Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun
Tutsak seni lâyık yüce Tanrı’yla müsavi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvi
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel
Resmî ideoloji, toplumsal kurumlar içerisinde kendini her gün yeniden üreten bir kavram. Resmî kelimesinin gündelik anlamından yola çıkıp da onu devlet kurumlarında üretilen bir tür ideoloji olarak tanımlamak büyük bir hata olur; aynı şekilde onu, iktidardaki partinin programı ile özdeşleştirmek de. Elbette, devletin resmî kurumlarının da, iktidardaki siyasî partinin izlediği politikaların da resmî ideolojinin (yeniden) üretiminde önemli rolleri vardır. Ancak onu nevi şahsına münhasır kılan, devlet kurumları ya da siyasî partiler tarafından (yeniden) üretilmesi değil, aksine, eğitim kurumlarında, romanlarda, şiirlerde, filmlerde, dinsel pratiklerde, heykelde, reklamlarda, ekonomide, siyasette, ailede… üretilen ve belki de en önemlisi dilin kendisinde üretilen ve aktarılan süreç olmasıdır.
Resmî ideoloji, toplumda üretilen yalan, uydurma ve yanlış bilgiler yekûnu da değildir; bunlara indirgenemez, ama bunları da kapsar; hatta aşar. Resmî ideolojinin inşasında inkâr, görmezden gelme, yok sayma ve tevil türünden araçlar da etkin olarak kullanılırlar: Toplumsal yapıda ve/ya tarihte var olanlar, çoğunlukla görmezden gelinirler; onların varlıklarından ya hiç bahsedilmeyip gerçeklerin üzeri örtülür ya da olduklarından farklı şekillerde kurgulanır, çarpıtılır, tevil edilirler.
Resmî ideolojinin mahareti olaylar, olgular ve kavramlar üzerinde oynama kabiliyeti ile de sınırlı değildir. Aksine bundan daha önemlisi, toplumu, sunduğu bu (olay, olgu ve kavramların tanımları ve tüm bunların karşılıklı ilişkilerinden müteşekkil bir) kurguyu (fiction) kabullenenler ve kabullenmeyenler; yani toplumu makbul olanlar ve makbul olmayanlar şeklinde tasnif edebilme gücünde gizlidir. Makbul vatandaşın makbullüğü, kendisine sunulan bu masalı (ficton, kurgu) bir hakikat seti olarak kabul edebilmesine; kabul edip içselleştirmesine bağlıdır. Resmî ideolojinin sunduğu kurguyu, masalı kabul etmeyenler, bu coğrafyada yaşamlarını devam ettirmelerine rağmen, aynı coğrafya üzerindeki kamusal alanda yer almazlar; dışlanmışlar, öteki haline getirilmişlerdir; onlar yokturlar. Sanki Hayalî’nin şiirinde olduğu gibi, “O mâhiler derya içredir ama deryayı bilmezler”, denizdedirler ama balıktan da sayılmazlar.
Resmî ideoloji, masalını (fiction) anlatır, kurgusunu inşa ederken, geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre kurar şekillendirir; onu resmî tarih haline getirir. Tabir-i caizse, resm-i tarihçi, tarihte olanı ifşa ederken, resmî tarihçi tarihi inşa eder; geçmişi bugüne ular. Tarihin alanı resm-i tarihten, siyasetin alanı resmî tarihe geçişin koridoru da buradadır. Resm-i tarihi, resmî tarihe bağlayan bu koridorda yürüdükçe, dün, artık bugünü inşanın bir malzemesi; bugünkü siyasî tartışmalara geçmişten vereceğimiz bir misal; bugünkü siyasî tartışmalarda nerede durmamız gerektiği ile ilgili bir referans noktası haline gelir. Resm-i tarihin Mustafa Kemal’inden, resmî tarihin Ata Türk’üne geçiş de bu koridorda gerçekleşir: Resm-i tarihten resmî tarihe geçişin yolu olan bu koridor, tarihsel bir kişilik, bir özne Mustafa Kemal’den, bir kavram, bir totem, mukaddes, bir marka yüzü, Ata Türk anlatısına (fiction) da geçişin yoludur.
Gerçekten kurguya, resm-i tarihten, resmî tarihe, Mustafa Kemal’den Ata Türk’e geçişin koridoru, aynı zamanda, hakikatin nüvesini bilmekten, kurgunun nüvesine inanmaya geçişin de koridorudur. Resmî ideolojinin zihinleri iğdiş ederek tartışmanın yerine itaati, düşünmenin yerine inanmayı koyduğu yerde, yani resmî ideolojinin insanların neler yapmaları, neler düşünmeleri, nasıl davranmaları ile ilgili geniş bir siyasal kullanma kılavuzu sunduğu zeminde siyaset, ancak, resmî ideolojinin farklı kutupları arasındaki bir didişme şeklinde tezahür edebilir.
Ahmet İnsel Birikim dergisinde yayımlanan “Türkiye Resmî İdeoloji Yaptırımcı ve Bütüncüldür” başlıklı makalesinde, Türkiye’de mukim resmî ideolojinin yapısını tartışır ve Kemalizm’in, bu resmî ideolojinin doktrinler yönü olduğunu ifade eder. Ona göre:
Türkiye’de hüküm süren resmî ideoloji, yukarıda ele alınan türden koruma amaçlı ve kısmî bir resmî ideoloji değildir. Anayasa’da tarif edilen, devletin birçok pratiğine yol gösteren, topluma bir bütünsel varoluş tanımı getiren, devletle toplumun karşılıklı konumlarını tarif eden, yaptırımcı ve bütünsel bir resmî ideoloji söz konusudur. Bu ideoloji de, suçlar ve yasaklar getirir. Ama esas gücünü, suç olarak tarif edilmiş yasaklardan değil, toplumun kendini tanımlamasına müdahale ederek, toplumsal tahayyülü biçimlendirerek elinde tutar… Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaptırımcı ve bütüncül bir resmî ideoloji egemen oldu ve bu egemenliğini sürdürmeye devam ediyor. Bu resmî ideoloji kendini “Atatürkçülük”, biraz daha resmî metinlerde ise “Atatürk milliyetçiliği” olarak tanımlar. Kemalizm, bu resmî ideolojinin doktrinidir. Toplumun “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olması, farklı etnik aidiyete ait unsurların “bir tek ulus haline dönüştürülmesi”ni öneren Kemalizm, bir kuruluş dönemi ideolojisi özellikleri taşır. Kendini Altı Ok’un sloganları içinde ifade eder. Atatürkçülük veya Atatürk milliyetçiliği ise, devletin artık bütünüyle kurumlaştığı ve o kurumlaşma biçimini muhafaza etmenin esas amaç haline geldiği döneme aittir.
Resmî ideolojinin, siyaseti, kendi inşa ettiği fiksiyonlar (kurgular, masallar, anlatılar) âlemindeki bir oyuna dönüştürmesi, onu toplumsal bağlamından koparır; siyasal faaliyet artık, makbul vatandaşlardan mürekkep partilerde icra edilen bir temâşâdır; yurttaşlar ise bu temâşânın bir izleyicisi, figüranı. Bu çemberin dışında kalmaya çalışanlar ise önce görmezden gelinir, yok sayılırlar; ardından da hain, satılmış ve benzeri sıfatlarla tanımlanarak sistemin dışına itilirler. Toplum artık biz (makbul vatandaşlar cemaati, itaat edenler, politik müminler, insider) ve onlar (namakbul vatandaşlar cemaati, itaat etmeyenler, politik müşrikler, outsider) şeklinde tasnif edilebilmiştir -ki, bir resmî ideolojinin bu ayrımı netleştirmeden varlığını sürdüremeyeceğini de unutmamak gerekiyor. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, “acaba”nın -Descartes’taki, Bacon’daki anlamıyla “sceptism”in- tam da bu nedenle resmî ideolojide yeri yoktur. Çünkü düşünmenin mayası olan “acaba” resmî ideolojiye imanı kökünden sarsar; mümini (makbul vatandaşı) fıska, (siyasî) tanrılara itaatsizliğe iter. Bu nedenledir ki, “acaba” ile başlayan bir siyasal soru/sorgu, olsa olsa (siyasî) müşrikin, muktedire şirk koşan ötekinin, yani “kötü”nün, bir makbul olmayan vatandaşın soracağı soru olabilir.
Resmî ideoloji ve Mustafa Kemal arasındaki ilişki bu noktada biraz daha netleşir: Resmî ideolojinin, insan Mustafa Kemal’in Ata Türk’ten azade kendi başına çok fazla gündeme gelmesine, anlaşılmasına, eleştirilmesine, hatta bir insan olarak kabul edilip sevilmesine “bile” pek tahammülü yoktur. Resmî ideolojinin Ata Türk’ünü koluna takmadan siyasî bulvarda gezintiye çıkacak bir Mustafa Kemal, resmî ideoloji indinde pek muteber karşılanmaz; hatta sakıncalı görülür. Bu nedenle de resmî ideoloji, her insan gibi başarıları ve başarısızlıkları, zaafları ve meziyetleri, zevkleri ve endişeleri, erdemleri, yanlışları, doğruları… olan bir Mustafa Kemal’i tercih etmez. Aksine, çocukluğunda birdirbir oynarken bile ileride cumhurbaşkanı olacağını bildiği için eğilmeyi reddeden Ata Türk’ü ya da her yılın temmuz ayında Ardahan’ın Damal İlçesi Karadağ sırtlarına gölgesinin yansıması resmî törenlerle kutlanan bir totem-baba, ulu-önder Ata Türk’ü görmeyi tercih eder. Resmî ideolojiyi yeniden üretebilecek tüm unsurları bir arada ifade edebilecek olan Mustafa Kemal değil, aksine kendi imali olan Ata Türk’tür. Bir kavram olarak resmî ideolojinin tesisinde önemli rol oynayan Ata Türk, aynı resmî ideolojinin topluma uygulanmasında törensel bir işleve bürünür. Sıradan insanla, onu çevreleyen, kuşatan aşkın (transcendental), mukaddes bir (resmî) ideoloji arasındaki ilişkinin pratiği olarak tanımlanabilecek bu ritüeller, Ata Türk’ün siyasal alanda icrasının da mihenktaşlarıdır. Ata Türk, toplumsal kurumlarda törenler, kutlamalar, anmalar ve bunların her birinin icrasında şekillenen seremonilerle pratik edilir.
Aslı Daldal, “Mustafa Kemal Kültü” başlıklı makalesinde bu süreci kişi kültü ya da atacılık sendromu olarak kavramlaştırır. Ona göre, atacılık sendromu “Türkiye toplumunda zaman zaman toplumsal bir patolojiye dönüşen ve belki de düşünce özgürlüğünü benimseyen tam demokratik bir ülke olmamızın önündeki büyük engellerden biri”dir. Atacılık sendromu, yazara göre, kişi kültünün oluşumu sırasında toplumun geçirdiği ruhbilimsel süreç; kültün öznesinin, yani Mustafa Kemal’in kendi ruhbilimsel özellikleri, liderlik anlayışı, kitleye bakışı ve bunları etkilemiş olan Carlyle idealizmi ve faşizmin liderlik anlayışı; üçüncü ve son olarak da Türkiye toplumunun karizmatik otoriter lidere tapınma eğiliminin kökenleri çerçevesinde incelenmelidir. Çünkü yazara göre, sultanî gelenek ve bu gelenekten faydalanan yeni Kemalist kült, bir tarih anlayışından beslenerek varlığını devam ettirmektedir.
İster dinsel olsun ister seküler; ritüeller, bizi çepeçevre sarmalayan bu mukaddesle sıradan insan(lar) arasında (ayinler ve törenler yoluyla) kurulan bir ilişkinin altını çizer. Bu ilişki, eşitler arası olmayan, sıradan insanın aşkın ideolojiye teslimiyetini, tabiyetini garanti altına alan bir ilişkidir. Bu yolla, toplumdaki mevcut iktidar yapıları, hiyerarşiler, statüler ve statüko pekiştirilir, garanti altına alınır ve yeniden üretilir.
“Mukaddes”in statükosunun devamı, “ben”i -birey, özne- sarmalayan üstün irade karşısındaki teslimiyeti gözler önüne seren bir kamusal törenle sınanır, kutsanır; bu ilişki her defasında yeniden, yeniden üretilerek “ben”in zihnine kazınır. Birey -ben- varlığını, kişiliğini, onu çepeçevre kuşatan aşkın varlığa (örneğin 1982 Anayasası’ndaki ifade ile “Yüce Türk Devleti”ne) armağan ettiği sürece, resmî ideoloji ona (örneğin Anayasa’daki başka bir ifade ile “… millî gurur ve iftiharda, millî sevinç ve kederlerde millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak” varlığın) “biz”in içerisinde bir yer açar. Ancak bu şartla, “ben”i bağrına basar ve bir makbul vatandaş, bir (siyasî) mümin olarak özneyi, “ben”i kutsar. Resmî ideoloji, bu haliyle, “ben”e “biz” içerisinde bir yer açan seremonileri de kapsamaya başlar. İtaat etmeli, tabi olmalı, sorgusuz koşulsuz olarak varlık, varlığımız, resmî ideolojiye armağan edilmelidir. Resmî ideolojiye baş eğmeli, öznenin, bireyin iradesi onun muktedir kollarına bırakılmalı; ancak bu yolla, “ben”i sarmalayan üstün ve mukaddes iradenin makbul vatandaşlara vaat ettiği yerlere ulaşılabileceği akıldan çıkarmamalıdır. Farklı bir örnekle anlatmaya çalışılırsa; erkekler cemaatine (“biz”ine) kabul edilmek edilebilmek için, sünnetçinin şahsında somutlaşan iradeye teslim olunmalıdır. Sünnetçi, erkeklikten sembolik bir parça kopararak yine erkekliği tescilleyendir; özne, artık eksik (kesik), ama erkekler cemaatince onanmış, çektiği acıyla, itaatiyle sınanmış bir feda töreni ardından erkekliğe kabul edilmiştir. Bu resmî ideoloji töreninde çekilen acı, “biz”e (yani makbul erkekler cemaatine), bir başka ifade ile bu törene katılmayan ve resmî ideolojinin sünnet uygulamasını eleştiren muhaliflerin (ötekilerin, outsider) girmesine izin verilmeyen o kutsal alana (“erkek”liğe) kabul olunmanın sevinciyle, teskin edilir. Sünnet ve erkeklik ilişkisinde olduğu gibi, bir makbul vatandaş da “varlığını Türk varlığına armağan” etmeli, 23 Nisanlarda “neşe dolmalı”, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” savunmalı, hatta Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar’ın 10. Yıl Marşı olarak bestelenen o ünlü şiirlerinde de belirttikleri gibi, “Çizerek kanı[yla] öz yurdun haritasını, Dindir[melidir] memleketin yıllar süren yasını”. Kan ve makbul yurttaş arasında kurulan teşbihin sadece şiirlerde işlenen bir belagat olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Vatan gazetesinde (11 Ocak 2008) yer alan habere göre, kanlarıyla yaptıkları bayrağı dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a hediye eden Kırşehir Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencileri için düzenlenen törende Büyükanıt, “… bayrakları bayrak yapan”ın üzerindeki kan olduğunu da vurgulayarak gençleri tebrik eder.
Varlık Türk varlığına, beden sünnetçiye ya da millet devlete koşulsuz teslim edilmedikçe, makbul vatandaş ve/ya Müslüman olmanın kapıları -yani “ben”i “biz”e dahil edecek sihirli kapı- kapalıdır; resmî ideoloji bu açıdan en az din kadar serttir. Koşulsuz itaat sözü almadan kucaklamaz “ben”i; mukaddes, işte tam da bu nedenle, statükoya açılan kapıdan geçerek “biz”e erişmenin, “biz”e dahil olarak ikbal sahibi bir makbul vatandaşa dönüşmenin oyunu haline gelir. Bu oyun bir ritüeldir ve itaat de onun mütemmim cüzü. Ritüelin mantığı bu oyunun kuralını tartışmasız kabullenmekte gizlidir: Zaten masaldaki Ali Baba da, haramilerin mağarasına girerken oyunun kuralını tartışma gereği duymaz; mücevherlerin saklı olduğu mağaranın kapısının kendi kendine aralanabilmesi için ritüele uyması, yüksek sesle “Açıl susam açıl!” diye bağırması gerekir.
Ritüel, aynı zamanda, resmî ideolojinin “resmî”liğini de garanti altına alır. Resmî ideolojinin ritüelleri, bir yandan “ben”i “biz”in üyesi kılar, makbul vatandaş haline getirirken, öte yandan da resmî ideolojinin resmîliğinin sürekliliğini garantiler. Bu yolla, tabir-i câizse ritüel, resmî ideoloji ile “ben” -özne- arasında kurulan bir oyuna dönüşür. Bu oyunda resmî ideoloji “resmî”liğini, “özne” de “makbul vatandaş”lığını kazanır. Böylece resmî ideoloji mukaddes; ”ben” (özne) ise onu takdis eden “mümin” haline gelir; resmî ideolojiden şüphe duyanlar ise müşrik.
Mustafa Kemal’e “Mustafa Kemal” Demek
Bu noktada artık, rejimin mukaddesliği ile mukaddes atatürk -yani Ata Türk- arasındaki geçişkenlik üzerine konuşabiliriz. Ata Türk, makbul vatandaş ve resmî ideoloji arasındaki rabıta, işte bu ulu önderlik/mukaddeslik dolayımı ile sağlanır.
Resmî ideoloji, yurttaşların düşünmesi, söylemesi, inanması ve tüm bunlara uygun şekilde hareket etmesi için kurgulanmış fikirler, değerler ve ritüeller bütünüdür. Diğer bir ifade ile resmî ideoloji, bizden inanmamız istenenlerin toplamıdır; yurttaşın zihninin dönüştürülmesi sürecidir.
Bu tanımıyla resmî ideoloji, Ata Türk kavramını kapsar; zaten onu inşa eden, tanımlayan, betimleyendir. Resmî ideolojinin, Mustafa Kemal’den kopararak inşa ettiği mukaddes atatürk -Ata Türk- aslında aynı zamanda, resmî ideolojiye dönüşecek karışımın, hamurun mayasıdır da. Ata Türk (ya da bu kavramdan türetilen Kemalizm, Atatürkçülük vb.) resmî ideolojinin kendisi değildir; ama resmî ideolojiyi oluşturan tüm diğer unsur ve süreçler de Ata Türk kavramı çevresinde pozisyon alarak anlamlı hale gelirler. Hamuru oluşturan tüm bileşenler bu mayanın vesilesiyle anlamlı bir bütün, metaforu devam ettirecek olursak, bir resmî ideoloji hamuru haline gelirler. Böylece, sadece siyasî akımlar değil, resmî ideolojinin inşası ve yeniden üretimi sürecine dahil olan tüm toplumsal kurumlar, kişiler ve olgular da bu Ata Türk kavramı ile bir modus vivendi kurarak, onun çevresinde şekillenerek anlamlanırlar. Ata Türk kavramı bu dağınık unsurları sistematik bir dizgeye oturtmaya yarar -başarılabildiği ölçüde tabii.
Özetlersek, resmî ideoloji, Mustafa Kemal’den kopararak Ata Türk’ü inşa eder; ancak onun inşa ettiği bu Ata Türk (kavramı) resmî ideolojinin tanımına ve işlevine de gelir yerleşir: Böylece Ata Türk, Abraham Lincoln’dan mülhem bir tabirle resmî ideolojinin, resmî ideoloji tarafından, resmî ideoloji için tanımlanması halini alır.
Cumhuriyet tarihi boyunca, resmî ideoloji kendi içerisinde ne tür değişiklikler geçirdiyse; hangi dönemlerde kendisini nasıl tadil ettiyse; kendisinin, kendisince ve kendisini tanımlamak için kullandığı Ata Türk kavramı da er ya da geç benzer şekillerde tadil edilegelmiştir. Cumhuriyet tarihi içerisinde birbirlerinden kopuk, birbirlerini dışlayan Ata Türk kavramlarından bahsetmek mümkün değilse de, erken Cumhuriyet’in Ata Türk’ü ile Demokrat Parti’nin Ata Türk’ünün, 12 Eylül’ün Ata Türk’ünün ya da günümüzdeki Ata Türk’ün aynı olmadıkları da aşikârdır.
İçinde bulunduğumuz dönemin, öncesinden bazı açılardan farklılaştığını söylemek mümkün: Bir kere, 2010’lu yıllarla birlikte, resmî ideoloji ve Ata Türk arasındaki bağ gevşemeye başlamış; rejimin Mustafa Kemal’den inşa ettiği Ata Türk kavramı iyiden iyiye işlevini yitirmeye yüz tutmuştur.
İlginçtir, Ata Türk ve resmî ideoloji arasında yukarıda hamur-maya analojisi ile tanımlamaya çalıştığımız ilişkinin gevşemesi, Mustafa Kemal Atatürk tartışmalarının arkaikleşmesi sonucunu doğurmamıştır. Aksine, bir yandan resmî ideolojinin Ata Türk’ü servis dışı kalmaya başlamış, diğer yandan menfur-meşum atatürk fantasması medyada daha rahat ifade imkânı buldukça, Mustafa Kemal’in “Mustafa” olarak yeniden keşfedilmeye çalışıldığı yeni bir sürece de girilmeye başlanmıştır. Sanıyorum Canan Kaftancıoğlu’nun Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal olarak anmasını, Muharrem İnce’nin de bu dilden, kendi yürüttüğü Memleket Hareketi için bir mukaddes Atatürk devşirmeye çalışmasını bu noktada ele almak en doğrusu.
Kaynakça
Adorno, Thedor ve Horkheimer, Max. (1996), “Kültür Sanayi”, Aydınlanmanın Diyalektiği Felsefi Fragmanlar-2, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Belge, Murat. (2000), “Devlet Zihniyeti”, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, 3. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 177-123.
Belge, Murat. (2006), “Mustafa Kemal ve Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 9 Kemalizm, İstanbul: İletişim Yayınları,29-43.
Burridge, K. O. Lancelot. (1968), “Levi-Strauss and Myth”, The Structural Study of Myth and Totemism, (Ed. Edmund Leach), Londra: Tavistock.
Challeye, Felicien. (1998), Dinler Tarihi (Çev. Samih Tiryakioğlu), İstanbul: Varlık Yayınları.
Çelik, Nur Betül.(2006), “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt: 9 Kemalizm, İstanbul: İletişim, 75-91.
Daldal, Aslı. (1998), “Mustafa Kemal Kültü”, Birikim, Sayı: 105-106 - Ocak/Şubat.
Darwin, Charles.(2001), Türlerin Kökeni (Çev. Orhan Tuncay), İstanbul: Gül Yayınları.
Durkheim, Emile. (1961), Elementary Forms of Religious Life (Çev. Ward Swain), New York: Collier Books.
Erdoğan İrfan. (2005), İletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yayınevi.
Erdoğan, İrfan ve Alemdar, Korkmaz. (2005), Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: Erk Yayınevi.
Freud, Sigmund. (1984), Totem ve Tabu (Çev. K. Sahir Sel), İstanbul: Sosyal Yayınları.
Hançerlioğlu Orhan. (1995), Düşünce Tarihi: Dört Bin Yıllık Düşünce, Sanat ve Bilim Tarihinin Klasik Yapıtları Üzerine Eleştirel İnceleme, 6. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Horkheimer, Max. (1994), Akıl Tutulması, İstanbul: Metis Yayınları.
İnsel, Ahmet. (1998), “Türkiye Resmî İdeoloji Yaptırımcı ve Bütüncüldür”, Birikim, Sayı: 105-106, Ocak/Şubat.
Kumral, Muhtar A. (1949) Atatürk Diktatör müdür?, İstanbul: Güven Basımevi.
Rox, Robin. (1968), “Totem and Taboo Reconsidere”, The Structural Study of Myth and Totemism, (Ed. Edmund Leach), Londra: Tavistock.
Wundt, Wilhelm Max. (1934), Milletler Ruhiyatı Esasları: İnsanlığın Psikolojik bir Tekamül Tarihinin Esasları, (Çev. Ziya Talat), İstanbul: Remzi.