Birçok demokratik toplumda, ifade edildikleri durumda kamu vicdanının yaralanacağı veya kamu ahlâkının zedeleneceği düşünüldüğü için yasaklanmış konular vardır. Örneğin günümüz Fransa’sında, II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Yahudileri gaz odalarında öldürdüklerinin kesin olmadığını iddia etmek veya bunun “küçük bir detay” olduğunu söylemek suçtur. Kanun bunu, “insanlığa karşı işlenmiş cürümün varlığını inkâr etme suçu” olarak tanımlar. Birçok Avrupa ülkesinde, bir etnik aidiyeti, bir ırkı hedef alarak, küçültücü sözler söylemek suçtur.
Bu tür suçların varlığı, çok geniş bir özgürlük kavramı içinde, demokrasinin o toplumlarda eksik olduğu iddiasını gündeme getirebilir. Bir düşünce ifade edilmekte, ama eylem gerçekleştirilmemektedir. Nitekim, nazilerin Yahudi soykırımı gibi bir niyetleri olmadığını, sadece Yahudileri enterne etmek ya da tehcir etmek istediklerini iddia eden “revizyonist” tarihçiler (büyük çoğunluğu aşırı sağ sempatizanı, birkaçı ise anti-semitizmden başı dönmüş aşırı sol sempatizanı veya Arap milliyetçisidir), Batı Avrupa toplumlarında var olan bu yasakları, totalitarizmle karşılaştırmaktan geri durmazlar. Bu “revizyonist” tarihçilere göre, gaz odalarının gerçekten var olup olmadığı özgürce tartışılabilmelidir. Onlara göre, gaz odaları, savaşın son döneminde, “lüzumsuz yere” Almanya’da taş üstünde taş bırakmayan Amerikan ve İngilizlerin, bu gaddar davranışlarını meşrû kılmak için uydurdukları bir efsanedir. Ya da “günümüzde uluslararası siyonizmin kirli emellerini örtmek için başvurduğu, Batı’yı kötü bilincinin esiri yapma stratejisinin bir parçasıdır” (Roger Garaudy). Kamplarda ölen Yahudiler az beslenmeden ve hastalıktan ölmüşlerdir. Komünistler, Çingeneler gibi. Nazi Almanya’sı, Yahudiler’i kırıma uğratmış ama tüm Yahudiler’i dünya yüzünden silmeyi amaçlayan bir soykırım tasarlamamıştır. Aynı tarihçiler, Nürenberg Mahkemesi’nin bir hukuk katliamı olduğunu iddia ederler.
İlk elde, “bu tür iddiaların tartışılmasının ne mahzuru olabilir” sorusu akla gelir. Soykırım, gaz odaları, vb... ispatlanması kolay tarihsel olaylardır. Ama ne var ki, bu soykırımın ortadan kaldırdığı insanların çocukları daha hayattadır. Kamplardan mucize eseri sağ çıkmış insanlar daha yaşamaktadırlar. Bunlar için, bu olayların tartışılması, dayanılmaz bir yaranın yeniden açılması, acılı hatıralarının deşilmesi anlamına gelecektir. Nazilerin vahşetinden çekmiş milyonlarca insanın halen kapanmamış yaralarını yeniden kanatmamak, kamu vicdanını yaralamamak için, Batı demokrasileri tarihte Yahudi soykırımı olmadığı gibi iddiaların dile getirilmesini suç olarak tanımlarlar. Kanun, bu suça giren eylemleri çok açık biçimde tarif eder. Bunları fikir suçu olarak değil, bir kişiye veya onun inandığı kutsal değerlere küfretmeye benzer bir suç olarak ele alır. Kamu vicdanı ve kamu barışı söz konusu olduğu için daha ağır cezalandırır.
Batı toplumlarında bu tür suçların var olması, bu toplumlarda da bir resmî ideolojinin hüküm sürdüğü anlamına gelir mi? Türkiye’de, bazı fikirlerin ifadesinin, bazı tarihî olayların tartışılmasının suç olmasının, demokratik ülke pratiklerinden pek farklı olmadığını imâ eden çevreler, bu örneği hatırlatmaktan geri kalmazlar. Onlara göre, resmî ideoloji, modern toplumların tümünde yeri olan, demokrasiyle çelişmeyen bir olgudur. Neyin kamu vicdanına aykırı olduğunu, hangi soruların sorulamayacağını, hangi cevapların verilemeyeceğini belirten, demokrasi açısından meşrû bir yasaklar bütünü vardır.
Konumuz, bu yasaklar silsilesinin demokrasiye uygunluğunun tartışılması değil. Bu yasaklar olmasa da demokrasi yaşar. Ama ırkçı propagandanın, yakın tarihte insanların çektikleri acıların yadsınmasının suç olarak tanımlanmaları, demokrasiyi zayıflatmaz.
Bu yasaklar silsilesi, elbette bir tür resmî ideolojiye tekabül ederler. Ama bu, koruma amaçlı ve kısmî bir resmî ideolojidir. Yani, bu suçlar tanımlanırken, toplumun veya toplumun bir kesiminin ortak hatırası ve ortak vicdanını yaralamamak hedeflenmiştir. Bu anlamda koruma amaçlıdırlar. Kimseyi Yahudiperver olmaya veya olduğunu beyan etmeye, bu yönde gösteriler yapmaya zorlamazlar. Topluma yeni bir kimlik edindirme, yeni bir toplum yaratma gibi emelleri de yoktur. Tüm toplumsal varoluşu kapsayan bir anlam önermek iddiasında değillerdir. Bu anlamda, kısmidirler. Resmîyetleri ise, devletle özdeşleşmelerinden değil, kanunla tanımlanmış olmalarından kaynaklanır.
Türkiye’de hüküm süren resmî ideoloji, yukarıda ele alınan türden koruma amaçlı ve kısmî bir resmî ideoloji değildir. Anayasa’da tarif edilen, devletin birçok pratiğine yol gösteren, topluma bir bütünsel varoluş tanımı getiren, devletle toplumun karşılıklı konumlarını tarif eden, yaptırımcı ve bütünsel bir resmî ideoloji söz konusudur. Bu ideoloji de, suçlar ve yasaklar getirir. Ama esas gücünü, suç olarak tarif edilmiş yasaklardan değil, toplumun kendini tanımlamasına müdahale ederek, toplumsal tahayyülü biçimlendirerek elinde tutar. Davranışların resmî ideoloji normlarına uygun olmasına dikkat eder. Toplumun ne olduğunu, kim olduğunu tanımlar; toplumsal beraberliğin temellerini belirtir; topluma bir gelecek gösterir. Bu anlamda yaptırımcı ve bütüncüldür. Yasaklamakla yetinmez. Resmîyeti, kanunla tanımlanmış olmasından değil, devletin onu tanımlama tekelini elinde tutmasından gelir.
Bu resmî ideoloji, toplumu oluşturan insan kümesinin, ona tarif edildiği gibi davranmasını, ona gösterilen yönde ilerlemesini bekler. Bunu empoze eder. Ve bütün bunları, doğruluğu ve gerçekliği sorgulanamaz olgulara dayanarak yapar. Ama bunun Nazizm ve Stalinizmde olduğu gibi, totaliter biçimler alması şart değildir. Marksizm-Leninizm kılıfı altında eski sosyalist ülkelerde olduğu gibi, herkesin ait olmasını emreden, hiçbir farklı varoluş ve düşüne yer vermeyen bir totalitarizm değildir bu. Tek parti, mutlak lider, parti-devlet bütünleşmesi ve benzeri totalitarizm unsurları, resmî ideolojiyle sınırlanmış bu örneklerde yoktur.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaptırımcı ve bütüncül bir resmî ideoloji egemen oldu ve bu egemenliğini sürdürmeye devam ediyor. Bu resmî ideoloji kendini “Atatürkçülük”, biraz daha resmî metinlerde ise “Atatürk milliyetçiliği” olarak tanımlar. Kemalizm, bu resmî ideolojinin doktrinidir. Toplumun “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olması, farklı etnik aidiyete ait unsurların “bir tek ulus haline dönüştürülmesi”ni öneren Kemalizm, bir kuruluş dönemi ideolojisi özellikleri taşır. Kendini Altı Ok’un sloganları içinde ifade eder. Atatürkçülük veya Atatürk milliyetçiliği ise, devletin artık bütünüyle kurumlaştığı ve o kurumlaşma biçimini muhafaza etmenin esas amaç haline geldiği döneme aittir. Daha muhafazakâr bir eğilimi yansıtır. 1982 Anayasası ve ondan kaynaklanan kurumlar, bu Atatürk milliyetçiliğini resmî ideolojinin belkemiğini oluştururlar. Bunlara bir dizi resmî kurum, güdümlü sivil toplum kuruluşları ve bir dizi özerk kuruluş eşlik eder. Türkiye’de Atatürk milliyetçiliği, sadece devletin üretip, yaydığı değil, toplum içinde de aktif nüveleri olan yaygın bir ideolojidir.
1990 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınları’nın ilk kitabı olarak yayımlanan Devlet’in Kavram ve Kapsamı başlıklı kitap, Atatürk milliyetçiliğinin aslî konuları olan devlet, millet, millî politika, millî strateji, millî güvenlik, millî bütünlük, millî kültür gibi konuları tanımlar.[1]
1982 Anayasası, Cumhuriyet’in varoluş nedenini tanımlarken, resmî ideolojinin kalıplarını son sınırlarına kadar kullanır. Anayasa’nın başlangıç bölümünde yer alan, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş nedeni; Türk vatan ve milletinin ebediliğine, Türk devleti’nin kutsallığına dayanır” ifadesi, Atatürk milliyetçiliğinin bütünüyle kurulu devlet düzenini korumak amacına indirgendiği dönemin tahayyül dünyasını yansıtır. MGK kitabının yazarları, bu Anayasal tanımı şöyle açıklar: “Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş nedeni: Türk milletini; millî birlik ve bütünlük içerisinde, millî kültür ve öz değerlerine uygun olarak, çağdaş, medeni ve adil bir yönetimle barışı, huzuru ve refahı sürekli kılarak ebediyen yaşatmaktır” (s.13). Türkiye Cumhuriyeti, “Atatürk ilke ve inkılâpları çerçevesinde birleşen ve bunun verdiği itici güç sayesinde gerçek bir millî heyecan ve mensubiyet oluşturmuştur” (s. 55).
Yukarıdaki alıntılarda, önce küçük bir vurgu farkı dikkati çeker. Resmî ideolojinin kalıplaşmış formülü olan “millî birlik ve beraberlik” yerine, “millî birlik ve bütünlük” tabiri kullanılır. Böylece, beraberlik gibi arada belli bir farkın olduğunu imâ eden bir kavram yerine kullanılan bütünlük kelimesiyle, bir’in bütünü teşkil ettiği belirtilir.
Dikkat çeken ikinci özellik, hiçbir şekilde toplum kavramının kullanılmaması, sadece millet, daha doğrusu Türk milleti kavramının kullanılmasıdır. Atatürk milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinin devletleşmiş versiyonudur.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ve köklü değişiklikler geçirmeyen devlet-millet ilişkisi modelini, yeni söylem altında karşımızda buluruz. “Millet, devletin bir unsurudur” ve kurucu güç, toplum değil, millettir. Millet de esas olarak devletin bir unsuru olduğuna göre, esas kurucu güç devlet’tir.
1980 sonrasında resmî ideolojinin yeniden üretimi, topluma nüfuz etmesinin denetlenmesi gibi işlevleri doğrudan kendi sorumluluğuna alan MGK, bu tarihten itibaren devletin ideolojik donanımını tekeline alır. Bu nedenle, MGK’nın yayınında, “millî menfaatler(in), hükümette karar yetkisini haiz grubun milletin bekâsı için önemli olduğuna inandığı konular” (s.20) olduğu belirtilir. MGK hükümet içinde aslî konularda karar yetkisine haiz en önemli grubu oluşturmaktadır.
Millî menfaatleri koruyabilmek için devletin dış dengelere “kendi çıkarlarına en uygun biçimde yön vermeye” çalışması evrensel bir olgudur. Bunu sağlayabilmek için iç dengelerin kurulması gereğine haklı olarak MGK kitabı önem verir. Sorun, iç dengenin unsurlarının tanımlanmasında yatar. İç denge için “başta gelen husus, gerçek ve tüzel kişilerin, her türlü resmî ve özel kurum ve kuruluşların, politik birimlerin, siyasi partilerin ve devletin yargı, yürütme, yasama ve temsil organlarının; devletin varoluş nedenine uygun ve millî hedeflerin elde edilmesine yönelen ortak bir bilinç, tutum ve davranış içinde bulunmalarının sağlanılması”dır. Altını çizdiğimiz cümle, resmî ideolojinin yaptırımcı cephesini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Siyasî partilerin, her türlü resmî ve özel kurum ve kuruluşların devletin varoluş nedenine yani, “Türk milleti’ni; millî birlik ve bütünlük içerisinde, millî kültür ve öz değerlerine uygun olarak (..) ebediyyen yaşatmaya” uygun bilinç, tutum ve davranış içinde bulunmalarını sağlamak, millî menfaatleri ve iç dengenin korunması için gerekli olduğu kabul edilir. Bu, resmî ideolojinin yalnız kültür, dil gibi konularda değil, doğrudan siyasal konularda da totaliter nüveler içerdiğinin en belirgin işaretidir. Toplumu, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle” olarak tanımlamanın doğal sonucudur.
Atatürk milliyetçiliğinin resmî belgesi, korporatist bir devlet-toplum ilişkisi anlayışı sergiler. “Her kişi ve kurum, yasalar ve gelenekler çerçevesinde ve kendi fonksiyonu gereği, farklı düşünce ve davranışlarda bulunabilecek; fakat bunlar, devletin varoluş nedeni etrafında birleşip bütünleşerek, millî hedeflere en uygun biçimde erişip millî menfaati sağlamak amacına yönelecektir” (s.47).
Devletin tespit ettiği, hükümetin yönlendirdiği, kişi ve kurumların gerçekleştirmekle yükümlü oldukları millî menfaatlerin hedefine ulaşabilmesi, yani ünlü “birlik ve bütünlüğün” sağlanabilmesi için “millî güç unsurlarının” topyekûn mobilizasyonu esastır. “Ulus, devletin varoluş nedeni etrafında toplanabilmeli”, “muassır medeniyet seviyesine” varma uğraşı gibi, topyekûn bir savaş sürdüren devletine varlığını armağan etmelidir. Bu noktada, MGK kitabının yazarları, faşizmin Avrupa’da yükseldiği yıllarda anti-semitlerin çizdiği Yahudi karikatürlerini andıran bir söylem tuttururlar: “Bu mücadele için sadece para, makine, araç vb. gibi mali materyal imkânlar ve bilim ve teknoloji gibi maharetler yeterli değildir. Çünkü, mücadelede karşımıza aldığımız doğa kavramının kapsamında, insanların beyinleri ve ruhları da mevcuttur ve başarı ilk önce, bu beyinlerin halk deyimiyle, yılanlar, çıyanlar ve bunların zehirlerinden, örümceklerden ve örümcek ağlarından temizlenmesi ve ruhların arıtılıp ışıklandırılarak bir millî heyecan ve özveri içine sokulması gerekir. (...) Çünkü savaşta galibiyet her şeyden önce inanmış savaşçıların yetiştirilmesiyle mümkündür”. Kullanılan “yılan ve çıyan” tabirleri, “devletin bölünmez bütünlüğünü yıkmak isteyen” ve “kökü dışarıda hainler” için kullanıldığını tahmin edebiliriz. Kemalist söylemin geleneksel benzetmesi olan “örümcek” ise, “şeriat düzeni kurmak” emeli beslediklerinden emin olunan dinî hareketi tanımlar.
Atatürk milliyetçiliği ideolojisi, bu var ya da yok olma mücadelesinde etnik farkın en aza inmesinin şart olduğunu, tartışılmaz bir veri olarak kabul eder. Dinî fark ise, tehcir, mübadele, sürgün ve göç yollarıyla zaten neredeyse ortadan kalkmış, % 99’u Müslüman olduğu iddia edilen, dinen bütünüyle homojen kabul edilen bir ulus oluşturulmuştur. Buna rağmen, resmî ideoloji, “Türk milletinin gerçek mensupları” tâbirini kullanmaktan geri kalmaz. Türk milleti hem bir ve bütün’dür, hem de içinde gerçek olan ve olmayan mensuplar barındırır. Gerçek Türk milletine ait olmak için, Türk kökenli ve Müslüman olmak yetmez. Buna ilaveten, devletine bütünüyle sadık olmak gerekir. Aksi takdirde, 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, sadece dini azınlık üyesi veya Kürt kökenli TC uyruklular değil, Müslüman ve Türk kökenli uyrukların da, siyasal nedenlerle ve hızla vatandaşlıktan çıkarılması mümkündür. Çünkü esas olan vatan-daşlık (yurt-taşlık) değil, devlet uyrukluğudur. Resmî ideoloji, devletin egemenliğinin hüküm sürdüğü topraklar üzerinde, devlete tâbi şahısların varlığını kabul eder.
Sekretaryasını bir orgeneralin yürüttüğü, dört ordu komutanı ve Genelkurmay Başkanının yer aldığı, parlamentonun içinden gelen yürütme gücüne acilen görüşülecek öneriler sunma yetkisi olan bir kurumun, var olan devlet düzeni konusundaki görüşlerini bir el kitabı biçiminde sunması; orta eğitimde Atatürkçülük’ün zorunlu ders olarak okutulmasını tavsiye etmesi; müftü, imam ve vaizlere zorunlu Atatürkçülük kursları açması; siyasal parti liderlerine, işadamlarına, sendika başkanlarına, Atatürk milliyetçiliği konularında brifingler vermesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejiminin yaptırımcı ve bütünsel bir resmî ideolojiye dayandığının açık işaretleridir. Adı geçen çevrelerin bu kurs ve brifinglere katılmak için kuyruklar oluşturması ise, daha fazla kurs ve brifing talep etmelerini ise, toplumun resmî ideolojiyle kaynaşma derecesini ya da topluma hakim olan siyasal oportünizm anlayışının derecesini gösterir. Her iki durumda da resmî ideoloji, devlet merkezli bir teba güruhunun kendini toplum zannetmesini sağlar.
Bunlara, totalitarizmlere özgü kişi kültünü ve resmî plânda bu kültün işgal ettiği ayrıcalıklı yeri ilâve etmek gerekir. Bu noktada Türkiye’de Atatürk milliyetçiliği ideolojisi, ideolojik içeriği oldukça hafif olmakla beraber, biçimsel katılığı ve kişi kültüne dayalı ritüelleri itibarıyla, resmî ideoloji olmanın da ötesine geçer. Seküler bir devlet dini hüviyeti kazanır.
[1]Devletin Kavram ve Kapsamı, MGK Genel Sekreterliği Yay., no.1, Ankara, 1990. Bu kitabı ele alan kapsamlı bir yazı için, bkz. Ümit Kıvanç, “Sahibinden ‘Devletin Kavram ve Kapsamı’”, Birikim, sayı: 93/94, 1997.