“Bugün de aynı dün.” Adana Altın Koza Film Festivali’nde en iyi film, en iyi yönetmen ve senaryo ödüllerini alan Sanki Her Şey Biraz Felaket (2023) filminin baş karakterlerinden üniversite öğrencisi Zeynep’in, film boyunca günlüğüne yazdığı cümlelerin ilki. Umut Subaşı’nın yönetmenliğini yaptığı film, her birisi yalnız kaldığında hüngür hüngür ağlayan dört gencin kesişen hayatlarını anlatıyor. Günlük tutan ve ilk cümlesini de hep “Bugün de aynı dün” şeklinde kuran Zeynep, ailesine ait bir evde kalıyor. Zeynep sıkılıyor, çünkü aradığı aşkı bulamıyor. Çareyi astrolojide bulmuş. Zeynep’in sıkıntısı sadece aşksızlık da değil. Memleketin tekrara düşmesinden de çok sıkılıyor Zeynep. Bunlara ek olarak birilerinden ilgi görmek, dikkate alınmak istiyor. Bunların en başında da ev arkadaşı Ayşe geliyor. Ayşe de çok sıkılıyor. Onun sıkıntı kaynağı ise ülkenin ta kendisi. Zira yurtdışına gitmeye çalışıyor. Filmden anlaşıldığı üzere ara ara çeviri yaparak geçinen Ayşe, evin dışında tanımadıklarıyla İngilizce konuşuyor. Belki pratik yapmak, belki kendisini başkalarından ayrıştırmak için. Onu tam bilemiyoruz. Ayşe’nin bir kafede hesabı İngilizce istemesi üzerine onunla konuşup numarasını vererek Ayşe’yle (kendisini Afgan turist Lina olarak tanıtıyor) ilişki kurmaya çalışan Mehmet de sıkılıyor… Ayşe ve Zeynep’ten farklı olarak Mehmet’in bir işi, evliliği var. O da orta sınıfın monotonluğundan sıkılmış durumda. Tam da bu nedenle kendisini Afgan turist Lina olarak tanıtan Ayse ile muhabbeti derinleştirmek, sıkıcı hayatına heyecan katmak peşinde. Mehmet’in ilkokul arkadaşı Ali ise iş bulamamaktan ve kendi deyimiyle “bir baltaya sap olamamaktan” sıkılmış durumda. Üstelik bu kendi suçu mu onu da bilmiyor. Sıkıntısını şans oyunlarıyla gideriyor. Zeynep’le tanışması da şans oyunları vesilesiyle oluyor. Bir gün şans oyunu oynarken Zeynep ondan yardım istiyor. Sonra bir yere oturup arkadaş ve belki de sıkıntı ortağı olmanın ilk adımını atıyorlar. Ali’nin iş bulmasına vesile olacak parayı Zeynep’ten almasıyla da olaylar gelişiyor ve iki ayrı çift, sadece filmin sonunda dört kişi olarak bir araya gelebiliyor, yalanlar ortaya çıkıyor ve ardından film bitiyor.
Ece Vitrinel’in BirGün’de yazdığı üzere belli bir yaşın üzerindeki nesiller için bunlar pek de sıkıntı sayılmaz. Ece Hoca’nın annesinden aktardığı gibi, önceki nesillerin hayatında “depresyon yoktu”. İnsanlar okulunu bitirir, işe girer ve evlenirdi. Milliyetçilik sosuyla ve başka sınıfsal saiklerle gençlerin sıkıntısına yönelik benzer itirazlar sokak röportajlarında da bugün karşımıza çıkıyor. “Çıkar telefonunu göster!” tehdidiyle ülkeden şikâyet eden gençleri utandırmak ve köşeye sıkıştırmak isteyen “dayılar” ve siyasetçiler, günümüzdeki “sıkıntıların” gelip geçici olduğunu, aslolanın vatan sevgisi olduğunu, vatanını seven insanın mutsuz olamayacağını ve haliyle gençlerin “boş yaptığını” söylüyorlar.
Subaşı’nın filmi ise yolları öyle ya da böyle kesişen gençlerin haklı olarak sıkıldığını, sıkıntılarının boş olmadığını gösteriyor. Film, gençlerin hem kendilerine hem de başkalarının haline sıkılabildiğini göstermesi açısından da önemli, çünkü karakterlerin sıkıntıları varoluşsal değil. Ulusal bağlamla, mekânla ve ekonomiyle alakalı. Tabii asıl mesele ve soru, başkalarının haline sıkılmanın politik olarak nereye vardığı. Film buna net bir yanıt vermese de (belki derdi de o değil zaten) sıkıntının o kadar da kötü olmadığını ve küçük yakınlaşmalarının önünü açabildiğini göstermesi açısından hoş.
Peki nedir filmdeki gençleri sıkan? Yukarıda bahsettiğim durumlar tabii ki evrensel. İşsizlik, göç edememe ve ülkeye sıkışma, orta sınıf bunaltısı ve ilişkisizlik. Bunlar dünyanın her yerinde mevcut. Ancak Subaşı’nın filmi, Türkiye’ye özgü sıkıntıları da bizimle paylaşıyor ki bunların başında “siyasetsizliğin sıkıntısı” var gibi geliyor bana. Bakmayın ülkedeki haber kanalının fazla olmasına, her gün yeni “olaylarla” bizleri “eğlendirip” düşündürmesine ve idare etmesine. O kadar fazla sayıda haber kanalı olması, tam da siyasetsizliğin bir göstergesi olabilir mi? Her mahalle kendi kitlesini “eğlendirip” kendi hakikatini aktarıyor. “Bugün de aynı dün” çünkü ülkede insan hakları ihlalleri devam ediyor. Siyaset kültür savaşlarına sıkışmış durumda. Gençleri sadece oy deposu olarak gören ve siyaseti onlar için ve onlarla beraber komik TikTok videoları çekmeye indirgeyen bir muhalefet, en az iktidar kadar sıkıcı. Muhalefet medyasının yorumcuları –hakikat peşinde koşan gazetecileri ayırmak gerekir– her akşam aynı sıkıcılıkta birbirlerini onaylıyor. Yani özetle, sıkıntı büyük! Ve tekrar etmek gerekirse, filmdeki gençlerin sıkıntısı varoluşsal bir sıkıntı değil. Bizzat mekânla, ulusal bağlamla ve ekonomi politikle bağlantılı bir sıkıntı. Tam da o nedenle politik olarak ciddiye alınması gerekiyor.
Tekrarın ve siyasetsizliğin sıkıntısı
Seçim ve anket bağımlısı olmuş memlekette, seçimlerden sonra kiminin politik depresyon, kiminin hissizlik dediği bir durum ortaya çıktı. “Haberlere bakmıyorum!” “Vallahi bıktım, gidiyorum ülkeden” gibi serzenişlerle kendisini belli eden bu hissiyat, filmde gösterişsiz bir halde ve karakterlerin ağlamaları olmasa gayet sessiz bir şekilde kendisini gösteriyor. Sıkıntının hali o kadar durağan ki, karakterleri neredeyse hareket ederken hiç görmüyoruz. Yahut hareket etmeleri ancak bir arabanın içindeyken söz konusu oluyor.
Filmde siyasetsizlik sıkıntısına dair itiraz, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Bunların başında Zeynep’in o kilit “bugün de aynı dün” ifadesi geliyor. Örneğin bir sahnede Zeynep bize şu haberi veriyor: “Anadolu’nun göbeğinde 12 bin yıllık göl öldü. Define bulmak isteyenlere ruhsat verilmesi sonucunda göl, taş ve toprak yığınına dönüştü.” Sıkıntı ulusal bağlamla bağlantılı demiştik. O nedenle Zeynep günlüğüne başka bir yerde yasaklı bölgeye giren koyunların gözaltına alınmasını yazıyor. Vatandaşı olmasak ülke eğlenceli, yani hiç sıkıcı değil! Ama Zeynep sıkılıyor çünkü ortada kocaman bir soru(n) var: Okuyor ama neden? Ne için? Siyaset ne vaat ediyor gençlere? Zeynep’ten alalım haberi: “Bugün de aynı dün. Bir rektörün çalıştığı üniversiteye iki kızı, bir oğlu, bir damadı, bir yeğenini öğretim görevlisi olarak atadığı ortaya çıktı.” Eh, aile demek zor günlerde dayanışmak demek değil de ne ki? Başka ne diyor Zeynep? “Bugün de aynı dün. Son bir yılda 147 habere yayın yasağı getirilmesi haberine yayın yasağı getirildi.” Yayın yasağı getirilen haberlerin pek iyi olmadığı aşikâr. Ancak bir yıl içinde haberlere 147 defa yayın yasağı gelmesi, o sıkıcı tekrarı karşımıza çıkarıyor. Ve fakat, bugünün dünle aynı olmasını engelleyebilecek bir siyaset ufku yok. Zeynep biraz da o nedenle dertli, sadece aşkı bulamadığı için değil.
Peki bu aynılıktan sıkılmak siyaseten nereye varıyor ya da varabilir? Yahut sıkıntı ve siyaset arasındaki ilişki nedir? Yakın dönemde, “sıkıntı”yı Türkiye bağlamında dert edinenler oldu. Tanıl Bora ve yazısında atıfta bulunduğu Tolga Tüzün, “Sıkıntı yok!” ifadesinin, dertlerle ve problemlerle yüzleşme olanağından kaçmaya, bu olanağı reddetmeye veya dertlerle mücadele gücü olmadığına işaret ettiğini belirttiler. Bora’ya göre bu bir “gamsızlık telkini”. Yakın dönemde çıkan Sıkıntı Var: Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler kitabında da sıkıntı ve siyaset ilişkisine değinen önemli çalışmalar yayımlandı. Örneğin Begüm Özden Fırat, yine “sıkıntı yok” tabirinden hareketle, neoliberal otoriter rejimlerin sıkılmaya ne kadar alan bıraktığını sorgularken, Ayşe Çavdar sınıf atlayan muhafazakâr sınıfların, sınıf atladıktan sonra kendilerini kapattıkları sitelerde hem mekânsal olarak hem de yatırım yaptıkları siyasi davanın bir mülkiyet şölenine dönüşmesinden sıkıldıklarını ve bu sıkıntının yer yer hınç ve öfke siyasetine dönüşmesini etraflıca tartışıyor. Yine aynı kitaba katkı koyan Emre Tansu Keten de dijital medya ve dikkat ekonomisi odaklı çalışmasında, toplumsal hareketlerin ve Gezi İsyanı’nın sıkıntıya bir politik şifa olabileceğini dile getiriyor. Dolayısıyla sıkıntı, siyasetle doğrudan alakalı ve ciddiye alınması gereken bir duygu durumu.
Parasızlık ve geleceksizliğin sıkıntısı
Filmdeki sıkıntı, ekonomi politikle de bağlantılı demiştik. O nedenle Zeynep üç ev arkadaşından ikiye düştüklerini söylediğinde Ali, kendi sınıfsal pozisyonundan hareketle, Zeynep’e “Zor olmadı mı kirayı bölüşmek?” diye soruyor. Ali tam da iş bulamaması nedeniyle “Hayal yok bende, gerçekleşmeyince üzülmek istemiyorum,” diyor. Haklı Ali. İşe alınmasının önünü açacak torpilin sağlamasına aracı olacak adama (ilkokul arkadaşı Mehmet’in muhafazakâr görünümlü iş bilir/çakal abisi ki çocukluk yıllarında Ali’ye ve annesine neler neler demişliği var) ödeme yapabilmek için ihtiyaç kredisine başvurmak amacıyla bankaya gittiğinde başvuru bile yapamıyor, çünkü Ali’nin sabit geliri yok, sigorta kaydı yok. Yasa buna izin vermiyor. Sabit gelir yoksa, sen de yoksun. Ali tabii ki sıkılır. “Senelerdir bir baltaya sap olamadım. Benim suçum mu, onu da bilmiyorum hiç,” diyor. Sorusunun cevabını, taze sevgilisi ve sıkıntı ortağı Zeynep veriyor:
Ali: Geçen sene dedemi kaybettik. Cenazesinde hiçbir şey yapamadım. Kaç yaşında adamım, babam koşturdu her şeye. Ben ne gasilhane biliyorum, ne bahşiş vermeyi biliyorum, ne tabut taşımayı biliyorum. Öyle namazı kıldım, turist gibi döndüm eve. O günden beri de düşünüyorum, hâlâ çocuk gibi miyim diye.
Zeynep: Eskinin 18’i şimdinin 28’i diyorlar… İnternette gördüm yani. Belki de senle ilgili değildir.
Enflasyonun ne olduğuna dahi karar verilemediği, güvencesiz emek piyasalarının normalleştiği, emekliliğin hayale dönüştüğü, kullandıkları telefonun (enteresan bir şekilde cep telefonu, filmde çok az görünüyor) lüks sayılıp yüzlerine çarpıldığı, çalışmanın şanslı bir azınlık dışında hemen hemen kimseye bir anlam ifade etmediği bir bağlamda gençlerin büyümesinin de esnemesi kaçınılmaz olsa gerek. Büyüseler ne olacak ki?
Sıkıntı yakınlaştırır (mı)?
Sıkıntının en çok berraklaştığı anlar ve diyaloglar, genellikle Ali ve Zeynep arasında geçiyor:
Zeynep: Düşünmekten kaçıyorum. O zaman daha iyi hissediyorum kendimi. Bir yerde yakalanıyorum tabii. O zaman çok daha kötü oluyor. Pişman oluyorum düşünmediğime. Her şeyden kaçıyorum aslında… Belki de esas sorunum bu… Konuşmuyorsun hiç?
Ali: Yoo.
Zeynep: Neyin var? Canın sıkkın bugün.
Ali: Her gün canım sıkkın.
Her gün sıkkın olmak mı? Sınırsız eğlencenin aylık aboneliklerle bize sunulduğu yahut bedavaya önümüze serildiği dijital kapitalizm döneminde sıkılmaktan ödümüz kopsa da (filmde müzik platformları ve algoritmaların sıkıcılığına da gönderme var) sıkıntı, filmde küçük yakınlaşmaların önünü de açıyor. Bir başkasını dinlemenin önemini hatırlatıyor. Tekrar kredi bile çekemeyen Ali ile aile evinde kalan üniversite öğrencisi Zeynep’e dönelim.
Ali: Ne var ne yok?
Zeynep: Bok gibi hissediyorum.
Ali: Neden?
Zeynep: Nedeni yok. Ya da var bir sürü bir şey.
Ali: Anlatmak istersen dinlerim.
Zeynep: Her gün yeni berbat bir haber görmekten bıktım. Etrafımdaki hiçbir şey umut vermiyor bana. Kendimi işe yaramaz ve değersiz hissediyorum. N’apıyorum, n’apacağımı bilmiyorum. Aileme de yük oluyorum. Çok mutsuz hissediyorum ve bu sanki hiç geçmeyecek gibi.
Ali: Ben de mutsuzum, herkes mutsuz. Senden daha mutsuz olanları düşün. Sağlık sıkıntıları olanlar, eğitim alamayanlar.
Zeynep: Ya bir şey yaşıyorum burada. Kendimi anlatıyorum diyorum, bok gibi hissediyorum diyorum. Sen ne diyorsun? Benim derdimin içinde başkalarının acısı yok mu sanıyorsun? Biliyorum ne hayatlar var. Herkesin kendine göre derdi var. Ama benimki de bana ağır geliyor.
Ali: Özür dilerim.
Zeynep: Sorun değil.
Evet, herkesin kendine göre sıkıntısı var. Zeynep’in sıkıntısı, birçok insana göre sıkıntı bile değil. Ama başkalarının acısını kendine dert etmesi, Ali’ye “dinle beni” demesi ve Ali’nin geri adım atıp özür dilemesi, sıkıntının doğurgan olmasını göstermesi açısından önemli geliyor bana. Benzer bir yakınlaşma, Ayşe ve sürekli görmezden geldiği, astroloji merakı nedeniyle ve muhtemelen onun evinde kalması nedeniyle gıcık olup eleştirdiği Zeynep arasında da yaşanıyor. İlk yakınlaşma, Ayşe’nin kullandığı dil nedeniyle Zeynep’i eleştirdiği bir anda karşımıza çıkıyor:
Ayşe: Dün gece çok gürültü yapmadık değil mi?
Zeynep: Aynen.
Ayşe: Aynen mi? Abi kullanmayın şu ayneni, ne aynenmiş?! Hayır ne olduğu da belli değil. Gürültü yaptık aynen mi, yapmadık aynen mi? Bazen görüyorum karşılıklı aynen aynen diye konuşuyorlar, ne konuştukları belli değil. Türkçeyi mahvettiniz be.
Durgun filmde tansiyonun yükseldiği ender anlardan birisi. Ayşe ve Zeynep arasında “gerçek” bir konuşma oluyor. Konuşma Ayşe’nin özrüyle sonlanıyor ve bu özür önemli çünkü Ayşe için Zeynep önemsiz birisi. Dışarıda İngilizce konuşup Zeynep’e Türkçe savunuculuğu yapan Ayşe, yüce gönlünü indiriyor. Ezcümle, sıkıntılı bir “small talk” ufak bir yakınlığa dönüşüveriyor. Filmde “aynen” vurgusu ayrıca önemli çünkü “sıkıntı yok” gibi “aynen” de Zamanın Kelimeleri arasında. “Like” düğmesini andıran “aynen” taraflar arasında “dinlememe”, “hızlı dinleme” ve neredeyse hem konuşulan konudan hem de karşı taraftan ve belki de kendinden de sıkılmaya işaret ediyor gibi. Hikâye anlatamama, hikâye dinleyememenin verdiği sıkıntıya ve onun getirdiği aceleye denk düşüyor sanki. Acele ama neden olduğu belli olmayan bir acele.
Dört karakter peki nasıl bir araya geliyor filmde? Çünkü hâlâ Ali-Zeynep ve Mehmet-Lina (Ayşe) dörtlü olarak bir araya gelmedi. Önce Zeynep, Ali’nin torpil için ihtiyaç duyduğu parayı, kira borcunu geciktiren Ayşe’den istiyor. Ayşe ise kirayı geciktiriyor çünkü vize başvurusu için bankada para tutması gerekiyor. Haliyle Ayşe, kendisini Lina olarak bilen Mehmet’e bir anda “Ben ülkeme gidiyorum,” yalanını atıyor. Lina’yla daha yakınlaşmak isteyen Mehmet, hızla bir çözüm üretiyor ve Ali’ye torpil ayarlayacak kişiye, yani abisine gidiyor. Abisi mırın kırın etse de bir zarf içinde 10.000 TL’yi kardeşine veriyor. O para sonra önce Ayşe’ye, sonra Zeynep’e, sonra da Ali üzerinden tekrar Mehmet’in abisine gidiyor. Kasa hep kazanıyor yani! Yahut kaybetmiyor.
Bir gün Ali ve Zeynep eve gidiyorlar ve şans eseri Mehmet ve Ayşe de eve geliyor. Ayşe’nin Lina olmadığı ortaya çıkıyor, Mehmet Ali’yi tanımazlıktan geliyor ve Ali’nin de aslan burcu olmadığı belli oluyor. Ancak bunu kimse o an konuşmuyor. Önce Ayşe dışarıda Mehmet’le yolları ayırıyor, ardından Zeynep Ali’den evden gitmesini istiyor. Zeynep, burçları dinlediği bir programda yakında aslan burcu birisiyle tanışacağını öğrenmişti. Ali’ye bir gün burcunu sordu. Ali tahmin et dedi. Zeynep de “aslan” deyince Ali “aslan” oluverdi. Ali’nin aslan burcu olmadığı dayısının doğum günü telefonuyla ortaya çıkınca, Zeynep duruma bozuldu. Hem Ali “yalancı” çıkmıştı hem de astrologlar yanılmıştı. Zeynep aradığı sevgiyi bulamayınca, Mehmet Lina’dan “bas git” lafını yiyince, Ayşe de yurtdışına gidemeyince sıkıntı geri gelmiş oldu yani. Film de burada sonlanıyor ama sıkıntıdan “çıkabilenler” yahut sıkıntılarına yakınlaşmak suretiyle derman bulabilenler erkekler değil, kadınlar oluyor. Zaten sıkıntı, Osman Özarslan’ın da hikâyeleştirdiği gibi biraz da erkek ayrıcalığı değil mi?
Mehmet arabasında, Ali evinde ağlarken, Zeynep ve Ayşe ilk kez birlikte evden dışarı çıkıyorlar. Üstelik dışarı çıkma önerisi, film boyunca Zeynep’in benzer önerilerini sürekli geçiştiren Ayşe’den geliyor: “Hadi çıkıp biraz hava alalım.” Ama evin tam dışı da değil. Zeynep montunu giyip kapıyı açtığı anda, Ayşe doğrudan balkona geçiyor. Zeynep de onu takip ediyor ve balkonda konuşuyorlar:
Zeynep: Gökyüzüne bakmayı seviyorum, bana nerede olduğumu unutturuyor.
Ayşe: Ben daha çok hatırlıyorum, buradayım, hâlâ aynı yerdeyim diye… Hiç yıldız yok.
Zeynep: Aslında var da ışıklarda görünmüyor. Bir de balkondayız ya… Burçlar nereden çıkmış, biliyor musun?
Ayşe: Yıldızlardan mı?
Zeynep: Evet. Binlerce yıl önce gökyüzüne baktıklarında yıldızları görmüşler ve anlamı orada aramaya çalışmışlar. Biz şehirden baktığımızda bir tane bile yıldız göremiyoruz.
Ayşe memleketten gidememenin, Zeynep de siyasetsizliğin ve geleceksizliğin, dinlenmemenin ve anlaşılmamanın sıkıntısını yaşıyor. Bu sırada önce Ayşe, Zeynep’le dalga geçiyor: “Hayatın anlamını da burç yorumlarında mı bulmaya çalışıyoruz?” Zeynep “Dalga geçme ya,” dedikten sonra kuyruklu yıldızın “disaster” (dis: kötü, astro: yıldız) sözcüğünden türediğini anlatırken Ayşe’ye “Lina” diye seslenerek “öcünü” alıyor. İki genç kadın gülüyor ama Ayşe yine Zeynep’in sessiz gülüşünü “Doğru dürüst gülsene kızım,” diye azarlıyor. Ardından “ha ha ha” pratiğini yavaşça yaparak beraber gülmeye başlıyorlar. Sıkıntı bitiyor mu? Bitmiyor muhtemelen ama Ayşe’nin yukarı, Zeynep’in aşağı baktığı son sahne, sıkıntının insanları farklılıklarına rağmen bir araya getirme potansiyeline, “Sıkıntıdan sonra ne peki?” sorusuna ve bu sorunun politik anlamına kısmen işaret ediyor gibi.