70'ler deyince, aklınıza hangi kelime geliyor, öncelikle?
Aklıma ilk olarak “sokak” kelimesi geliyor. Türkiye’nin 1970’li yıllarının tek bir kelime ile tanımlanması gerekseydi o kelime “sokak” olurdu diye düşünüyorum; dönemi tanımlayacak en yalın ifade bu. Kitlelerin taleplerini daha cüretkâr ve sert bir dille ifade etmesi anlamında “sokağa çıkmak”, “sokağa dökülmek” resmî ideoloji sözlüğümüzün tüyleri diken diken eden kavramlarından. Muktedirlerin ağzından “halkın sokağa dökülmesi” kavramı olumsuz anlamda, anarşi kavramına yakın bir içerikte kodlanır. Osmanlı’nın Yeniçerilerin “kazan kaldırması”na yükledikleri anlamları kısmen de olsa taşır “sokağa dökülmek” kavramı.
70’lerin “sokak”ında da böylesi bir anlam var, hem “sokağa dökülenler” açısından hem de buna karşı önlem alan, “demokrasinin üzerine bir şal örtmeye” çalışanlar açısından. Malum, 70’ler deyince işçi, memur, öğrenci, köylü, kentli, kadın... sosyal, siyasal, ekonomik vb. sorunlarda hemdert olmuş tüm yetişkinlerin siyasal taleplerini yüksek sesle dile getirdikleri bir dönem akla geliyor. Ancak biz, Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabımızda “sokak”ı sadece bu yönüyle, sadece kitlelerin sosyal ve siyasal taleplerinin dile getirildiği bir mekân anlamında ele almadık. Çünkü 70’lerin “sokak”ı siyasal ve sosyal taleplerin örgütlendiği ve dile getirildiği bir mekân ve kavram olduğu kadar, insanların günlük sosyal yaşamlarını geçirdikleri de bir mekândı. Hava güzel olduğunda ailece mesire yerlerine gidilirdi, yazlık sinemalar toplumun bir parçasıydı, kadınlar evlerin önünde toplaşıp otururlardı. Hatta sadece 70’lerin ekonomik krizleri tartışılırken dile getirilen “kuyruklar”ı bile “sokak” kavramının içine dahil etmek gerekiyor. Sen de biliyorsun, ekmek, yağ, sigara… her şeyin kuyruğu olurdu o dönemde. Ve özellikle kadınların dahil oldukları kuyruklar çocukların oyun oynadıkları, kadınların ayaküstü dantel ya da örgü ördükleri, evden getirdikleri ufak tefek nevalelerle hem kendi hem de çocuklarının karınlarını doyurdukları birer sosyal mekânlardı. Şimdiki gençlere tuhaf gelebilir ama o dönemin çocuğu olarak kuyruğa gideceğimiz söylendiğinde çok mutlu olduğumu hatırlarım.
Yeri gelmişken, “sokak”ın o dönemin çocuklarının, gençlerinin hayatında bambaşka bir yeri olduğunu da hatırlatmak isterim: Okuldan gelince siyah önlüklerini fırlatıp atan 70’lerin çocukları ellerine tutuşturulan “sanayağlı” ekmekleriyle “sokağa çıkar”, ortadasıçan ya da saklambaç oynamak için ya kaleye mum diker ya da “ay may kumay, Cevdet Sunay, Nihat Erim, kel kafanı yerim” tekerlemesini söylerlerdi. Oyundaki “ebe”yi seçmek için bir de “bir, iki, üçler, yaşasın Türkler; dört, beş, altı Polonya battı; yedi, sekiz, dokuz, Ruslar domuz…” diye bir tekerleme söylendiğini de hatırlarım.
“Sokak”ta beştaş ya da misket oynanır, topaç çevrilir; gazoz kapağı, çiklet kâğıtları ve renkli peçeteler biriktirilirdi. Boş tarlalarda ya da “sokak aralarında” oynanan futbol maçlarında ise oyun her zaman “beşte devre, onda biter” ve “üç korner, bir penaltı” sayılırdı. Velhasıl “sokak”, yetişkinler için olduğu gibi, dönemin çocukları için de özgürlüğün alanıydı; çocuklar için de renkli ve bir o kadar da politize idi. O yüzdendir, belki de, dönemin çocuklarının en entelektüel eğlencesi adam asmaca oyunuydu.
12 Eylül Darbesi tüm bunları bir anda kesip atacak ve bizi Foucaultvari bir disiplin toplumunda, bir korku imparatorluğunda yaşamaya mecbur bırakacaktı. 12 Eylül Darbesi ile ilgili olarak çok şey yazıldı, söylendi ama 12Eylül’ü, Türkiye’nin “sokak”tan “ev”e geçişi anlamında ele alan bir çalışma yok diye biliyorum. Bence, darbe mutlaka bu yönüyle de ele alınmalı. Yazlık sinemalarda film seyretmeye alışkın 70’lerin insanı on yıl geçmeden “video kiralayıp” (bu da, malum, bir 80’ler klasiğidir.) evde film seyretmeyi keşfedecektir. 12 Eylül Darbesi’nin sosyal yaşam ve mekânda yol açtığı bu dönüşüme mutlaka değinmek gerekiyor.
O dönemin reel siyaseti büyük ölçüde Ecevit-Demirel ikilisine ve onların rekabetine veya husumetine odaklanmış, değil mi? Bu konuda neler söylerdiniz ve kitapta neler var?
Evet, evet çok doğru bir noktaya temas ettin. 70’ler, Ecevit-Demirel rekabeti-husumeti ile maruf. Ecevit-Demirel; dönemin iki “popüler” ve “popülist” lideri. Ben kitabımızda, Erbakan ve Türkeş’i de işin içine katarak Türkiye’nin 1970’li yıllarını besteleyip, çalan bu “politik-quartet”i “dört yapraklı yonca”ya benzetmiştim. Malum “dört yapraklı yonca” esprisi genellikle, sinemamızın dört kadın oyuncusunu, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik’i betimlemek için kullanılır. Neden dört yapraklı yonca? Çünkü dört yaprağı olan yonca çok nadir bulunurmuş; tıpkı, hemen hemen benzer tarihsel kesitlerde Anadolu insanının aklını başından alan bu dört kadın oyuncu gibi. Bu dört isim, Ecevit, Demirel, Türkeş ve Erbakan, 70’lerin siyasal dört yapraklı yoncası da onlar olsa gerektir. Ancak senin de belirttiğin gibi Ecevit ve Demirel rekabeti, daha çok da husumeti döneme asıl rengini veriyor. Ayrıca Erbakan ve Türkeş’ten farklı olarak Ecevit ve Demirel popülizmlerinden bahsedebiliyoruz. Celal Oral Özdemir, çalışmamızda yer alan “Yetmişli Yıllarda Halkçı ve Halktan Siyaset” başlıklı makalesinde popülizm kavramını dönemin Türkiye’sini okumaya yarayan bir kavramsal araç olarak kurguladı. Özdemir bunu “1970’li yıllarda etkili bir siyaset tarzı olarak karşımıza çıkan popülizmin ... Ecevit ve ... Demirel’in siyasal tarzlarındaki izdüşümleri” üzerinden gerçekleştirdi. Levent Odabaşı ve Kerem Hocaoğlu, Celal’in çizdiği genel resmi Ecevit özelinde ele aldılar ve Ecevit’in adım adım bir sol popülist lidere doğru dönüşüşünü anlattılar. Murat Arslan da aynı işi “Süleyman Sami Demirel: Pragmatist, Popülist” adını verdiği makalesinde Süleyman Demirel üzerinden gerçekleştirdi. Çalışmamızdaki bu üç makalenin dönemin husumet ve rekabetini popülizm ekseninde çok güzel ele aldıklarını düşünüyorum.
Bununla birlikte, Ecevit-Demirel husumetinin en net fotoğrafını dönemin hükümetlerine baktığımızda görürüz -ki okuyucularımız, çalışmamızın ekinde dönemin tüm hükümetlerinin bir dökümünü de bulabileceklerdir. 12 Mart Darbesi’nden sonraki İkinci Askerî İdare Dönem (1971-1974) sonrasında kurulan ilk hükümet, Ocak 1974’te Ecevit liderliğinde kurulan 37. Hükümet’tir. 12 Eylül Darbesi öncesi kurulan son hükümet de Demirel liderliğinde kurulan 43. Hükümet’tir. Altı yılda (1974-1980) sekiz ayrı hükümetin kurulduğunu görüyoruz. Sadi Irmak’ın 17 Kasım 1974-31 Mart 1975 tarihleri arasında görevde kalan ve güvensizlik oyu alan hükümetini bir kenara koyacak olursak Mart 1975’ten Kasım 1979’a kadarki dört buçuk, beş yılda Ecevit ve Demirel’in kurdukları beş ayrı hükümet görürüz. Bu bile iki lider arasındaki husumetin şiddetini tahayyül edebilmemiz açısından önemlidir diye düşünüyorum.
70'ler bir yandan da 12 Eylül'le "anlam" kazanıyor değil mi? 12 Eylül'ün evveliyatı, 12 Eylül'e "getiren" bir zaman, gibi. Hem bu algı hem gerçekliği ile ilgili, ne söylersiniz?
12 Eylül sonrasından geriye doğru dönüp baktığımızda 70’lerin 12 Eylül ile birlikte bir anlam kazandığını elbette söyleyebiliriz; tabii bu bizi tarihe bir irade yüklemek (70’lere 12 Eylül’e varma iradesi yüklemek gibi ya da Tanzimat’a Meşrutiyet, Meşrutiyet’e Cumhuriyet’e doğru gitmek iradesi yüklemek gibi) hatasına düşürmemeli. Yine bu 70’ler ve 12 Eylül ilişkisi tartışmasının bizi bir nomothetic-idiographic yöntem tartışmasına (hiç değilse şimdilik) götürmesini de istemem ama Cumhuriyet tarihine bir bütünlük içinde bakmaya gayret ettiğimizde, şimdilerdeki moda tabirle “büyük resme baktığımızda” 12 Eylül, 70’lerin anlam kazanması açısından değil, bugüne anlam katması açısından bile gayet önemlidir diye düşünüyorum.
70'lerin ekonomi-politiğine ilişkin de bir darlık, yokluk imgesi var popüler algıda. 70'lerde Türkiye ekonomisi "nasıldı", Türkiye kapitalizminin "nasıl" bir evresiydi?
Bilsay Kuruç Hoca bu dönemi “Güler Yüzlü Kapitalizm”in bittiği dönem olarak adlandırıyor. Bu “güler yüzlü…” esprisi malum Çek düşünür Radovan Richta’ya ait. Prag Baharı’nın da mottosu dense yeridir. İngilizceye “socialism with a human face” diye çevriliyor, Aybar’ın siyasal dilinde ise “human face” kavramı “güler yüzlü” olarak tefsir ediliyor. Bilsay Hoca da kitabımızda yer alan makalesinde Güler Yüzlü Sosyalizm’i konuşabilmeniz için önce Güler Yüzlü Kapitalizm”i anlamanız lazım der. Güler Yüzlü Kapitalizm ne? Tabir-i caizse, sermaye ile emekçi sınıflar arasındaki “détante” denilebilir Güler Yüzlü Kapitalizm/Sosyalizm’e. Detant (détante), “yumuşama” kavramının aslında bu tartışmayla hiçbir alâkası yok; bir uluslararası ilişkiler kavramı. 70’lerde ABD-SSCB ilişkilerinde yaşanan “birbirimizi anlayalım”, “birlikte yaşayalım”, “kavga etmeyelim” anlayışının kavramsal ifadesi. Detant bir nevi 68’in ünlü “Savaşma Seviş” sloganının uluslararası ilişkilerdeki yansıması. “Refah Devleti” ya da Türkiye gibi, dünya ekonomisinin “çevre”sine eklemlenmiş ülkelere yansıyan yüzüyle “Kalkınmacı Devlet” de “Savaşma Seviş”in ekonomik veçhesi dense yanlış olmaz. Bilsay Hoca’nın Güler Yüzlü Kapitalizm dediği de bu. Refah Devleti denilen kavram 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra Keynes ile birlikte gündeme geliyor ama asıl yaygınlaşması İkinci Dünya Savaşı sonrası. 70’li yıllar işte Refah Devleti’nin temel mekanizmalarının çöktüğü, 80 sonrasının temel ekonomik mantığını oluşturacak neoliberalizmin taşlarının döşenmeye başladığı yıllar; bir geçiş dönemi. Ben, Gencer Özcan’ın kitabımızda yer alan dış politika analizleriyle Hüseyin Özel’in ekonomi analizlerinin birbirlerinden farklı değil, aynı kompleks dönüşüm ve değişimin farklı yüzleri olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Nitekim Hüseyin Özel de çalışmamızın tarihsel kesitini analiz ederken Keynesçilik ya da Refah Devleti -ki onun Türkiye gibi ülkelerdeki tezahürünün Kalkınmacı Devlet olduğunu söylemiştim- anlayışının zora girmesi ile uluslararası para sistemi, yani Bretton-Woods Sistemi’nin çöküşü ve nihayet petrol krizi ile açığa çıkan dünya ekonomisinin krizini tartışmadan Türkiye ekonomisinin ne kadar karmaşık ve çelişkili bir süreçten geçtiğini anlamanın zor olacağının altını çizmektedir. Hüseyin Hoca bu süreci, birbirleriyle mutlaka uyum içinde olması gerekmeyen üç eksen üzerinde analiz etmenin doğru olacağını ileri sürer ve “... Türkiye ekonomisinin dinamiklerini ele alırken, kapitalizme içkin olan sınıfsal ilişki ve gerilimlerin yanında, kalkınma süreçlerindeki tıkanmanın popülist politikaların sürdürülmesini zorlaştırması ile toplumsal yapı ve hareketler arasındaki etkileşimleri de dikkate almak gerek[tiğini]” belirtmektedir. Bu bakımdan, bu yazıda birbiriyle ille de uyum içinde olması gerekmeyen bu üç eksen, yani ülke içindeki ekonomik gelişmelerle dış kaynağa bağımlı kalkınma stratejisinin çöküşü, dünya ekonomisinin, bugünden geriye bakıldığında açıkça görünen nihai olarak neoliberalizme varacak olan ilerleyişi, son olarak da sınıfsal boyut ile el ele giden, özellikle 1990’lı yıllar ile 2000’li yılların başında yoğunlaşan muhafazakâr kapitalizmin yükselişini birlikte ele almak gerekmektedir.
Popüler kültür ve gündelik hayatla ilgili nasıl bir manzara çizerdiniz?
70’ler başı, ortası ve sonu darbeler ve darbe girişimleriyle çizilen, politik kutuplaşma ve çatışmaların onyılı. Bu onyıl, 9 Mart Darbe Girişimi ve 12 Mart Darbesi ile başlar, 1 Mayıs 1977’deki Kanlı 1 Mayıs ile şekillenen Türkeşçi darbe girişimi ile yön ve yol alır, 12 Eylül Darbesi’yle de sonrasındaki döneme eklemlenir. Sokak çatışmaları, politik cinayetler, Çorum ve Maraş da anarşi ya da terör kavramlarıyla değil de “iç savaş” kavramlarıyla açıklayabileceğimiz katliamlar yine bu dönemi karakterize ederler. Ama elbette 70’lerdeki hayat sadece politik kutuplaşma ve şiddetle ya da sadece ekonomik krizlerle şekillenmez. Aksine sanat, edebiyat, müzik, spor hangi açıdan bakarsanız bakın oldukça renkli bir dönemdir bu dönem. Dediğim gibi, her ne kadar 70’ler, devletin şiddet aygıtlarının yön verdiği politikaların, iç savaşın, anarşinin ve sosyoekonomik çalkantıların hâkim olduğu bir dönem olsa da aynı zamanda, umudun, neşenin, sevincin, eğlencenin ve hüznün de onyılıydı. Türkiye’nin İnek Şaban’dan, Hababam Sınıfı’na, Bizim Aile’den, Neşeli Günler’e, Canım Kardeşim’e, belli bir süreliğine hoşça vakit geçirmeyi, kendi sıkıntılı gerçekliğinden uzaklaşıp başka bir gerçeklik içinde yaşamaya başladığı yıllar da 70’li yıllardı. Türkiye, Güneş Ne Zaman Doğacak’ı da, Arkadaş’ı da, Birleşen Yollar’ı da, Bir Gün Mutlaka’yı da, Ayıkla Beni Hüsnü’yü, Şipşak Basarım’ı da, Tak Fişi Bitir İşi’yi de aynı onyılda seyretti. Tıpkı Halkın Dostları’nı da Tevhid’i de, Rizgari’yi de, Hergün’ü de aynı dönemde okuduğu gibi. Artık kanıksanan radyonun yanında televizyonun da evlerin başköşesindeki yerini almaya başladığı yıllardı 1970’ler. Türkiye bu onyılı televizyonda Görevimiz Tehlike’yi, Uzay Yolu’nu, Aşk-ı Memnu’yu ve Kaynanalar’ı da seyrederek geçirdi. Tıpkı 1974 yılında Hollanda ve Federal Almanya arasında oynanan Dünya Kupası final maçını naklen seyrettiği; 45’liklerden longplaylere, oradan da kasetçalarlara geçilmeye başlanan bu dönemde, Zülfü Livaneli’yi, Edip Akbayram’ı, Cem Karaca’yı, Selda Bağcan’ı, Fikret Kızılok’u ve Timur Selçuk’u dinlediği gibi.
50'ler ve 60'lardan sonra 70'ler, hazırladığınız üçüncü "onyıl" derlemesi. Bu diziye başlarken amacınız neydi? Nasıl bir yankı aldınız? Ve devamını düşünüyor musunuz?
2013 sonları diye aklımda kalmış, Tanıl Bora ile karar vermiştik böyle bir seriye başlamaya. Onun da önerisiyle 1950’li yıllardan başladık çalışmaya ve böylece Türkiye’nin 1950’li Yılları, 2015 yılı Haziran’ında yayınlandı. Onu 2017 yılı sonbaharında serinin ikinci kitabı olan Türkiye’nin 1960’lı Yılları takip etti. Hafta içinde raflardaki yerini alacak olan Türkiye’nin 1970’li Yılları için 2019 sonbaharını planlasak da tüm dünyayı, ülkemizi ve her birimizin hayatını ayrı ayrı sarsan pandemi koşulları bizi biraz geciktirdi.
Dönem çalışmaları, hele onar yıllık dönem çalışmaları oldukça çetrefilli oluyor. Şu açıdan, siyasetin “onyılı” ile ekonominin, ekonominin onyılı ile uluslararası ilişkilerin, onun onyılıyla edebiyatın, müziğin, sanatın, sporun onyılları üst üste gelmiyor. Farklı bir şekilde söylemem gerekirse, bir tane değil, birçok 70’ler var ve bunların hiçbiri Gregoryen takvimin 1 Ocak 1970 Perşembe günü başlayıp 31 Aralık 1979 Pazartesi günü sona ermiyor.
Böylesi bir seriye başlarken ilk amacımız, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Cumhuriyet’ini, siyasal olayların peş peşe dizilmesiyle elde edilen, düzçizgisel üslupla yazılmış bir tarih -ki buna tarih değil de kronoloji dense yeridir kanaatimce- anlatısının dışında ele alabilmekti. Elbetteki son analizde bir siyasi tarih kitabıdır elimizdeki; ama ele aldığı onyılı sporundan ekonomisine, edebiyatından, uluslararası ilişkilerine, müziğinden siyasal düşüncelerine, plastik sanatlarına, gündelik yaşamına… her yönüyle ve olabildiğince bütünlüklü bir perspektiften ortaya koymaya gayret eden bir siyasi tarih kitabı. Her üç kitabın da sadece, her konudan biraz bahseden bir “güldeste”, bir “antoloji”, derleme, bir aranjman olarak kalmasını istemedik; konu edindiği onyıla dair bütünlüklü bir perspektifi de okuyucusu ile paylaşabilsin arzusu taşıdık. Biz arkadaşlarımla beraber bu iştiyak ve hevesle yola çıktık; her üç kitap için de çok güzel geri bildirimler aldık. Övgüler yanında, eksiklerimizi yapıcı bir üslupla dile getiren eleştiriler de… Birincilere sevindik, ikincilerden ders çıkartmaya gayret ettik, ediyoruz da. Serinin üçüncü kitabından sonra aynı hevesle dördüncü cilt için, Türkiye’nin 1980’li Yılları kitabı için çalışmaya başladık bile. Eskilerin dediği gibi, “Gayret bizden, Tevfik Allah’tan”, takdir okuyuculardan…