeterince meşgulken -gerektiği kadar- farkında olmayız etrafımızın. Gevşeme yoksa, yoğunlaşma vardır. Bu yoğunlaşmanın ucu, kapitalizmin bizi çağırdığı renkli eğlence dünyasına çıkabilir. Böylelikle can sıkıntımız, aklımızın ücra köşelerine sürülür, ertelenir. Gevşeme varsa, iliklerimize kadar hissederiz can sıkıntımızı. Yapıcı bir rahatsızlık verir. Eyleme geçirmek, adım attırmak ister.

Can sıkıntısı, kaçınılması gereken, yıkıcı bir şey değildir. Akkoç’un da anlattığı gibi, “can sıkıntısı yetinmemektir, kalıplara dar gelmek, sunulmuş olana sığamamaktır”. Daha iyiye ve daha güzele ulaşılabileceğine duyulan heyecan ve inançtır. Can sıkıntısını kabullenip onun içine girmek ise, kişinin varabileceği potansiyelini daha fazla oyalamamayı seçmektir.

***

Yazı, “İnsan sırf canı sıkıldığı için yeni ve bambaşka bir dünya yaratmaya kalkışabilir mi? Acıdan, intikamdan, umuttan ya da öfkeden değil de kurucu ve pozitif içeriklere sahip bir can sıkıntısından doğmuş bir hayat…” sorusuyla bitmiş.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Kısa cevap, bence: Evet, kalkışabilir.

Akkoç’un da düşündüğü gibi kafa dağıtmak yerine kafamızı toplasak, tam şu an, ne hissederdik acaba? Vaziyetimize bir bakalım: Kendi yararımıza olmayan sebeplerle evlere kapatıldığımız günlerdeyiz. Yaz aylarının hatırına, gelecek okul dönemi de çevrimiçi olacak belki. Önümüz Gençlerin bir kısmı geleceksizlikle baş etmeye çalışırken ülkeden gitmenin yollarını arıyor, gidemeyen çabalamaya devam ediyor. Döngü sürüyor. Hayal etmeye ne zaman ne de imkân var gibi görünüyor. Yine de yalnız kalabildiğim anlarda, daha iyinin ve daha güzelin arzusunda bulmuyor değilim kendimi. Haliyle canım sıkılıyor. Bu durumda can sıkıntımı bir kaldıraç olarak kullanıp, onun sayesinde bir adım atmam gerek fakat atamıyorum. Bunun sebepleri neler olabilir?

Can sıkıntımızı bir adım ileri taşımamıza olanak vermeyen, hayal kuşumuzun görünmez bir kafeste tutulduğu bir dönemdeyiz. Sonsuz bir döngüye hapsolmuş gibi görünen bir kafes bu. Tümüyle karamsar olmayan, bir yandan da ümitvar bir döngü. “Elbet bir gün”lere bulanıp, miladı dolmuş hikâyeler dinlediğimizi sandığımız bir döngü. Oysa bir hikâyenin miladı kolay kolay dolmaz.

Soruya döneyim… Belki ilk sebep, canımızın sıkıldığını net olarak fark etmiyor oluşumuzdur. Can sıkıntısı kendini ufaktan göstermeye başladığı an kendimizi dizilerin, dergilerin, sosyal medya kanallarının kucağına atıyor oluşumuzdandır belki. Yanlış anlamayın, hor görmüyorum; zira aynısını ben de yapıyorum. Bizim gibi görünen ama bizim olmayan boş vakitlerimizi dolduruyorum. Hep meşgulüm çünkü hep meşgul kalmaya çalışıyorum. Canımız şöyle okkalı bir şekilde sıkılamıyor. Aynı şekilde doya doya mutsuz da olamıyoruz. Sanki hep neşe gerek. Sanırım bu sebeptendir ki, hayatlarımıza şöyle uzaktan bir bakış atıp neyin olup neyin olmadığını görmekten çekiniyoruz. Sömürgeleşen boş vakitlerimizden sıyrılıp canımızın sıkıldığını kabul etsek, çıplak gerçeği göreceğiz ve vaziyeti değiştirmek isteyeceğiz belki de. Bu da, hakkını verelim ki, oldukça çetin bir iş.

Can sıkıntısına alışmış olmak da bir olasılık. Sonuçta herkesin kendini gündelik meşgalelerine kaptırıp can sıkıntılarının farkında olmadığını sanmak acemice bir hata olur. Belki de bazılarımız -buna ben de dahil olabilirim- can sıkıntısının da farkındadır, hatta hayatının bir döneminde bununla barışmayı da denemiştir fakat olmayınca olmuyor deyip yılgınlığa kapılmıştır. Can sıkıntısıyla yaşamak, dönemsel arafta kalmak gibi geliyor bana. “Sizin benim bu ülkeye dair umutlarımı tekrar yeşertmeye ne hakkınız var!” diyen bir sosyal medya kullanıcısı vardı Twitter’da. Şakayla karışık, biraz da onun gibi.

Bir diğer sebep ise en başta sözünü ettiğimiz paylaşmama hali olabilir. Can sıkıntımızdan utanıyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz. Oysa diğerlerinin de -anlık bile olsa- canı sıkılıyor olabilir. Tüm canı sıkılanlar birleşse mesela… Mutsuzluğumuzdan utanmadan bir araya gelip canımızın sıkılmasına izin versek; sonra düşünsek, canımızın sıkılmaması için ne yapabiliriz? Yara bandı değil, sahici bir çözüm! Çok canlandırıcı olmaz mıydı?

***

Can sıkıntısı kötü bir şey değildir demiştik. Canımızın hiç sıkılmadığını sanmak çok daha kötüdür bence. İnsan, hayatının herhangi bir döneminde doyum noktasına ulaşır mı, inanın bilmiyorum fakat bir kez doymuş hissetmeyegörelim, hareket etme niyetimizden vazgeçeceğimizi sanıyorum. Karamsar olmaya çalışmıyorum fakat “öfkeli değilseniz, dikkatinizi vermiyorsunuz demektir”[1] derler ya hani; canınız sıkılmıyorsa, kafanızı iyice toplamamışsınız demektir. “Hareket etmeyenler zincirlerini fark etmezler” misali daha yoğun bir rüya halinde olsak, görünmez kafesi de hissetmez, ara sıra dipten gelen can sıkıntılarımızla yaşamayı öğrenmiş olurduk. Bu durumda da can sıkıntısı var olmaya devam ederdi ama şiddetle hissedilmezdi. Ek olarak, can sıkıntımıza sebep olan her şey ortadan kalkmış olsa, halihazırda en güzel ve en iyiye sahip olduğumuz bir dünyada canımız da sıkılmazdı herhalde.[2] Gelgelelim ki bu pek mümkün değil. Dünya bir ütopya olmadığı sürece, canımız hep sıkılacak. O halde vasat hayatlarımıza makyaj yaparak bir fırça darbesi daha vurmaktan vazgeçip, onu olduğu gibi görebilir miyiz? Veya bunu ister miyiz? İsteyelim. Gelin, canımız sıkılsın.

İşin aslı, kapitalizmin bizi meşgul tutan her türlü eğlence “nimetini” bir kenara bırakıp kendi hayatlarımızla yüzleşmek, en basit tabiriyle, zor ve yıpratıcı olacaktır. Yine de deneyim yumurtamızın iyileştiriciliğine güvenmeyi seçebiliriz. Kafamızı topladıktan sonra can sıkıntımızla barışır, canımızın gerçekte neden sıkıldığını anlarız. Bundan sonra tahminen iki seçeneğimiz olacaktır: Ya alışık olduğumuz gibi can sıkıntımızı geçiştirmek için bir yol arayacağız -ki bu seçenek modern insan için hiç zor değildir-, ya da can sıkıntımızdan kaçmayıp, onu dönüştürmeyi seçeceğiz. Can sıkıntımızı nasıl dönüştüreceğimize dair cevabı herkesin kendi düşünmesi gerektiğine inanıyorum çünkü herkesin bilgi ve becerisi biricik. Öte yandan herkeste benzer olan ilk adım, yarattığımız imajlardan sıyrılıp hayatlarımızla yüzleşmekten geçiyor olabilir.

***

İyiye ve güzele dair inancını eskisi kadar güçlü hissedemeyen bir sürü gencin yaşadığı ülkede, gençlere adanmış bir bayram kutlanıyor: 19 Mayıs. Biraz üzgün, bolca öfkeli, çokça yorgunuz ama 24 yaşında Türkiyeli bir genç olarak kendi adıma konuşacaksam: Ne hikmetse hâlâ çok açım, canım hâlâ çok sıkılıyor ve biliyorum ki yalnız değilim. Canımızın sıkılması, hiç sıkılamamasından kesinlikle daha iyi. Hâlâ aç olduğumuzu gösteren bu sıkıntı, belki de duygudaşlarımla anahtarımız olacak. Can sıkıntımızdan doğan daha iyiye ve daha güzele duyduğumuz bu hasret, bizlere devam etmek için ihtiyacımız olan gücü verecek. Bu güç, ulaşılması inanılmaz zor olan ilahi bir güç de değil üstelik. İnsan, kaçınılmaz olanı ertelemeyi bırakıp can sıkıntısıyla yeni ve bambaşka bir dünya yaratmaya kalkışacaktır cevabını vermiştim ya hani; tam şu saniyede bile, bahsettiğim o güce sahip olan ve yeni dünyayı yaratmaya kalkışan cüretkârlar var aramızda. Çok uzakta da değiller üstelik… Sokakta, kampüste, ofiste, evde, her yerde!


[1] “If you are not angry, you are not paying attention”.

[2] Bu noktada insanın doyumsuz olduğunu söyleyenler olacaktır fakat insan doğası konusu, beni ve bu yazıyı aşıyor.


Görsel: Piyapong89/Shutterstock