Dersim Alexanderplatz: “Memleket nere?”

Çok severiz “nerelisin?” sorusunu. Antropolojiyle ilintisi üzerinden gidersek daha anlamlı mı olduğu belirsiz bu soru kestirme bir kalıp için altın anahtarımızdır. İnsan, varlığıyla sabit bir organizma değilken onun kimliğini sabit kalıplarla tanımlamak ve bu kalıplara uymasını beklemek zihnimizde var ettiğimiz kimlik kalıplarını değiştirmekten daha kolay gelir çünkü. Kim olduğunu aramaksa hedefi baştan ıskalayan bir ok gibi.

Olunan kişiyi oluşturarak kurulan kimliğin birçok bileşeni var. Sosyal, kültürel, sınıfsal, cinsel, etnisite vs. Bireyin kendini inşası yaşamıyla eşzamanlı uzun erimli bir serüven. Dolayısıyla “kim olduğunu aramak” kalıp cümlesi de tam olarak bu durumu karşılamıyor. Yine de etkilendiğimiz bir filmin ya da kitabın konusunu soran eş dosta “kendini arayan bir kadın/adamın hikâyesi işte” der çıkarız işin içinden. Genellikle de kahramanımız ana/atalarının izinde, anayurduna yer yer tuhaf, kara mizah bir yolculukla gelip ulaşır. Ve biz de genellikle eserin alt metnini görür, “kökler işte, nerede olursan ol çağırıyor” deriz. Peki, ya birey ait olduğu kökle de mesafeli bir ilişki içindeyse ve o kökü de sorguluyorsa? Aidiyetin üstünde bir yerlerdeyse kendi gerçekliği/kimliği varsa?

İmran Ayata’nın 2011 yılında, Almanya’da Mein Name ist Revolution adıyla yayınlanan kitabı geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları’nca Dersim Alexanderplatz adıyla yayınlandı. Romanın başkarakteri olan Almanyalı Devrim anne babası çok küçükken araba kazasında ölmüş, ailesi Dersimli bir genç adamdır. Ebeveyni, ölmeden bir süre önce loto tutturarak Devrim’e çalışmasını gerektirmeyecek miktarda bir miras bırakmıştır. Arkadaşlarıyla partilere katılmak, müzik, alkol, joint ve line yaşam biçimi olan Devrim, geceleri DJ’lik yaptığı radyoda anonim bir isimle ilginç konuklar alır programına. Alkollü araç kullandığı için ehliyetine el konduğundan sık sık taksiye biner ve genellikle göçmen şoförlerin sürdüğü araçlara denk gelir. İlişkileri içinde de “baba yarısı” tanımının hakkını veren amcası Ahmet’in hikâyesinde, Dersimlilerin, düşünen, sorgulayan tavrından izler görürüz.

Baht Döngüsü, Aşk, Dersim

Devrim’in yaşamını değiştiren olay, arkadaşı Dennis’in “tam birbirinize göresiniz” diyerek tanışmalarına vesile olduğu Rüya’yla karşılaşmalarıdır. Rüya, Dersimli kimliğini taşırken Devrim için Dersimlilik o ana kadar pek bir şey ifade etmemektedir.

“Zazaca bilmemen üzücü. Kimsenin anlamadığı bir dilimiz olurdu.”

“Sence buradaki herkes Türkçe konuşuyor mu?”

“Aynı şey değil. Söyle bakalım, Dersim’i nasıl buluyorsun?”

O konuda da söyleyebileceğim pek bir şey yoktu. Ama yalan söylemeyi veya bir bahane uydurmayı canım istemiyordu.

“Hiç gitmedim.”

“Hadi canım!”

“Niye ki? Dersim rotamın üzerinde değildi işte…”

“…ama hayatımızın bir parçası!”

“Benim hayatımda hiçbir rol oynamıyor.”

Rüya, bana sanki bir yetiye dönüşmüşüm gibi bakıyordu.

“Annenler seni hiç götürmediler mi, çocukken filan?” diye şaşkın şaşkın sordu.

“Ben küçükken araba kazasında öldüler,” dedim kuru bir şekilde. (sf. 49)

Dersimlilerin kendine özgü mistisizmini de tuhaf bulur Devrim. Annesinin günlerce rüyasında çiçek görmesi üzerine babasına bilet al diye tutturması ve bu bilete büyük ikramiyenin çıkmasını Rüya’ya “Annemler çok tuhaf Marksistlermiş” diye anlatır. Rüya’yı etkilemek için aldığı Zazaca albümlerden Metin-Kemal Kahraman’ın o çok büyülü Ferfecir’ine tutulur.

“Dersim’e gideceğim.”

“Sa...hi mi? Süpermiş. Nasıl böyle birdenbire?”

“Senin yüzünden.”

“Niye benim yüzümden?”

“Tam öyle değil ama senin başlattığın bir şey. Mutter’deki gecemizden sonra gitmeyi düşünmeye başladım. Hiç gitmediğimi itiraf ettiğimdeki şaşkın bakışlarını unutamıyorum.”

“Hikâyeni bilmiyordum ama.”

“Belki de böylesi daha iyi oldu.”

“Asla pişman olmazsın. Gidersen beni daha iyi anlayacaksın. Kabul etmesen bile ne kadar Dersimli olduğunu göreceksin.” (sf. 115)

Amcası Ahmet de Devrim’le birlikte Dersim’e gider. Kök, gövdeyi çağırırken bilindik bir kavuşmayı görmeyiz Dersim Alexanderplatz’da. Dersim’de konuk oldukları amca ve yengesinin gündelik yaşamına eklemlenir. Gelmelerinin şerefine kurban keserler. Ne var ki Devrim vejetaryendir. Ahmet amcasının, “o et yiyemez, dokunuyor” müdahalelerine karşın, kusacak olmasına rağmen bir lokma eti yemek zorunda kalır. Yolculuk öncesinde Ahmet amcasının Dersimdekilerin değerlerine saygı duyması ricasını uçlarda ciddiye alarak dayısı ve yengesine vejetaryen olduğunu söyleyememiştir. Gerçeği öğrenen yengesi, Avrupalı Devrim’e sitem eder.

“Oğlum, niye bize söylemedin? Bazı insanların et yemekten vazgeçtiğini bilmeyen kara cahiller mi sandın bizi? Umut da et yemiyor, çünkü hayvanların öldürülmesine karşı.” (sf. 148)

Anne ve babasının mezarını ziyareti dramatik bir etki yaratmaz, alışkın okumalarımızın aksine. Ne var ki anayurduna yaptığı ziyaretten dönüşünde, anksiyetik ataklar yaşamaya başlar. Gecikmiş bir yasın mı, yaşamında değiştirmesi gereken bir şeylerin olduğunun sinyali midir bedeninin gösterdiği tepki? Hepsi ve hiçbiri, belki de.

Dünyamızın kocaman bir köy olduğunu, Afrika’da kanat çırpan kelebeğin Kuzey Amerika’da kasırga yarattığını hissettiğimiz, idrak ettiğimiz bu salgın günlerinde romanın yazım tarihi çok daha önceye ait de olsa, kimlik, aidiyet gibi kavramların yelpazesinin genişlediğini görüyoruz. Devrim gibi, Avrupalı olduğu kadar Avrasyalı, Almanyalı olduğu kadar Türkiyeli, Berlinli olduğu kadar İstanbullu ve Dersimli olduğu kadar Dersimli yığınla insanız. Hiçbir kalıp kavrama sığmadığımız gibi pek çok kalıp kavramla da açıklanabiliriz. Kaosun en büyüğü, insanın kendisidir ne de olsa.

Roman üzerine dile getirecek çok şey olsa da devamını okura bırakmak belki de en doğrusu. Son bir ipucu: Devrim’in hamartia’sı, okura “beyaz Toros” etkisi veren Osman’ın arabasına binmekti.